Devlet Medyayı Suni Teneffüsle Yaşatıyor
Tabii ki hapse atılan gazeteciler, kapatılan gazeteler çok önemli. Esas mesele de bu ama aynı zamanda olayın ekonomik boyutu da çok önemli, çünkü devlet size hiç dokunmayabilir ama para kazanma, finansmana ulaşma imkânlarınız olmadığı zaman istediğiniz kadar özgür olun. Bunları nasıl duyuracaksınız?
Ruşen Çakır geleneksel medyada uzun yıllar gazetecilik yaptıktan sonra Medyascope ile alternatif bir mecrada mesleğine devam ediyor. Yola çıkarken alternatif olan Medyascope ise bugün neredeyse ana akımla yarışıyor. Çakır ile yeni medyayı, finansman sorunlarını, vatandaş gazeteciliğini ve Türkiye’deki gazeteciliğin bugününü konuştuk.
PERSPEKTİF: Medyascope ile başlamak gerekirse, ne kadar oldu? Çıkarken bugünkü duruma gelmesini hayal ediyor muydunuz?
Beklediğimin çok ötesinde bir yerdeyiz. Haziran 2015 seçimleri zamanı Habertürk’te çalışıyordum. Seçim mitinglerine gidiyordum ama bana fazla yazdırmıyorlardı. “Maaşıma zam, işime son” değilse bile öyle bir şey vardı. Her istediğim yere gidiyordum. İnternet üzerinden yorum yapmanın yollarını arıyordum. Bir arkadaşımla konuşuyorduk, o da Periscope’u bana haber verdi. Ben de indirdim ve galiba Türkiye’de ilk uygulayanlardan birisiyim. Nisan-Mayıs 2015’te farklı farklı partilerin mitinglerini izledim. Ama iktidar partisinin medyaya ihtiyacı yoktu, diğerlerinin vardı. Gittiğim yerde adaylarla röportajlar yaptım. Kimisi 2 dakika kimisi 20 dakika süren analizler yaptım. Bazıları çok bazıları az izlendi ama insanların Periscope’la yeni tanıştığı bir zamandı. Bayağı bir ilgi oldu.
Seçim bittikten sonra Habertürk’teki odamda analiz yapmaya devam ettim. Sonra konuklarla yayın yapmaya başladım. Sadece siyaset üzerine değil, hatırım geçen insanlarla kültür-sanat üzerine de yayınlar yapıyordum. Ama orada hem ses hem ışık sorunu oluyordu. Fotoğrafçı arkadaşım Manuel Çıtak, fotoğraf stüdyosu olarak kullandığı içinde bulunduğumuz bu stüdyoya beni çağırdı. Burada daha iyi yayın yapabileceğimi söyledi. Bu yayınları cep telefonu veya tabletle yapıyorduk. Ondan sonra hiç tanımadığım iki kişi bana mail atıp destek olmak istediklerini söylediler. Bu kişiler gazeteci değil, bir kadın bir erkek, IT sektöründen iki kişiydi. Onların kafasında başka bir şey, benim kafamda başka bir şey vardı. Sonunda Medyascope TV adıyla Nurdan Üçer sayfayı yaptı ve biz 15 Ağustos’ta benim odamda Kadri Gürsel ve Levent Gültekin’le bir açık oturum yaparak start verdik. Sonra buraya geldik.
P: Bir taraftan Habertürk’tesiniz ama Habertürk binası içinde aslında kendi medyanızı kuruyorsunuz.
Evet, Habertürk bana çok fazla yazdırmadığı için, Habertürk’ün imkânlarını da kullanarak yayınlara devam ettim. Kimi zaman orada kimi zaman bu stüdyoda, parçalanmış bir haldeydim. Sonra Ocak 2016’da beni attılar. (Gülüyor) Tam zamanlı olarak buraya geldim. Bu arada bu işleri yapmaya başladık, ilgi vardı ama para yoktu. Her şeyi cebimizden yapıyorduk. Bir de yaptıklarımı görüp, bana e-posta atıp yanımda olmak isteyen gönüllü birtakım gençler vardı. Geldik, burada başladık. Sonra Amerika’da Chrest Vakfı’ndan Türkiye’ye sivil topluma yardım eden bir kadınla tanıştık. Buraya geldi, anlattık ve bize bir miktar fon buldu. Daha sonra, o zaman Türkiye’de faaliyette olan Açık Toplum Enstitüsü’nden fon aldık. İlk fonlarla beraber şirketleştik ve artık insanları istihdam etmeye başladık. Ama bütün paralar kiraya, harcamalara gidiyordu. Etkili oldukça daha fazla fon bulmaya başladık. Fonların miktarı, çeşidi arttı. Buna paralel olarak insan sayısı, yayın süresi arttı ve yayınlar çeşitlendi.
Şimdi yaklaşık 40 çalışanımız, Ankara’da küçük de olsa bir ofisimiz ve Diyarbakır’da bir temsilcimiz var. Yayınlarımızı haftanın 7 gününe çıkarttık. Günde ortalama 8-10 saat yayın yapıyoruz. Ama şu anki halimizle hâlâ para kazanamıyoruz; çok cüzi miktarlarda reklam geliri var, YouTube geliri ve Google reklamlarından gelen para da olağanüstü değil. Ayrıca Patreon adlı bir uygulamayla insanlardan bağış alıyoruz, o da çok olağanüstü değil ama insanların bağlılık göstermesi açısından anlamı var. Esas olarak fonlarla yürüyor ve tabii fonlar da yurtdışı kaynaklı. Çünkü Türkiye’de kimse, iktidarın havuzunda olmayan bir medya kuruluşunu fonlamayı ya da bu kuruluşa reklam vermeyi düşünmüyor.
Financial Times’ta, “Ortadoğu’nun istikbal vaat eden 25 şirketi”nden biri olarak ilan edildik. Türkiye’den 2 yer daha vardı. Ortadoğu’daki 25 kurumdan medya alanında bir tek biz varız. Normal şartlarda böyle bir haberin ardından bize yatırımcıların gelmesi lazımdı ama medya olduğumuz için kimse gelmiyor. Türkiye’de basın özgürlüğü meselesi konuşulurken hep yargı, tutuklamalar ve kapatmalar dile getiriliyor. Tabii ki bu çok daha çarpıcı bir olay ama sadece bununla sınırlı değil.
Gazetecilik pahalı bir meslek; bir prodüksiyon var, insan çalıştırılması gerekiyor, habere masraf yapılması gerekiyor. Sizin para kazanma imkânlarınız olmadığı zaman ve bu -dolaylı ya da doğrudan- bir şekilde engellendiği zaman, basın özgürlüğü konusunda çok ciddi bir engel çıkartılıyor. Dolayısıyla, Türkiye’de basın özgürlüğünü araştıran yabancılara özellikle bunu vurguluyorum. Tabii ki hapse atılan gazeteciler, kapatılan gazeteler çok önemli. Esas mesele de bu ama aynı zamanda olayın ekonomik boyutu da çok önemli, çünkü devlet size hiç dokunmayabilir ama para kazanma, finansmana ulaşma imkânlarınız olmadığı zaman istediğiniz kadar özgür olun. Bunları nasıl duyuracaksınız? İki soru bir arada yürüyor ve zaten bize de ilk günden itibaren hep bu iki soruyu; başımıza bir şey gelip gelmeyeceğini ve para bulup bulamayacağımızı sordular. Ama neredeyse beş yıl oluyor. Bir şekilde yaptık.
P: Medyanın finansmanının tümüyle devlet kaynaklarına, kamu kurumlarına, bankalara ya da devletle bağı olan özel sektörlere endekslendiği bir ortamda bu soru anlamsız gelebilir. Ama yabancı kuruluşlardan fon almak, özellikle de Açık Toplum Enstitüsü Türkiye’de herkesin duyduğunda kaşlarını kaldıran bir kurum. Bu sizin editoryal bağımsızlığınızı etkiliyor mu? Buralardan gelen parayla ilgili içinizde bir soru işareti var mı ve bir müdahale yaşandı mı?
Hiçbir şekilde yok. Bize şu ana kadar hiç kimse “Niye şunu şöyle yapıyorsunuz?” demedi. Tam tersine, özellikle Chrest Foundation tarafsızlık talep ediyor. Hatta tarafsız olmadığımız yönünde bir bulguya rastlanırsa keseceklerini söylüyorlar.
P: “Tek bir yerin sesi olursanız bu parayı kullandırmam” mı diyor?
Ya da “Bir daha vermem” diyor. Şu ana kadar bu konuda bir şey gelmedi. Zaten böyle bir şeyi asla kabul etmeyiz. Bir kere bütün her şey açık yapılıyor, gizli kapaklı hiçbir şey yok. Her şey bankalar üzerinden yapılıyor. Bizim her şeyimiz ortada, aleni. Zaten bu konuda en ufak bir şüphe olsaydı, herhalde devletin ilgili birimleri bir şekilde buna uyanırdı. Bağımsızlığımıza gölge düşürecek hiçbir şey yapmıyoruz. Bağımsızlığımızı riske atabilecek ilişkilere girmiyoruz. “Bir yerlerden çok para gelebilir ama şartı var” gibi durumlar yok. Zaten Medyascope olarak en önemli özelliğimiz, kutuplar üstü bir yayın çizgimiz olması, hiçbir yere angaje olmamamız. Tabii ki benim ve birçok arkadaşımızın siyasi görüşü belli ama biz burada gazeteciliğin evrensel ilkeleriyle hareket eden bir kurumuz.
P: Karşısına çıktığınız konvansiyonel medyanın patronlarının hiçbirisine bu sorular sorulamazken, bu sorulara muhatap olmanın bizatihi kendisi zaten biraz trajikomik.
Tabii şimdi arada sırada bize laf atanlar, “Yabancılardan para alıyorsunuz” diyor. Biliyoruz ki bugün büyük medyanın büyük bir kısmı devlet sayesinde var ediliyor. Birçoğu ne okunuyor ne de doğru dürüst reklam alabiliyor ama bir şekilde suni teneffüsle yaşatılıyor. Orada başka bir olay var ve burada bizim vergilerimiz söz konusu. Bizimki öyle bir şey değil ve çok mütevazı bir şey. Bir yıllık bütçemiz herhalde ortalama haber kanallarının bir aylık bütçesi kadar yoktur ama biz az parayla çok iş yapıyoruz ve çok daha etkili bir şekilde.
P: Ne kadar etkili? Sadece Medyascope olarak sormuyorum. Medyascope’un, dijital mecralarda açılan internet sitelerinin, YouTube kanallarının etkisi ne? Genel trendi etkiliyor mu, yoksa daha kendine has kısıtlı bir çevrede mi kalıyor?
Türkiye’de ana akım medya kalmadı. Sağcı, solcu, ortacı vs herkesin bir şekilde baktığı, herkese üç aşağı beş yukarı benzer bir güven veren Hürriyet, NTV gibi bir kurum kalmadı. Ama biz bir şekilde ana akım olduk. Popüler bir yer değiliz, milyonlarca kişi tarafından izlenmiyoruz ama karar vericiler, kanaat önderleri ve birbirinden farklı kesimler tarafından bilinen bir mecrayız ve genel olarak da belli bir saygınlığımız var.
Gelecek Partisi’nin kuruluşuna gittiğimde, kurucular ve izleyiciler dahil çok sayıda insan gelip benimle konuştu ve benden ziyade Medyascope’a müteşekkir olduklarını söylediler. Geçenlerde DEVA Partisi’nin kuruluşuna gittim ve benzer bir olayı orada da yaşadım. CHP faaliyetlerine gittiğimiz zaman da bir sorun olmuyor. Meclis’e gittiğimde AK Parti’liler de suratını çevirmiyor. Genel olarak çok izleniyor olmayabiliriz ama olayları dert edinen farklı kesimlerden insanların önemsediği, yok saymadığı bir yeriz.
İktidar partisinin yöneticilerinin medya ihtiyacı olmayabilir, o nedenle çok teveccüh göstermeyebilirler ama şunu da düşünüyorum ki daha sonra herhalde bu işin rengi de değişecek. Mesela son yerel seçimlerde üç büyükşehrin AK Parti adaylarını da davet ettik. İzmir adayı röportajı kabul etti, diğerleri istemediler. Binali Bey’i konuk etmek için özellikle uğraştım ama olmadı. Bir dahaki seçimde muhtemelen olacaktır. O an fazla ihtiyaç hissetmediler ama bu zamanla değişecek. İhtiyaç hissetmemeleri bizi önemsemediklerini anlamına gelmiyor, değişik nedenlerle yapıyorlar. Bence onların yanlışı.
Bugünün medyası aslında bu ve bizdeki konvansiyonel medya tam bir çölleşme içerisinde. Mesela Amerika’da New York Times hâlâ dağ gibi ayakta ama orada da yine dijitalde bir şeyler çıkıyor. Dijitalde ortaya çıkan en başarılı örnekler de yine New York Times’ın, Washington Post’un kendi yayınları, yani dijitalle beraber götürüyorlar.
P: Peki, yeni bir siyasi hareket artık konvansiyonel medyaya ihtiyaç olmadan ayakta durur mu?
Kesinlikle durur. Konvansiyonel medyayı her şeyin önüne koymaktan vazgeçmediği müddetçe, hiçbir hareket ilerleyemez. Yeniler de eskiler de öncelikle konvansiyonel medyadan başlıyorlar. Bence öncelik sırasını değiştirsinler. Konvansiyonel medyayı yok saymasınlar ama “Orası olmazsa olmaz, oradan başlamak lazım” duygusunu bırakmaları lazım. Bunun en çarpıcı örneği de son yerel seçimler. Konvansiyonel medyanın en çok ittiği, görmezden geldiği insanlar başarılı oldu.
Aslında 25 yıl önce de böyleydi; Tayyip Erdoğan medyaya rağmen kazanmıştı. Medyanın bir yerden sonra rıza üretiminde kitleleri ikna etmekteki rolü genellikle ters tepebiliyor. Batı’da siyasetçiler, siyasi partiler ve belediyelerin kendi medyalarını yaratma durumu artık yaygınlaşıyor. Mesela videoyu kendisi üretiyor, “İsteyen gelsin buradan alsın” diyor. Hatta belediye başkanıyla röportajı belediyeden birisi yapıyor, bunu Instagram’a veya başka bir yere koyuyorlar. Diğerlerine de, “İstiyorsanız alın” diyorlar. Bu, yeni ve çok güçlü bir trend. Aslında çok da tartışmalı bir konu, çünkü bunlar gazetecilik işi değil, gazetecilik gibi gözüküyor. Eleştirellik yok. Soru cevapsa soru cevap, videoysa video, olayına indirgeniyor ama soru soruya benzemiyor. Onlar gerçek anlamda bir gazetecinin soracağı sorular değil. Bunun bir benzerini Türkiye’de yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı televizyon kanallarına çıkıyor, bunda sorun yok. Hatta bazen kendisi soru sormalarını teşvik ediyor. Batı’da bunun daha profesyoneli yapılıyor ama adı da konuluyor. Bunu kıracak birtakım şeyler yapabilmek lazım.
Siyasetçiler kendi ürettikleri ürünleri enformasyon piyasasına sürmeye çalışıyor. Bu, gazetecilik mesleğinin geleceği için çok tehlikeli bir şey. Geçenlerde Almanya’da yaşayan bir Türk gazeteci bunu çok büyük bir şikâyetle anlattı: “Biz soru soramıyoruz artık, hazır soru cevaplar bize geliyor” dedi. Benzerini Türkiye’de iktidar yapmaya çalışıyor ama en son örnekte olduğu gibi bir tane soru çıktığı zaman da ortalık karışıyor. Cumhurbaşkanı’na sorulan olağanüstü bir soru da değildi. Muhalefettekiler de iktidardakiler de hep istedikleri sorunun sorulmasını bekliyorlar. Halbuki, bence şunu bilmelerinde yarar var. Ne kadar eleştirel soru alırlarsa o kadar güçlenirler. Çalışacakları husus, basın toplantısına gelecek olan gazetecilerin background’ını araştırmak değil, gelebilecek olan sorulara karşı çalışmak olmalı. Bizde işin kolayına kaçılıyor, zorluk çıkartmayacak olan kişiler çağırılıyor.
P: Artık farklı bir gazetecilik türü ortaya çıkıyor. Bir tarafta devam eden tartışma vatandaş gazeteciliği. Herkesin elinde kendi yayın organları var. Artık herkes cebinde bir canlı yayın aracı taşıyor ve her bilgiye her an ulaşılabiliyor. Diğer tarafta da yaptığı haberle ilgili hesap vermesi gereken, yalanlanmaktan korkması gereken; son tahlilde bu işten ekmek yemesi ve uzun vadede farklı iktidarlarla çalışması gereken gazetecilik diye profesyonel bir meslek var. Bu denge nerede kurulacak?
Vatandaş gazeteciliği denen husus yeni teknolojilerle birlikte gündemimize geldi. Baktığın zaman cazip bir husus ama çok fazla risk de içeriyor. Hatta riski daha fazla, çünkü hepimiz biliyoruz ki herkesin gördüğü her şey haber değildir. Haber, bir filtreden geçer. “Filtre” deyince insanlar sansür gibi anlıyor ama böyle değil, tam tersine daha profesyonel bir şeydir. Birisi sokakta bir şey görüyor ve bunu çekiyor. Ondan sonra da, “Gördünüz mü, adam kadına ne yapıyor?” diyor. Normalde hakikaten dediği gibi olabilir. Ama bir gazeteci, o görüntüyü gördüğü zaman, “Aa ne güzel görüntü!” diye koymaz. “Bu nerede çekilmiş? Hangi saatte çekilmiş? Adamın adını bulabilir miyiz? Kadının adını bulabilir miyiz? Görgü tanıkları var mı?” sorularını sorması gerekir. Kaynağı, çekeni ve çekenin niyetini kontrol etmesi gerekir. Esnaf esnafa düşmandır ve biri diğerinin videosunu çekip diğer esnafı rezil edebilir. Biz de bunu, “Yolsuzluğa karşı mücadelede vatandaş gazeteciliği örneği” diye izleriz. Belki doğrudur ama belki de değildir. Onun için birtakım filtreler gerekiyor.
Diyelim ki bir algoritma, bir network kuruyorsun. Türkiye’deki insanlar, hatta dünya çapında yaşayan Türkiyeliler bize bir şey yollasın. Böyle bir mekanizma kuralım ve insanlar videolarını yollasınlar ve ben de bunu platform olarak yayınlayayım ama editoryal süzgeçten geçirdikten sonra. Mesela 100 tane video geliyorsa 5’ini kullanayım ve gerekiyorsa telif ödeyeyim ama o 5 videonun başı sonu, açıklaması olsun, gerekirse ek video talep edebileyim. Türkiye’de yurt haberciliği diye bir şey vardı ve şu an ölüyor. Bunun en ideali aslında tekrar yerel haberciliği güçlendirmek. Yurttaş gazeteciliğine gelmeden önce var olan gazeteciliği güçlendirebilmemiz bence her şeyin önüne geçiyor. Medyascope olarak projelerimizden birisi de tekrar Anadolu’da yurttaş gazeteciliğini harekete geçirmek. Şu an bunu sadece Diyarbakır’la yapabiliyoruz.
P: Aslında şu anda uydu kiraları ve diğer artan maliyetlerle yerel habercilik de yaşam mücadelesi veriyor.
“Yurttaş haberciliği var, zaten sosyal medyadan her şeyi öğreniyoruz” şeklinde bir küçümseme hali var. Bu aslında tehlikeli bir şey. “Tehlike” lafı kötü olabilir ama bence bu doğru değil. Esas olarak şu yapılmalı: Tabii ki habere katkıda bulunabiliyorsa bulunsun ama vatandaş, gerçekten özgür bir medya istiyorsa buna sahip çıkmalı, bunu finanse etmeli. Büyük patronların büyük paralar yatırması ve oralarda iş yapılması devri artık geride kalıyor. Bunun yerine vatandaşın desteklediği gazetecilik olması lazım. Batı’da bunun çok iyi örnekler var ama Türkiye’de hâlâ çok gerisindeyiz. Mesela Gazete Pencere adlı bir gazete var ama sanırım çok başarılı olamadı. Çok sayıda insan bizi de takdir ediyor ve “Şunu da yapın” diye birtakım taleplerde bulunuyor. Ama iş, bu çark nasıl dönebilir, konusuna geldiği zaman imtina ediyor. Burada vatandaşın bir inisiyatif alabilmesi lazım.
P: O zaman özgür basını desteklemiyorsa, özgür basının yaşaması için imkân oluşturmuyorsa, özgür basının yokluğundan şikâyet etme hakkı da olmuyor.
İşte! Bizde hem onu yapıyorlar hem onu yapıyorlar. Bu aslında çok trajik bir şey. Çok sayıda insanın maddi imkânı sınırlı ama özellikle belli bir düzeyde olan insanların bunu düşünebilmesi lazım. Belli bilinçteki insanların, “Ben haberi şu internet sitesinden alıyorum ama para vermiyorum. Bunlar nasıl dönüyor?” diye düşünebilmesi lazım. 5 yıl içerisinde bu tür örneklerle çok az karşılaştık. “Bir şekilde yapıyor” deniyor ve çok da fazla dert etmiyor. Bir de Türkiye’de hem medyaya önem atfediliyor hem de medyadan nefret ediliyor.
P: Siyasilerle, özellikle de AK Parti’lilerle olan mülakatlarda, bir özeleştiri çağrısı söz konusu. Peki medya çerçevesinden olaya baktığınızda, bu hissiyatın oluşmasında medyanın mesuliyeti ne? Son 50 yıl içerisinde medya nerede duruyordu? AK Parti şu anki otoriter sürece gelirken, medyanın AK Parti’yi devirmek niyetiyle geliştirdiği tavra karşı bir refleksle mevcut tutumunu meşrulaştırdığı söyleniyor. Türk basını bu özeleştiriyi ne kadar yaptı?
O dönemi çok iyi yaşadım. Refah Partisi’nin ilk başarılı olduğu dönemlerde Milliyet’te, CNN Türk’te, NTV’de, Vatan’da çalıştım. O medya kuruluşları bu partileri hiçbir zaman istemedi. Ben de o partiler üzerine yazdığım için değişik dönemlerde bana da garip garip muamele etmişlerdi. Erdoğan’ın Türkiye’deki o büyük medyaya karşı nefreti aslında haklı bir nefretti. O çok anlaşılır bir şeydi, çünkü medya ondan nefret ediyordu; onu engellemek için elinden geleni yaptı. O da medyaya rağmen kazandı. Ama ondan sonra intikamı öyle bir aldı ki, sonuçta işi kendi hayrına da olmayan bir yere getirdi. Çölleştirdi.
Erdoğan her seçim öncesi son röportajı hep NTV’ye verirdi. Kendisine bağlı birçok yer vardı ama NTV’nin bir saygınlığı vardı. En iddialı mesajlarını derli toplu orada verirdi. Şimdi arada NTV’ye de çıkıyor ama benim haberim bile olmuyor. “Bir yere gitsin ve o gittiği yayını her kesimden izlesin” diye bir şey kalmadı, çünkü gittiği her yerde sorular ve cevaplar belli. 31 Mart öncesinde TRT’de çok izlenen bir Osmanlı dizisinin saatini iptal edip oraya anında canlı yayın koydu, ilçe belediye başkan adaylarını da dizdi ama hiçbir şey olmadı. Sadece, “Diziyi iptal edip canlı yayın yaptırdı” diye haber oldu ama orada söylediklerinin bir anlamı yok, çünkü sonuçta bir challenge (meydan okuma) yok.
P: Basınla ilgili Erdoğan ve AK Parti eleştirisini çok yapıyoruz. Türkiye’nin özellikle sol, liberal, laik medya çevresinde bir özeleştiri yapıldı mı?
O kadar çok halt yendi, o kadar çok şey yapıldı ki… Zaten Türkiye’de böyle bir kültür yok. Buna en çok alet olanların bir kısmı şimdi AK Parti medyasında iş görüyor. Hâlâ atılmayan birçok insan, geçmişte en büyük saldırganlığı yapan insanlar. Bir tarafta öyleleri var bir tarafta da çok halt yiyip sonra bir şekilde zaten yok olan insanlar var. Birçok insan elendi, tasfiye oldu. Beş on yıl öncesinin gazeteci diye akla gelen isimlerinin büyük bir kısmı artık ortada yok. Böyle bir hesabı verecek kimse de yok.
Patron kısmının durumu zaten apayrı. Doğan grubu olayının üzeri Doğan grubu sattırılarak örtüldü. Onun bir muhasebesi yapılmadı. Böyle bir şey beklemek mümkün değil. Ama ben o dönemleri çok içeriden yaşamış birisi olarak biliyorum ki o dönemin gazete patronlarının yatacak yeri yok. Daha sonra da kimileri hızla çizgi değiştirdi ve bunları da en iyi AK Parti’nin üst düzey yöneticileri bilir. Bir de işin içerisinde çok acayip bir Fetullahçılık parantezi var. Eskiden belli bir gücü olan bir medya vardı ve kötü bir medyaydı. Gücünü kötüye kullanıyordu. Şimdi gücünü kaybetmiş bir medya var. Kendine bir güç atfediyor ama hiçbir anlamı yok ve bu medya büyük ölçüde iktidarın denetiminde. Ama iktidarın da hayrına olan bir kurum değil.
AK Parti’liler geçmişteki medyaya kızmakta sonuna kadar haklıydı ama daha sonra yaptıkları Türkiye’de basının özgürleşmesine hiçbir şekilde katkıda bulunmadı. Şu anda gazetelerin hepsinin manşetini topla, bir tane bir yerde birisinin ettiği düzgün bir yorum hepsini silip süpürüyor. Bu anlamda da baktığın zaman, bir an gelecek, “Bir mesajımız var, nereden söyleyelim?” arayışına girecekler ve ondan sonra birtakım yerlerin kapısını çalmaya başlayacaklar diye tahmin ediyorum. Çünkü kendi yerleri artık kendi tabanlarını bile ırgalamıyor. Bizim “objektif haber ve özgün yorum” şeklinde bir iddiamız var. Koronavirüs meselesinde herkes bir yerlerde çıkıp bir şey söylüyor: “Türk geni” diyen, “Kelle paça” diyenler var. Şu ana kadar yaptığımız her yayında sadece ve sadece işinin ciddi uzmanını konuşturduk. İnsanlar ayırt etmeye başlıyor ve gerçekten korona karşısında bir şey yapmak isteyen bazı mecraları takip ediyor. Burada hangi partiye oy verdiğinin önemi kalmıyor.
Konvansiyonel medyada izleyiciye değil, öncelikle yönetime önem veriyorlar. “Benim bu söylediğimi izleyici alır mı, beğenir mi?” değil de, “Bu söylediğime acaba yöneticiler ne der?” düşüncesiyle gittiği için iş, çuvallamış durumdalar. Biz o anlamda eskiden olduğu gibi izleyiciye, okuyucuya hitap eden bir yer olmaya çalıştığımız için belli bir saygınlığımız var. Bu tabii ki Türkiye gibi büyük bir ülkede çok yaygın değil. Ama en azından utanacağımız iş yapmıyoruz. Birçok arkadaşımız işlerini utana utana yapıyorlar. Herkes yanlış yapar ama yalan yapmak, inanmadığı şeyi yazmak başka.
Bir de doğrudan ya da dolaylı olarak otosansür suçlaması yapılıyor. Çoğu insan bizden bir atımlık barut istiyor. Çık masaya, yumruğunu vur: Gazetecilik böyle bir iş değil, insanların bunu anlaması lazım. Gazetecilik soru sormaktır. Herkes, “Onu bırak, sen ne diyorsun?” diyor. Ölçüyü orada kaçırdık. Türkiye’de gazeteciliğin bence en önemli sorunu gazetecilik ile aktivizmin karıştırılması ve aktivizmin her şeyin önüne geçmesi. Aktivizm daha çok muhalefete uygun bir şey. Eskiden buna partizanlık ya da militanlık denirdi. Birçok insan artık bunu tercih ediyor. O yüzden, birçok gazeteci ne zamandır röportaj veya haber yapmıyor ama kendi konuşuyor. Halbuki saha hâlâ çok önemli. Son seçimde 60 ile muhabir yolladık ama şimdi tek bir kişi bile yollamayan insanlar çok daha iddialı konuşabiliyorlar.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.