Dickens: Liliputlar Arasında Modern Bir Gulliver
Zweig, çağının geleneği altında ezildiği için Dickens’ı “modern bir Gulliver” olarak resmeder. Dev adam Gulliver, uyurken cüceler tarafından binlerce küçük iple yere bağlanır. Teslimiyeti kabul etmeden ve ülkenin kanunlarına karşı gelmeyeceğine yemin etmeden serbest bırakılmaz. İngiliz geleneği de, Liliputların Gulliver’e yaptığı gibi, Dickens’ı henüz adı sanı bilinmezken sıkıca sarıp boyun eğdirir.
Stefan Zweig’ın Üç Büyük Usta’sından* Balzac ile başlamıştık. Sırada Charles Dickens var.
Zweig, Dickens’ı anlatırken, onun eşi benzeri görülmemiş bir sevgi halesiyle kuşatıldığının altını çizer. Öncesinde böyle bir hayranlık hiçbir yazara nasip olmamıştır. Ünü her yeri kaplar. Yazdıkları kapış kapış satılır. Eserlerini okuduğu bütün salonlar ona küçük gelir, kiliseler okuma salonlarına dönüştürülür onun için. Halk ile arasında sarsılmaz bir gönül köprüsü kurar.
Öldüğünde bütün İngiltere yas tutar. Londra’yı “sanki bir savaş kaybedilmiş gibi derin bir keder” sarar. Westminster Kilisesi’nde, İngiliz dilinin iki büyük üstadının -Shakespeare ile Fielding’in- arasına gömülür. Mezarı her yerden gelen ziyaretçilerin akınına uğrar, çiçek ve çelenk yağmuruna tutulur. Bütün bir İngiliz dünyası, onu hayatının her anında, büyük bir tutkuyla sever, bağrına basar.
Zweig, onun eserlerinin bu denli etkili olmasının altında, iki faktörün -deha ve geleneğin- sihirli birleşiminin yattığını belirtir. “Dâhi bir insanın kendi çağının geleneğiyle özdeşleşmiş olması.” Deha ve gelenek, çoğunlukla birbirlerini iterler. Dâhi, genellikle kendi çağına ters düşer. Dickens’ın ayırt edici özelliği, hem deha seviyesinde bir edebi yaratıcı olması ve hem de kendi zamanının zihinsel ihtiyacını bütünüyle karşılamasıdır. Onun eserleri, dönemin İngiltere’sinin zevkini yansıtır ve İngiliz geleneğini maddeleştirir.
İngiliz geleneği, Zweig’a göre, dünyanın en güçlü, en başarılı geleneğidir; mensuplarına hükmetmede ve onların hayatlarını biçimlendirmede, diğer geleneklere kıyasla daha belirleyicidir. O nedenle, İngiliz geleneğinin duvarları aşmak ve içindeki İngilizliği söküp atmak isteyenler, her zaman ağır bedeller öderler.
Dickens, öyle bir kavgaya girişmez; aksine İngiliz geleneğinin içine kurulur. Zira kendini bunun içinde rahat ve mutlu hisseder. O, bir devrimci değildir; asla İngiltere’nin sanatsal, ahlaki ve estetik sınırlarını aşmaya yeltenmez. İki Dickens vardır içinde; biri sanatçı dehasına sahiptir, diğeri İngiliz geleneğine düşkündür. İçindeki bu iki Dickens çok iyi anlaşırlar ve zamanla sanatçı olan, İngiliz olanın içinde dağılır.
“Dickens’ın ortaya koyduğu şey, yüzlerce yıllık İngiliz geleneğinin temelleri üzerinde sağlam ve güvenli bir şekilde duruyor; kafasını asla bir karış yukarı çıkarmamıştır, ama yapıyı çekici bir mimariyle beklenmedik bir yüksekliğe ulaştırmıştır.” (s. 53)
“Tok İngiltere’nin tedbiri”
Zweig, Dickens’taki bu gelenek bağlılığını, onun yaşadığı çağla açıklar. Shakespeare, değişim çarkının hızla döndüğü, bütün dünyanın yeni değerlerle sarsıldığı ve İngiltere’nin dünya imparatorluğu yolunda hızla ilerlediği bir dönemin, Elizabeth Çağı’nın çocuğuydu. Zamanın irade koymaya ve eylem yapmaya taraftar ateş saçan duyguları Shakespeare’in satırlarında ifadesi buluyordu.
Oysa Dickens, İngiltere İmparatorluğu’nun zirvesi kabul edilen Victoria Çağı’nın oğludur. Onu frenleyen içinde bulunduğu dönemdir. Çünkü hırsları büyük oranda tatmin edilmiş, heyecanını dindirmiş ve tutkusu seyrelmiş bir devletin vatandaşıdır. İngiltere artık, başı sonu belli olmayan maceralardan uzak durmak ve düzenli bir hayat sürdürmek arzusundadır. Yeni kazanımlar elde etmek için sağa sola atılmaktan ziyade kazandıklarını hazmetmek derdindedir. İşte İngiltere’nin bu dinginlik ve huzur arayışı, en yetkin haliyle Dickens’ta ifade edilir ve onu erişilmez kılan da bu olur.
“Hiçbir zaman tedbiri elden bırakmadı ve anayurdunun, alışılmışın, geleneksel olanın yanında kaldı. Shakespeare nasıl hırslı İngiltere’nin cesaretiyse, Dickens da tok İngiltere’nin tedbiridir.” (s. 53)
Dickens İngiltere’sinde; mutluluğun rahat rahat seyretmekle, estetiğin terbiyeyle, duyarlılığın erdemlilikle, ulusallık duygusunun sadakatle ve aşkın da evlilikle özdeşleştiğini söyler Zweig. İngiltere doygundur ve halinden memnundur; böyle bir toplum, sanattan konforlu, dostane ve sindirimi kolay yapıtlar üretmesini bekler ve bu beklentiyi doyuracak dâhisini de bulur. Nasıl ki Elizabeth İngiltere’si Shakespeare’ini bulmuşsa, Victoria İngiltere’si de Dickens’ını bulur.
Doğru zamanda doğmak, Dickens için hem bir talihtir hem de talihsizlik. Talihtir; çünkü zamanın duygularına tercüman olmak ona tez zamanda şan-şöhret kazandırır. Talihsizliktir, çünkü zamanın geleneğinin boyunduruğuna girmek, onun kendini tam anlamıyla gerçekleştirmesini ve hudutlarının ötesine geçmesini engeller.
Zweig, çağının geleneği altında ezildiği için Dickens’ı “modern bir Gulliver” olarak resmeder. Dev adam Gulliver, uyurken cüceler tarafından binlerce küçük iple yere bağlanır. Teslimiyeti kabul etmeden ve ülkenin kanunlarına karşı gelmeyeceğine yemin etmeden serbest bırakılmaz. İngiliz geleneği de, Liliputların Gulliver’e yaptığı gibi, Dickens’ı henüz adı sanı bilinmezken sıkıca sarıp boyun eğdirir.
“Başarılarla onu İngiliz toprağına iyice bastırmış, onu ün girdabına çekmiş ve böylece elini kolunu bağlamıştı… Alkışlardan, yalın başarılardan ve sanatçı iradesinin gururlu bilincinden oluşan bu son derece karışık bir şekilde örülmüş yüzbinlerce ağ, onu İngiliz toprağına sıkıca bağlamıştı, ta ki teslimiyeti kabul edene ve ülkenin ahlaki ve estetik kanunlarına asla karşı gelmeyeceğine ant içine kadar. Dickens İngiliz geleneğinin, burjuva zevkinin boyunduruğu altında kaldı ve Liliputlar arasında modern bir Gulliver oldu. Bu dar dünyanın üzerinde bir kartal gibi süzülebilecek olan hayal gücü, başarının prangalarınca kösteklendi.” (s. 56)
“Tanrım, ne istiyor bunlar?”
Fakir ve zor bir çocukluk geçirdikten sonra katettiği mesafeden duyduğu memnuniyet Dickens’ın sanatsal ufkunu daraltır. Dindardır, saygılıdır, iyilikseverdir. Vardığı noktadan razıdır, çok fazla şey istemez; cezalandırmak, kışkırtmak, sarsmak gibi duygularının peşinde koşmaz. Tanrı ile hesaplaşmak ve onun dünyasının yerine kendi dünyasını kurmak gibi büyük iddialar taşımaz. Sanatının tek ahlaki gayesi; yoksullara, terk edilmiş ve unutulmuş çocuklara, toplumda zayıf olanlara yardım etmektir.
“Bunun için yaşam tarzını iyileştirmek istiyordu. Ona karşı çıkmıyor, devletin normlarına karşı ayaklanmıyor, tehdit etmiyor, bütün bir ulusa, kanun koyucuya, vatandaşa, bütün toplumsal anlaşmaların sahteliğine karşı yumruğunu sallamıyor, tersine açık bir yaranın şurasına burasına parmağıyla işaret ederek dikkat çekiyordu.” (s. 57-58)
Dickens’ın amacı, yıkmak ve yeniden kurmak değildir; onun çabası düzeltmek ve iyileştirmek yönündedir. Temele inmez, kök nedeni bulup onu yok etmeyi gözü kesmez; adaletsizlikleri törpülemeye, acıları azaltmaya ve yaraları sağaltmaya gayret gösterir. Kahramanları da onun gibidir; Balzac’ın hırs küpü ve gözünü iktidar bürümüş karakterleri ile Dostoyevski’nin dünyaya meydan okuyan karakterlerine yer yoktur Dickens romanlarında.
“Dickens’ın insanlarının hepsi mütevazıdır. Tanrım, ne istiyor bunlar? Yılda 100 pound, sevimli bir eş, bir düzine çocuk, dostlar için donatılmış güzel bir masa, Londra civarında, penceresi yeşil bir manzaraya bakan, küçük bir bahçe içinde bir kır evi ve bir avuç mutluluk. Onların ideali sıradan bir burjuva idealidir. Dickens’ta bununla yetinmek zorunludur.” (s. 58-59)
Orta halli olanı, alışılmış olanı sever Dickens; zenginlerden, aristokratlardan, doğuştan ayrıcalıklı olanlardan nefret eder. Şahsi yaşamında onlardan hiçbir iyilik görmemiştir, eserlerinde onları karikatürleştirir. Hoşlanmadığı bu kesime karşı hoşgörü göstermez, onları cimri, aç göz ve alçak tipler olarak çizer.
O, güç ve kasvetli günlerinde yalnızca küçük insanlardan yardım gördüğünden romanlarında da bu insanlara, yoksullara ve çocuklara yardım etmek ister. Kahramanlarını onların arasından seçer. Karakterleri düz, kahramanları açık ve seçiktir. Olay örgüsünde belirsizliğe yüz vermez, betimlemeleri keskindir; bir kişi ya iyidir ya da kötü, iyilikten kötülüğe gidip gelen enteresan tiplerden hazzetmez.
Dickens, insana sürekli bir güven duygusu verir. Karanlığın en koyu anında bile bir aydınlık ihtimalini daima canlı tutar. Kahraman, uçuruma doğru sürükleniyor olabilir ama nihayetinde, merhamet ya da adalet duygusuyla bezenmiş biri, kahramanı uçurumun kenarından alıp kurtaracak, onu düzlüğe çıkaracaktır. Merhamet ve adalet eninde sonunda galebe çalacaktır; iyiler hak ettiği ödülü alacak, kötüler gerekli cezayı bulacaktır.
“Dickens da, ne yazık ki, romanlarının çoğunda bu adaleti devralmıştır; onun alçakları boğulurlar, birbirlerini öldürürler, kibirliler ve zenginler iflas eder ve kahramanlar sıcak yünlerinin arasında otururlar.” (s. 71)
Dickens’ın yapıtlarına rengini veren bu dünya görüşü; hür bir sanatçının adaletine değil, Anglikan bir vatandaşın adaletine dayanır. Geleneğe ve ahlaka bu denli yaslanma, Zweig’a göre, Dickens’ın trajik bir roman yazmasını sağlayacak ilhama ulaşmasını imkânsızlaştırır. Dickens, duygularını serbest bırakmaz, onları her daim kontrol eder, gözetim altında tutar, sansürler. Elbette bu karşılıksız kalmaz; misal, Dickens öldüğünde Winchester Piskoposu, kitaplarının rahatlıkla her çocuğun eline verilebileceğini söyleyerek onun eserlerini över.
“Ama işte tam da bu, yalnızca hayatı gerçekliği içinde göstermeyip çocuklara nasıl gösterilmek isteniyorsa öyle göstermek onun ikna gücünü zayıflatmıştır. İngiliz olmayan bizler için onun eserleri fazlasıyla ahlakidir. Dickens’ta kahraman olabilmek için insanın bir erdem yumağı, bir püritanizm ideali olması gerekir… Onun en sapkın karakterleri bile aslında zararsızdır… Dickens’ta alçaklar bile hakiki anlamda ahlaksız değildir, onlar bile bütün kötü içgüdülerine rağmen sönüktürler. Bu İngiliz maneviyat yalanı onun eserlerinde bir damga gibi durur; ikiyüzlülüğün görmek istemeyen şaşı bakışları, Dickens’ın gerçekleri hisseden bakışlarını başka yöne çevirir.” (s. 72)
“O, bu dünyadaki mutluluğu çoğaltmıştır”
Çocukları ve çocukluğu sevmek, Dickens’ın alamet-i farikasıdır. O, insan varlığının en temiz parçası olarak gördüğü çocukları gerçekten çok sever. Hatta sadece çocukları değil, çocuksu kişilikleri, çocuk gibi davranan engellileri de sever, romanlarında onlara hususi bir anlam biçer. Çocukluk, onun romanlarında bir cennettir; bu nedenle bazı kahramanlarını istemeden gerçek hayata salar, çok sevdiği bazı kahramanlarını ise acılara teslim etmez, onları hep o cennette tutar.
Bir yazarı, bir eseri değerlendirirken onun kitlelere nüfuzunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Dickens’ın etkileyiciliği, bu bağlamda, sıra dışıdır. Zengini de fakiri de, onunla güler, onunla ağlar ve onunla düşünür. Dolayısıyla Dickens’ın eserleri, edebi olanın üstünde bir tesir bırakır; bireylerin ve devletin davranış ve politikalarına dokunur. Mesela Oliver Twist yayınlandığında, sokak çocuklarına daha fazla sadaka verilir, hükümet düşkünler evlerini düzeltir ve özel okulları denetim altına alır. Zenginler vakıflar kurar, taş kalpler biraz da olsa yumuşar.
“İngiltere’deki merhamet ve iyilik Dickens sayesinde güçlenmiş, sayısız yoksul ve mutsuzun kaderi değişmiştir.” (s. 79)
Zweig, bu nedenle, bir başkası hakkında bu netlikte söyleyemeyeceğimiz bir yargıyı, onun için söyleyebileceğimizi belirtir: “O, bu dünyadaki mutluluğu çoğaltmıştır.”
Dünyadaki mutluluğu çoğaltmak! Ne kadar hoş, ne kadar kıymetli bir hüküm!
Estetik ve sanatsal değerinden bağımsız olarak, salt bu somut ve müspet çıktı bile Dickens’ı çok özel bir yere koyar.
* Stefan Zweig, Üç Büyük Usta, Çeviri: Nafer Ermiş, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017.