Dilin Kirlenmesi

Hakikatin kriteri her zaman iletilebilir ve söylenebilir olmasında aranmaz. Tanım gereği böyledir bu. Çünkü söz de fenomenal her deneyim gibi kendini ancak sınırlı bir malzemeyle sunar, onunla tanımlar. Tam da bu sebeple bir şeyleri ifade ederken mutlaka bir şeyleri gizler, dışarıda bırakır ve hakikatin üzerini örter.

Dilin Kirlenmesi

“Hakikat nesneldir ve dile yatkın değildir” – T.W. Adorno
“Her dilin kendine göre suskunluğu vardır”. – E. Canetti

 

“Eylem her şeydir” der Nietzsche. Bununla “neden-sonuç” ilişkisi olarak bilinen şeye, dilin bir yanılsamasına işaret eder. Adına “nedensellik” de denilen ve birbirini tetikleyen “iki ayrı şey” değil, gerçekte tek ve aynı şey vardır. Bu da doğanın birliğidir.

 

“Sanki güçlünün ardında gücü dışa vurup vurmama konusunda özgür olan kayıtsız bir alt katman varmış gibi. Yok ama böyle bir alt katman; eylemin, etkimenin ardında bir varlık yok. Eyleme eylemci sonradan eklenmiş bir uydurmaca sadece.” (Nietzsche, 2020: 38)

 

Ve sonra “dilin baştan çıkarıcı etkisi altında gelişen bilim; insan doğa ilişkisi ve insan bilgi ilişkisi dâhil her şey hep bu düzlemde, nedensellik ilişkisi altındaki bu ikilemde” arandı diye devam eder. Gazali’nin “iktiran” dediği bu “a causal” ilişki, bu “yanyanalık” hatalı biçimde nedensellik olarak anlaşılır.

 

Hâlbuki “sebep” olarak gördüğümüz bu ilişki bir yanyanalıktan başka bir şey değildir. Bu yanyanalıkta faktörlerden ilki doğanın kendisi, öznesi olmayan bir kendiliğindenlik; “sonuç” olarak gördüğümüz ikincisi ise, pekâlâ onun doğasından gelen bir yansıma, tepkimedir.

 

Dilin Söylediği

 

Bir de dilin doğası vardır. Bunu siz “mantık/akıl” olarak da anlayabilirsiniz. Bilme, anlama, yorumlama ve yeni sonuçlara varmanın olmazsa olmaz bir aracı olan “dil” de doğası gereği her şeyi ancak kendi sembolleriyle “sebep-sonuç ilişkisi” içinde yeniden yorumlar, ona kendi rengini verir. Bu da onun doğasıdır.

 

Dil, varlığa “yeni adlar ve rengârenk oyuncaklar vererek” katılır oyuna. Bu varlığın dile aktarılması, tercümesi değildir sadece; bu aynı zamanda dilin varlıkta hareketi, onu yeniden yorumlaması, yeni adlar ve renklerle bezeyerek yeniden üretmesidir.

 

Bu, öznesiz rasyonelliğe öznenin katılması, ona kendi rengini vermesidir. Fakat mesele bu kadar basit ve yalın değildir. Bir kere özne derken, sahiden de özne özerk bir özne olarak mı, başka dolayımlar altında mı deneyimler kendini? Sorulması gereken soru budur. Çünkü sonsuz bir dolayım yelpazesidir varlığa rengini veren.

 

İşte, öznenin varlıktaki hareketi bu dolayım çerçevesinde belirlenir. Bu süreçte varlık sadece kendi doğal seyri ve kendiliği içinde tespit edilip algılanmaz, her seferinde yeniden üretilir. Varlıkla dil ilişkisi tam da bu yüzden nesnel değil, spekülatif ve yoruma açıktır. Bu, ontolojiyle episteme ve onun en ayrıcalıklı aracı olan dil arasındaki diyalektik ilişkiden dolayı böyledir.

 

O yüzdendir ki, hakikatin kriteri her zaman iletilebilir ve söylenebilir olmasında aranmaz. Tanım gereği böyledir bu. Çünkü söz de fenomenal her deneyim gibi kendini ancak sınırlı bir malzemeyle sunar, onunla tanımlar. Tam da bu sebeple bir şeyleri ifade ederken mutlaka bir şeyleri gizler, dışarıda bırakır ve hakikatin üzerini örter.

 

Dilin Bağlamları

 

Dil kendini sınırlı bir malzemeyle sunar sunmasına da dile gelen deneyimin kendisi, o hangi süreçlerin ürünü olarak bilince yansır? Ya nöral sistem çocuğun doğum öncesi, doğum esnası ve doğum sonrasındaki yetersiz beslenme vs. gibi ilkel ve hastalıklı süreçlerle malul, onlarla illetliyse o zaman ne olacak? Veya sağlıksız kentleşme ya da antidemokratik baskıcı rejimlerin çarpık sosyalleşme süreçleriyse bütün deneyimleri belirleyen?

 

Bütün bunların dışında bireyselliği sıkı sıkıya baskılayan otomat süreçler de olabilir deneyimleri belirleyen. Bütün bunlar ve daha fazlası tanım gereği fenomenal bir süreç olan her bir deneyim ve bu deneyim sonucu ortaya çıkan dilin içerik ve yapısını etkiler.

 

Dikkat edilirse burada hem dilin varlığa doğru hareketinde hem de kendine doğru hareketinde iki farklı süreç işlemektedir. Dilin varlığa doğru hareketi olan ilkinde dil, bizatihi olgu olarak varlığı belirlerken; dilin varlıktan kendisine doğru hareketi olan ikincisinde dil, hem deneyimin kendisi hem de arkada fon müziği gibi duran dilin yapısı tarafından belirlenmektedir.

 

Dilin varlıktan kendine doğru değil de varlığa doğru hareketinde devreye giren bu tür süreçler, varlığın kendisinin sadece maddi anlamda değil, manevi anlamda da çökmesi, kirlenmesi anlamına gelir.

 

Dilin Hapsedilmesi

 

İnsan, varlığı dil içinde deneyimler. Birey de “geneli ancak, tikel insan bilincinin hareketinde kavrayabilir”. Bireysellik lağvedilirse, geriye “bilinçsizce emirleri uygulayan bir özne kalır”.

 

“Doğu’da birey fikrinde cereyan eden teorik kısa devre, bütün kolektif baskıların mazereti olmuştur. Parti, hezeyana kapılmış ve yıldırılmış dahi olsa, salt üye sayısı sayesinde, bilme gücü açısından her bir bireye a priori olarak üstün sayılır.” (Adorno, 2014: 52)

 

Oysa bazen yalıtılmış, kültür ve ideolojiyle kirlenmemiş birey, çoğu kez parantez içindeki kültürel kafesten çok daha fazlasını görebilir veya bir muhalif.

 

“Bir muhalifin keskin imgelemi, burnunun üzerinde pembe gözlük oturtulmuş ve baktığı her şeyi hakikatin genelliği sanan ve ilkelleşen bin gözden daha fazlasını görebilir. Bilginin bireyleşmesi buna direnir. Bundan, yani farklılaşmadan etkilenen sadece nesne algısı değildir.” (Adorno, 2014: 52)

 

Buradaki “pembe gözlük” bazen örgütlü aklın bir şekli olarak düşünülebileceği gibi bazen de bir ideoloji, kesin inanç, kültürel bir kafes veya dünya görüşü ya da inanç da olabilir. Bunu ifade ederken rasyonel (örgütlü akıl) veya irrasyonel (ideoloji, kesin inanç, zihniyet vs.) -irrasyonel ifadesini burada tüm boyutlarıyla aklın erişimine açılmayan bilinçdışı süreçler anlamında kullanıyorum- süreçlerin tamamını yadsıyor değilim.

 

Burada anlatmaya çalıştığım şey bütün bu süreçlerin başta dil olmak üzere dil üzerinden hayatı ve nihayet topyekûn hakikati kendi inhisarına alması, sadece kendi bağlamına hapsetmesidir. Bilme ve gerekçelendirme biçimlerinden sadece birini, belli bir şeklini esas alan bu tür bir durum, aslında çok daha temel bir hakkı, Tanrı vergisi olan doğuştan gelen bir hakkı, “insanın eşyayı tasarruf etme hakkını” da lağveder.

 

Tanrı bile artık sadece Kilisenin izin verdiği kadarıyla deneyimlenir ve o bağlamda tedavüle girer. O’nun bile belli bir şekle sokulduğu bir durum vardır artık. Oysa O, “ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa” (K.K: 31/34) anlatılamayacak, tasvir edilemeyecek olan değil midir?

 

“Kim ona bir isim verebilir?
Ve kim ikrar ile diyebilir:
‘O’na inanıyorum!’
Ve kim hissedip derinden,
Demeye cüret edebilir yürekten:
‘O’na inanmıyorum!’
Her şeyi kucaklayan,
Her şeyi tutan, kucaklayıp tutmuyor mu?
Seni, beni ve kendi kendini?
Üstümüzde gök kubbeleşmiyor mu?
Altımızda yer sapasağlam durmuyor mu?
Ve ölümsüz yıldızlar göklerin derinliğinde,
Doğmuyor mu, tatlı tatlı bakarak bize?
Bakmıyor muyum ben de gözlerinin içine?
Ve hücum etmiyor mu her şey, senin
Aklına ve kalbine girmek için,
Ve etrafında görünen görünmez şeyler
Ebedî bir muamma olarak dolaşmıyor mu?
Yüreğini olabildiğince doldur bunlarla
Ve eğer bahtiyarsan bu duygularınla
O zaman istediğin adı ver sen O’na,
İster saadet, ister kalp, ister aşk, ister Tanrı de!
Ben isim bulamadım bu sırr-ı hilkate!
Duygu her şeydir;
İsim, bir kuru akis ve duman,
Kızıl şafakları sisle kaplayan.

 

Nietzsche, dile metafiziktir derken haksız değildi. Oysa insan tek nüsha idi; teksir edilemeyen, biricik! Dil oyunları ve bilhassa üniforma giydirilmiş bir dil, tek kelimeyle bütün çağrışımların tek bir şekle indirilmesinden başka bir şey değildir.

 

Bir de her şeyin tek bir merkeze, politik ihtiraslara teslim edildiği totaliter rejimlerin paket programlarıyla koşullanmış dil ve dil oyunlarını tasavvur edin. Bu tür durumlarda varlığa anlam ve semboller yükleme hakkı tek bir merkeze, iktidar elitlerinin ihtiraslarına terk edilir.

 

Sartre gibi varoluşçu düşünürler tam da bu yüzden her şeyi “egemen pratiğin”, yani iktidarın müsamaha göstermediği “kendilikte” temellendirme gereği duymuştur. Burada kendilik olarak tasavvur edilen deneyim, özgürlüğün ta kendisi, Tanrı vergisi “emanetin” muhafaza edilmesi ve o emanet üzerinden varlıkla ilişki kurulması demektir.

 

Oysa “doğuda birey fikrinde cereyan eden teorik kısa devre”, bireyin kendini kendi üzerinden değil de kendini bypass ederek başkaları üzerinden deneyimlemesi sonucunu verir. Bu durum sadece yaşanan hayatın tekrar be tekrar aynıyla deneyimlenerek taşlaşmasını değil, aynı zamanda içeriğin de yitimini netice verir.

 

Ya Demokrasi

 

İmdi, bir de bütün deneyimlerin demokrasi indeksinin son derece düşük olduğu bir ülkede, parti veya devlet dolayımında yapıldığı bir toplum varsayalım. Ve aynı ülke çevre duyarlılığı, gelişmişlik ve ekonomik refah gibi konularda çok arka sıralarda, buna mukabil insan hakları ihlalleri, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve yolsuzluk indeksi gibi konularda zirvede olsun.

 

Bireylerin hayatı bu değerler seti üzerinden deneyimlediği bir vasat. Burada hayatın kendisi kirlendiği için deneyim, deneyim kirlendiği için de dil kirlenecek ve sonuçta bütün bir toplum hayatı bu kavramlar ve onların çağrışımları üzerinden üreteceği için sonu gelmez bir kısır döngüye girilecektir.

 

Bu döngüyü ancak büyük put kırıcılar tersine çevirebilir, İbrahim gibi büyük put kırıcılar!

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.