Dindar Gençler ile Hasbihal
Yegâne endişemiz öncelikle İslami şiar ve kavramların itibarsızlaştırılmış olmasıdır. Dünün devrimci/inkılabî kavramlarının -üstelik bugünkü sorunlarımızı da ziyadesiyle çözme kabiliyeti varken-, bugünün cürümlerini maskelemede kullanılıp yeni nesillere hitap etmekten uzak bir iklimin oluşmuş olmasıdır. Evrensellik iddiasında olan bir dinin müktesebatının bu hale düşürülmüş olması hepimizi kaygılandırmalı; İslam’ın itibarsızlaştırılmasının bizzat “içeridekiler” tarafından görünür hale sokulmasına ciddi bir karşı çıkışın konusu olmalıdır.
İnsanoğlu tercihlerinde sebepler/bahaneler arayıp bulmakta zorlanmaz. “Şüphesiz her nefis ne yapıp öne sürdüğünü, ne yapmayıp geride bıraktığını bilir”; (İnfitâr 5) birtakım özürler ortaya atsa da…
Bu dönemde de, “Ama”lı cümlelerin birbirini kovalaması ve zihinleri altüst etmesi gayet doğaldı. Kimlikler ve kimlikçi tercihler; kayıp-kazanç ikilemleri; korkular ve sanrılar; muhayyel olanın fiili olanı maskelemesi; hepsi bizim gerçekliğimiz. Hiçbiri yabana atılası değil.
Seslenişimiz; yalın şekilde “Kimlik mi ilkeler mi?” sorusunu kendine sorup cevap arayanlara. Zira zamanın ruhu bizi/sizi/hepimizi “Kurtlu Bulgur’a tahammül” ile “Emr-i bi’l Ma’ruf Nehyi An’il Münker” (İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmak) arasında tercihlere zorlamakta.
A’râf Suresi’nde, yakın çevrelerinin tüm engelleme çabalarına karşın muktedirleri uyarmaya gidenlerin ortaya koyduğu ilkesellik, yani; “Umulur ki öğüt alırlar ve Rabbimize karşı mazeretimiz olur” şiarı, başka bir rehbere ihtiyaç bırakmamakta. Adalet, vicdan ve merhamet ehlinin, bu tür bir çaba içinde olmaktan başka bir hedefe yönelmediğimizi kavrayacağını umut etmekteyiz.
Ezberlerin sorgulanması, düşünsel konfor alanlarından çıkılması gerektiği; dünden bugüne, bugünden yarına tartışmamız gereken pek çok konu olduğu ise izahtan vareste. Elbette her fikir ameliyesi, -bütünlük ve tutarlılık kazanmaya gayret ederken- kendi içinde eksiklerini ve zaaflarını barındırabilir. Dolayısıyla bu satırlar da birlikte “neleri tartışmamız gerektiğini” teklif etmektedir.
Neyi, nasıl tanımlarsak tanımlayalım; sadece fıtrat ve vicdan açısından bile baktığımızda bir zihniyet ve ondan kaynaklı bir ahlâk sorunu yaşadığımız inkâr edilemez bir gerçektir. İleride “Dün neden bunları tartışmaya açıp bizleri uyarmadınız!” diye sorabilecek olanlara bir hatırlatma çabasıdır bizimkisi.
“Neden ağırlıklı olarak iktidar eleştirisi?” diye soracak olanlara da şimdiden söyleyelim: Yegâne endişemiz öncelikle İslami şiar ve kavramların itibarsızlaştırılmış olmasıdır. Dünün devrimci/inkılabî kavramlarının -üstelik bugünkü sorunlarımızı da ziyadesiyle çözme kabiliyeti varken-, bugünün cürümlerini maskelemede kullanılıp yeni nesillere hitap etmekten uzak bir iklimin oluşmuş olmasıdır. Evrensellik iddiasında olan bir dinin müktesebatının bu hale düşürülmüş olması hepimizi kaygılandırmalı; İslam’ın itibarsızlaştırılmasının bizzat “içeridekiler” tarafından görünür hale sokulmasına ciddi bir karşı çıkışın konusu olmalıdır.
“Bu muhafazakâr iktidar İslam’ı temsil etmiyor ki” diyenler de çıkabilir. Onlara da meselenin içeriden değil dışarıdan nasıl göründüğünün daha önemli olduğunu hatırlatmış olalım. Tespiti bu olanların, üzerlerine daha fazla sorumluluk düştüğünü ve adil şahitlik misyonunu her zamankinden fazla üstlenmeleri gerektiğinin de bir kez daha altını çizmiş olalım! Yani, mademki bu iktidar bizim ideallerimizi temsil etmiyor; o halde bu “kurtlu bulgur”a tahammül daveti çıkaranlara da iki çift sözümüz olmalı değil midir?
“Kimlikçilik”in İlk Günahı
84 milyon nezdinde düşündüğümüzde ise, fiili olan ile muhayyel olan karşımıza dikilmekte. “Muhayyel korku”yu “fiili gerçeklik”e maske yapanların, bizlerin vicdanlarına susturucu takmayı nasıl başardıkları üzerine düşünmek kadar; bir imza ile, bir KHK ile, bir yasa ile milyonlarca insanın kaderini belirlemeyi sürdürenlerin mi yoksa ileride muhtemel cürümleri işleyecek olanların mı gündemimizin merkezinde olması gerektiği üzerine düşündürtmek olmalı çabamız. Hele ki, zamanın ruhu o “muhayyel korkuları”, “endişeli muhafazakârlar”ın travması haline getirip, o travmadan hiç çıkmamasını salık verirken.
Unutmamalıyız ki her “kimlik”in kendini koruma içgüdüsüne yaslanarak işlediği ilk günah; “başkaları”nın başına gelenlere umarsızlıktır! En insaflılarının bile “mış gibi” yaparak, o umarsızlığa dolaylı katkılar yapmasıdır. Ki o umarsızlıktır ki, “kazanımları koruyalım” derken, yozlaşma değirmenine meşruiyet suyu taşımanın da günahını temsil eder. Sükût salt ikrardan değildir belki ama vebali de ortadan kaldırmaz.
Milyonlarca insana dönük adaletsizlikler, hukuksuzluklar, eşitsizlikler, yoksullaştırmalar, hakkı gasp etmedeki pervasızlıklar, emanete hıyanet ve kibir ritüellerine karşın -kim gelirse gelsin hiçbir şeyin değişmeyeceği zımni inancıyla- sistemik yozlaşmaya tahammül refleksleri sergilenir.
Oysa hiçbir kimliğin endişesi sistemik yozlaşmadan daha efdal ve daha önemli değildir. Aslolan, kimlik sahiplerinin kendilerini bu yozlaşma karşısında doğru yerde konumlanmaya aşılamasıdır. “Kimlik”lerine bu meyanda yolculuk yaptırmalarıdır aslolan; yoksa sürekli başkalarının çelişkilerinden ya da geçmiş günahlarından kendilerine meşruiyet halesi oluşturmak değil.
“Değişim”e Güvensizlik ve Kazanımları Kaybetme Korkusunu “Ahlâkîleştirmek”
Peki neden; sistemik yozlaşmanın ne olduğu, nasıl geliştiği, tercihlerimizle ilgili bir mukadderat, günahı sadece muktedire yüklenecek bir vebal olup olmadığı ve nasıl ıslah edilebileceği üzerine kafa yormaktansa, sürekli dikotomiler, karşıtlıklar üzerinden konum ve pozisyon koruma motivasyonuna sığınılır?
İlk cevabın, çözülemeyen sorunlar karşısında kimliği ve sınırlarını mutlaklaştırıp, değişime direnç ve başkalarının da değişmeyeceğine dönük kesin kanaat olduğu ifade edilebilir. Bu bir sanrı mıdır yoksa tarihin yasası mı? Bu tutum, bu düşünüş ve inanç biçimi açıkça kolaycılık ve tembelliğimizi örten bir sanrı değil midir? “Denemesi risklidir” denebilir; “çok zaman alacağı” ifade edilebilir ama bu zannı bir yasaymış gibi kabullenmek, üzerine düşünülmesinden korkulan ne tür bir kaderciliktir?
İtiraf edelim ki eksik olan şey “yapabilme azmi ve takati”dir. Özgüven eksikliğidir. Bu da, kendini kimlikçi konularda geliştirmiş olmayı yeterli görüp, başkalarıyla geliştirilebilecek ilişkilere, hukuka, “tanış olma” güdüsüne bir karşı koyuş sergilemektir aslında. Sürekli öfke nöbetleri içinde olan birinden başkalarına iyilikle, hoşgörüyle, empatiyle yaklaşmasını beklemedeki beyhudelik gibi bir durumdur bu. “Benden kimse güler yüz beklemesin, mizacım bu” diyen birinin durumu gibi ya da. İyi ama ya hayatımızın merkezinde olduğunu iddia ettiğimiz kitabın öğütlerini nereye koyacağız? Mesela “Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!”
Bu tutumu meşrep genişliği ve taviz gibi algılayan bir zihin yapısı, kimliğine de sınır çizmiş olmaz mı? Oysa ne kadar açık, net ve sarih değil mi? Acaba Kitab-ı Mübin bunu sadece sokakta birbiriyle rastlaşmış iki kişi adına mı söylemekte? Ya da adabı muaşeret kuralı olarak mı anlatmakta? Yoksa aralarında farklılıklar bulunan toplumsal kesimler arası ilişkilerde o ilişkiden hasıl olacak bir fayda, bir gelişme, bir bereket sağlama amacıyla mı zikretmekte? Kolay olmadığı, zor olduğu kesin. Zaten ayetin devamında da “Bu sonuca ancak sabırlı olanlar ulaşabilir, yine buna ancak (hayırdan yana) büyük pay sahibi olanlar ulaşabilir” diye de eklenmekte.
Bu arada, insanlık tarihiyle eşdeğer bu gerçekliğin vahiyden başka kaynakları da vardır. Çeşitli bilim dalları da bu konulardaki araştırmalarını derinleştirmiştir. Yani aklın ve vicdanın yolu da birdir! Tıpkı ‘Atalar dini’ni eleştiren ayetler gibi; tıpkı insanı ‘Değişim’e odaklayan Ra’d 11 gibi (Bir toplum kendinde olanı -kendi aklı ve iradesiyle- değiştirmedikçe, Allah da o toplumu bulunduğu halden başka bir hale koyacak değildir).
Hiç şüphesiz “değişim” olgusu sorunlar ve ihtiyaçlarla birlikte belirlenir ve verili kimliğin sınırlarını zorlamak gibi riskler de içerir ki, buna ihtiyaç duymayanlar bu satırların ne anlama geldiğini anlamak istemeyecektir.
Bu bağlamda ikinci cevap ise, “kayıp korkusunun ahlâkîleştirilmesidir.” Bunda, içinde bulunulan kimliğe dönük bir istiğna da yatmaktadır. O asla zemin kaybetmemeli, gerilememelidir. “Ötekiler” karşısında safları korumalıdır. Kırmızı çizgileri sorgulanmamalıdır. Kırmızı çizgilerinin yüzölçümü de sorgulanmamalıdır. (Bu durum kimlik içi kimlikler için haydi haydi geçerlidir: “Hepsi kendi yanlarında olan -fikirler, ideolojiler, önyargılar, kabuller, ezberler, kitaplar, gelenek- ile sevinmekte/böbürlenmektedir!”- Rûm, 32) Bu kavrayış ve sözde ahlaki pozisyona göre, dünya ancak, bize benzeme istidadı göstermeye meyledenler çoğaldıkça değişim içine girer.
Muhayyel Korku vs Fiili Gerçekler
Mesela kimlikçi nefis şunu fısıldar: “Yozlaşma hangi seviyede seyrederse seyretsin, hangi kahredici düzlemde ilerlerse ilerlesin ‘bizimkiler’ kaybetmemeli.”
Bu şuuraltının ana motivasyonu “bizimkiler”den de, “kazanımlar”dan da ötelerdedir. Bu tutumu “ahlâkî” bir zorunluluk olarak görür. (İçinde ‘itaat’in, ‘sadakat’in, ‘vefa’nın -sorgulamaları engelleyen- olumsuz karşılıklarının olduğu bir “ahlâkîleştirme”!) Her ne kadar ahlâkî bir tutum olmaktan öte, bütün kimlikler için geçerli olan bir dürtü olsa da. Kimlikçi, merkeze “öteki” karşıtlığındaki kendi kimliğini koyduğu için, tutumu ahlâkîleştirmek adına birtakım dayanaklara yaslanır. “Geçmişin başarıları” ve “geleceğe dair haklı-haksız korkular” bu dayakların başında gelir. Yani aslında bunlar, konumu pekiştirmede verilmiş kararı destekleyen unsurlardır; yoksa ana sebepler değil.
Mesela; halihazırdaki 5-6 yılı eleştirdiği halde, bir kez daha Erdoğan’a şans vermeye meyyal bir sağ-muhafazakâr seçmen, “Çanakkale Şehitliği’ni yapmış bir lidere ihanet edemem” deyip, “yol, köprü, hastane…” diye sıralayarak o 5-6 yılın bütün cürümlerinin sorumluluğundan kendini azade kılabilir. Meşrulaştırma motivasyonu, sadece pozitif alana dayanmaz. Negatif etmenlere de atıf yapar. O şuuraltı der ki; “Bunlar zaten yeterince çaldı ve doydu. Öbürlerine verirsem, bu defa onlar aç kurtlar gibi saldıracak. Zaten 20 yıldır bekliyorlar”.
Fiili olanın muhayyel olan ile maskelenmesi zor olmaz; 20 yılın öncesinde yaşananlar yardıma koşar. Önce 25-30 yıllık, bilahare 100 yıllık tarih devreye girer. “Biz neler gördük geçirdik, bu ülkede sistem ve siyaset değişmez, o halde kararımı neden değiştireyim?”,
“Ekonomi bu haldeyken, hâlâ nasıl olup da bu derece destek devam edebilir?” sorularının cevabı da bu kültürel atmosferdedir. O kültürel atmosferin “güven verici” habitatıdır aslolan ve ekonomi tartışmalarının ötesindeki “ahlâkîleştirme düzeyi ve niteliği”nde; bunun propaganda araçlarının toplumu sarmalamasındadır. Hepsinden ötesi, bu çerçevenin belli bir zihniyet ve dil kodlaması üzerinde seyretmesidir. Tarihte bolca örneğine rastlanan ve hırpalanmışlıklardan kaynaklı çağdaş tarih algısını da olabildiğince besleyen “Siyasete lider odaklı bakma”ya, sorumlulukları lidere devretmeye alışmış kitleleri sistem odaklı düşündürememek gibi.
Bu hiç de şaşırtıcı değildir. Hele ki, bu kimliksel dürtünün karşıtı olan mahallerde de, “ekonomi bu haldeyken…” diye söze girenlerin, dün benzer bir motivasyonla hareket ettikleri unutulmaktadır. Ekonomi yerlerde sürünürken “Tehlikenin farkında mısınız?” dürtüsüyle hareket edenler gibi. Kurucu lidere ve ideolojisine bağlı olduğunu düşündüğü askeri vesayetten hiç de rahatsız olmayanlar gibi. Kürtlerin haklarını falan umursamayan, hatta konuşulmasını dahi ülke için tehdit olarak görenler gibi. Eğer ekonomi başat bir rol oynasaydı, hatta buna hukuksuzluğun ivmelenmesini de katsaydık, Gezi’yi açıklamak zorlaşırdı. Türkiye, Gezi öncesi, ekonomi başta olmak üzere hangi rotasyon sapmasına uğramıştı da, iktidara karşı böylesine bir tepkisellik oluşmuştu? Nitekim bugün de Altılı Masa’daki muhafazakâr aktörlerin orada ne aradıklarını soranların motivasyonu da karşıtından farklı değildir ve birbirini beslemektedir. Kültürel tepkisellik ister iktidarda ister muhalefet sahasında olsun ne ekonomi, ne hukuk, ne makro gösterge dinlemeden tavrını- tutumunu ahlâkîleştirebilmektedir! Meydanlara inip haykıracak motivasyonu edinebilmektedir. İktidardaki despotizmi meşrulaştırmakta, muhalefetteki “ağızlarıyla kuş tutsalar bana yaranamazlar” tavrını dogmalaştırabilmekte zorlanmamakta, sebepler üretebilmektedir. Rasyonaliteden uzaklaşıldıkça, insan odaklı vicdani akıl da devre dışı kalmaktadır. Pozitif ya da negatif tutum alışta vicdan, empati, hukuk ve evrensel normlar değil, kimlikçi kayıp-kazanç iklimi üstün gelmekte, hukuksuzlukların kurbanları kültürel savununun araçsallaşmış aparatı olmaktadır.
Mesela, demokratik tutuma yakın muhalif kimlikçiler KHK’lıların yanında yer alırken, dışlayıcı kimlikçiler için mağdurların kimliği önemli hale gelmektedir. Muktedir kültürelciler Gülen yapılanmasının tüm katmanlarını FETÖ ile eşleştirip, siyasi kriterlerle cezaevlerine atılan insanlara karşı suçlayıcı tutumu sürdürürken; muhalif kimlikçiler mülteci karşıtlığına olabildiğince lojistik taşıyabilmektedir. İlkindeki motivasyon hikmet-i hükümet iken, ikincisindeki motivasyon muhafazakâr iktidar karşıtlığıdır. Hiç şüphesiz bütün bu tutum alışlarda, konjonktürel olanın ötesinde sebepler arayıp bulmak zor olmamaktadır. Manidar olan, her iki kesimdeki gayri hukuki ve gayri vicdani tavrın dünyada pek çok benzerinin, farklı koşullarda, farklı zaman dilimlerinde üretilmiş olması gerçeğidir. Emeksiz, hikmetsiz, ezberlere dayalı, konfor alanları üzerinden yayılan, kültürel olanı kavi kıldığı düşünülen ama asla nevi şahsına münhasır olmayan, mutlak manada, her coğrafyada insana özgü olan tutum.
Demek ki, hiçbir kimlikçi tutum biricik değildir. Hatta aynı motivasyonlarla hareket ettikleri için çözüme değil soruna mebni bir hareketlilik seyri içindedirler. “Birileri” olmasa hayat ne kadar güzel olacaktır. Kendi mutluluğunu kolay yoldan elde edebilmenin en basit hali “yok saymak” ya da “yok olmasını sağlayacak” zeminleri zorlamaktır. Peki, “birileri” yok olduğunda mutluluk gökten zembille inecek midir? Sorun olarak görülen alanlar kendiliğinden buharlaşacak mıdır? Elbette ki hayır! Varsayalım ki zıt kutuplardan biri eridi; bu zihniyet bu defa “kendi benzerleri” arasında işlevini sürdürecektir. Zira sorun; “birilerinin varlığı”ndan ziyade bu zihniyettedir! Zihniyet yapıbozumuna uğratılmadıkça, ayıplanmadıkça, kendisine ayna tutulmadıkça, geriletilmesi için üst normlara dayalı ortak bir irade serdedilmedikçe, “içeriden”, “dışarıdan” sürekli kendini yenileyecektir.
Mesela “dışlayıcı, gayri adil, merhametsiz” yaklaşımlara karşı, “kapsayıcı, adil ve merhametli” tutum sahipleri, bu iki kavramsallaştırmanın değerini kavradıklarında, farklı kültür atmosferlerinden de gelseler, ortak kesişim kümeleri oluşturmakta zorlanmayacaklardır. Birbirlerine kültürel olarak benzemek zorunda kalmayacakları gibi, darbeci unsurların dışında kaldıkları halde siyasi kriterlerle, belli ajandalara mebni olmak kaydıyla mağdur edilen kitlelere de, KHK’lılara da, sığınmacıların haklarına da, yolsuzluk, rant gibi yozlaşma iklimini düzeltecek makro ilkelere de aynı insanlık ve hukuk perspektifinden bakmayı becerebileceklerdir. Mesela şeffaflık, denetim ve ayrımcılık yasağında buluşmak, herhangi bir kimliğin sistem içinde baskın unsur olmasını engelleyecektir. Bu zihniyeti ahlâkîleştirecek nesiller yetiştirilmediği sürece, sarmal sürgit kendini yenileyecektir; zira ideolojik koşulları ve tarihsel lojistiği olabildiğince güçlüdür.
İşte bu durum bize, tarihe de nasıl bakmamız gerektiğini öğretecektir! Yüzyıllık hikâyeleri, bugünün dışlayıcı atmosferinin değirmenine su taşımak için mi kullanacağız -ki tarihe dayanan bir kimlik oluşturacağız derken sorunların büyümesinden başka bir işe yaramayacaktır- yoksa kapsayıcı modele kadimden deliller bulup, tarihi, bugünün sorunlarını aşmada yardımcı unsur olarak görmeyi mi tercih edeceğiz? Bu soruya verilecek cevap, hangi kimlikten beslenmiş olursak olalım, bugüne dair adil duruşumuzu da, hukuk ve vicdan ehli pozisyonumuzu da belirleyecektir. Referanslarımız farklı olsa da, üst normlara yaklaşım biçimimiz kimlikleri birbirine yaklaştıracak ve belki de zamanla her türlü popülizme galebe çalacak bir kesişim kümesi kimliği oluşturacaktır.
Zihniyet ve Dilin Yenilenmesi Şartı
Tam da bu noktada, kimlikçiliği aşan belirleyenlerin, sorunlar karşısında evrensel tecrübe ve normlara dayanarak ilmi bir emek ortaya koyabilmek olduğunu hatırlatmak gerekir! Elbette bu emeği ortaya koyarken toplumun kavrayabileceği bir zihniyet ve bu zihniyeti temsil edecek bir dili de üretebilmek zorunludur. Dili/zihniyeti çözümün kalıbı kılabilmek için sorumluluk üstlenilen alanlarda daha önce yaşanmış tecrübeleri gözlemleyip istifade etmek önemlidir.
Ne manidardır ki, İslam’ın bu bağlamdaki devrimci yüzünü günümüze güncellemede başat rol oynayanlar, dönüp dolaşıp klasik kimlikçilik limanına demir atmışlardır. Oysa ed-dinin hiçbir egemen yapıya ve kültüre eyvallah etmeyen pervasız, maskesiz, çıplak çağrıları yalın şekilde ortadadır.
Öte yandan kimlikçiliği bu derece özgüvensiz hale getiren etmenlerden biri de, esas zor olanı, yani ideolojik tutumun kemikleştirdiği/dondurduğu alanlara ilmi ve düşünsel bağlamda çomak sokabilmeyi -doğasından ötürü- becerememesidir. Nitekim bunu becerebilmek, senden olmayanlardan ama meselelere kafa yoranlardan kompleksizce istifade edebilmektir. İnsan doğasına yakın olan, yani fitrî olan da budur. Doğu da Batı da tarihteki medeni yolculuklarını bu sayede geliştirmişlerdir. Elimizde onca kadim malzeme de varken, buradan insanlık adına düzeyli, derinlikli bir çaba ortaya koyamamanın sebeplerine odaklanmak çok ama çok önemlidir; üzerinde ziyadesiyle derinleşmeye ihtiyaç vardır.
Muktedire Karşı Adil Olmanın Ahlâkîliği
Muhafazakâr sosyolojinin zihnini en fazla kurcalayan meselelerden biri de budur. “Eleştirelim ama adaletten de sapmayalım” düşüncesinin kendi başına bir postulat olduğu varsayılır. Şuuraltı “kronik muhalefetin/karşıt kutbun haddi aşan hatalarına düşmeyelim” demek istemektedir. Doğrudur; eleştiride hakkaniyet önemlidir. Ama cümledeki tek şuuraltı bu değildir. Onun da altında kimlikçi tutumun meselelere makro bakışındaki eksikliği görememesi, o sahayı kuşatamaması vardır. Eleştirinin hem hakkaniyetli hem de tutarlı olması önemlidir. Ancak bu hakkaniyet ve tutarlılıktan ne anladığınız daha da önemlidir. Eleştirinin çeperi, niteliği ve gücü de. Bir de “İtina” vardır. Öyle maskeli bir terimdir ki bu, aşırıya kaçıp hakkaniyetli eleştiri yapma motivasyonunu yerle yeksan edebilir. Mesela “vasat ümmet” olma tabiri hep, aşırıya kaçmama, dengeli olma halini ifade için kullanılır ama ya eleştiri misyonu lâyıkı veçhile yapılmıyorsa, ya bahsettiğimiz zihniyet sorunları buna engel oluyorsa ya her eleştirinin yolu muktedirin muktedir olma pozisyonuna halel gelmemesi motivasyonuna çıkıyorsa, ister içeriden, ister dışarıdan bir bakışla olsun, buna “vasatlık” denebilir mi? Hiç şüphesiz her eleştirinin aynı zamanda içerik ve niteliği de bir o kadar önemlidir. Eleştirinin kimlikçi reflekslerden sıyrılmayı pek başaramadığı da bir gerçektir. Ama siz, sağlıklı eleştiriyi “içeriden” yap(a)madıkça bu her zaman var olacaktır.
Mesela bahsettiğimiz zihniyet sorgulaması yapılmadıkça, geçmişte yapılmış doğru işlerin bugünün kredisi gibi görülmesi refleksif olarak sürdürülecektir. Ama bunun bugünün fiili sorunlarına şifa olup olmadığının, bu kredinin geleceğe garanti olup olmayacağının sorgulanması hep ötelenecektir. Farklı kimlik sahiplerinin dünkü günahları, sorunlar çözülmek istenirken sergiledikleri maksimalist tutumları bugünkü muktedirlerin bahanesi olmayı da sürdürecektir. Unutulmamalıdır ki zaten her şeyin bir “Ama’lı” cevabı vardır.
Bir dost meclisinde, lider odaklı anlayış üzerinden dünkü başarıların sadece lidere endekslenerek yapıldığı ve “vefa”, “nankörlük” kelimelerinin bolca geçtiği bir söylevin ardından, dünkü başarılar nasıl ki şahıslardan öte şartların doğru kullanımını planlayabilen, oluşan toplumsal sinerjiyi doğru yöne kanalize eden kadrolarca icra edilmişse, bugün de zamanın ruhunu yansıtan kadrolar eliyle geriye gidişler sergilendiği konusunda bir itirazda bulunmuştuk. Konu “Kronik muhalifler”e geldiğinde de, “Bundan yakınıyorsak, o vakit asıl bizim kallavi eleştiriler getirmemiz gerektiğini, zira mahallenin yıllara sari birikimlerinin heder edildiğinden” bahsetmiştik. 20 yıllık zaman dilimindeki doğruların bugünün kredisi olarak görülmeye devam edilmesi halinde, hiç kimseden hiçbir şeyin hesabının sorulamayacağı ve olan bitene sebep bulmakta da zorlanılmayacağını ifade etmiştik.
Bu tutumun, İstiklal Harbi’nin Tek Parti dönemi uygulamalarını meşru gibi göstermesindeki ruh halinden farkı neydi ki? 1921’in çoğulcu meclis ruhunun 1924 iktidarı ve meclisiyle dumura uğratıldığı, yeni ruhun sağlamlaştırılması adına İstiklal Mahkemelerine kurbanlar sunulmasını, buradan bir kültürel ideoloji ve iktidar devşirildiğini yıllarca gündem edip son yıllarda olan bitenin bundan bir farkı olamadığını gör(e)memek, yıllarca ilmek ilmek dokunmaya gayret edilen, ilkeler üzerine bina edildiği iddia edilen bir kimliğin “kimlikçilik batağı”na saplanmasıyla açıklanabilir ancak. Ya da o kimliğe haddinden fazla misyon yüklendiğini, aslında “ötekiler”den çok da farklı bir şeyin inşa edilemediğini düşündürür. En azından ciddi bir araştırma ve özeleştiri konusu olarak bir kenara not edilmelidir. Böyle olmadığı düşünülüyorsa, o halde olmadığını ispat yükümlülüğünün orta yerde durduğu da kabullenilmek durumundadır.
Uzak-yakın korkular her türlü icraatın meşru sebebi olarak kabul edilseydi, tarihte yaşanan her gelişmeyi ahlaken açıklanabilir kılmak ve meşrulaştırmak mümkün olurdu. Nitekim öyle de oldu. Tarih genelde bu yanılgı üzerine bina edildi, “şeytan insanı geçmiş ve gelecekle korkutur” ilahi buyruğu orta yerde durduğu halde bizim tarihimiz de bundan beri kalamadı.
Gençlerle Radikal Bir Hasbihal
Geçenlerde genç bir kardeşimiz, halleşirken, “Abi, peki ya muhalefet bize yeniden eskiyi yaşatırsa?” şeklindeki klasik endişeyi ortaya koydu. Ben de, “Zamanın ruhu kanımca buna engel ama velev ki böyle oldu, peki geleceğe dair bu endişenin seni bugün ahlâkî bir pozisyonda tuttuğunu varsayarken, bugün bu iktidarın hukuksuzluklarına, ayrımcılıklarına, dışlamalarına maruz kalanlar için ne düşünüyorsun?” diye sordum. Dedim ki; “Biri potansiyel ve muhayyel ama diğeri fiili bir durumu içeriyor. Milyonlarca insanı terör soruşturmalarından geçirerek KHK’lar eliyle sivil ölümlere mahkûm ediyor. Sen, ‘ya kazanımlar kaybolursa’ diyorsun ama zaten birileri -bu birileri milyonlar oluyor- cezaevlerine konuyor, iş bulamıyor, ailesi parçalanıyor, intihar ediyor, hayatları kararıyor, kayyım siyasetiyle oyları boşa düşürülüyor… Peki buna ne diyorsun? Biri muhayyel diğeri fiili! Üstelik bitecek gibi de görünmüyor. 12 Eylül sonrasında aşağı yukarı 3-4 yıl içinde zayıflayan OHAL ruhu, bugün hâlâ bitimsizce devam ediyor. Hâlâ operasyonlar yapılıp cezaevlerindeki dostlarına, akrabalarına yardımda bulunanlar vebalı, terörist ilan ediliyor. 28 Şubatlarda bizim ortaya koyduğumuz gayretlerin benzeri birilerince icra edilirken, o birilerine yönelik muamelelere dönük umarsızlık devam ediyor. Evet ciddi bir imtihanımız da bu. Bizler dünkü doğrulardan buralara gelinmiş olmasına sadece hayıflanıyoruz ama birileri bunun bedelini hayatlarıyla ödüyor. Tıpkı 28 Şubat’taki gibi, tıpkı İstiklal Mahkemeleri dönemindeki gibi. ‘Vasat ümmet olalım, kronik muhaliflik yapmayalım, haksızlık etmeyelim’ cümlelerini kolay kuruyoruz ama olan biteni adil bir değerlendirme çerçevesinde analiz etmekten de geri kaldığımızı göremiyoruz.
‘Ama’lı cümleler her dönemde mevcuttu. Tek Parti dönemi için de ‘O zaman öyle gerekiyordu’ demediler mi senelerce. Peki biz evlatlarımıza, torunlarımıza ne anlatacağız? Bırakalım evladı, torunu, bugün yargının, kötü ekonomi yönetiminin, sistemik yolsuzluk düzeninin gadrine uğramış olanların yüzüne nasıl bakacağız? İktidara yanaşık düzen siyaseti izleyip ‘Yargı altın çağını yaşıyor’ diyenlere kızıyoruz; peki ‘Bu zamanda böyle gerekiyor’ diyen içimizdekiler için ne düşünüyoruz? Üstelik utandırıcı biçimde de çoklar ve toplum üzerinde de ciddi bir etkileri var. ‘İlkeler mi, kimliksel tarih mi?’ sorusunu öteledikçe öteliyoruz. Kronik muhalefetin maksimalist hastalıklarına ve haksız kimlikçi eleştirilerine karşı duralım tamam ama haksızlık etmeyeceğiz, ötekilerin yanlışına düşmeyeceğiz diye de gerçeklerden kopmayalım. Hak edene hak ettiği övgüyü de yergiyi de verelim. Bu da emek istiyor. Biz bu emeği ve bu emek üzerinden ortaya koymamız gereken adil şahitliği öteledikçe, korkular yüzünden pasifleşip boşluk bıraktıkça, o boşluğu elbette birileri dolduracaktır. Gözlerden ırak gibi görünse de isimsiz mağdurlar yaratanların cürümlerini takip etmekten imtina edince, toplumu yoksullaştıran muhteris ekonomi-politiğe gereken itirazları geliştirmeyince, ‘kaybetme korkusu’nu her şeyin üzerinde bir sözde ahlâkî kriter haline getirip muhayyel korkuyu fiili cürümlerin üzerini örtmede kullanıp vicdanlarımıza susturucu takılmasını kabullendikçe ortada ‘vasat’ bir tutum kalır mı? O koruduğunu zannettiğin ‘kimlik’ de o yozlaşma ikliminin kurbanı olup negatif bir dönüşüm geçirir; olabildiğince kabullenici ve muhafazakâr bir hale bürünür!
Şimdi sormak gerekmez mi ki, iktidara açılan bu krediyi kabullenmeyi hangi din kabullenir? Yıllarca, ilkeler üzerinde sebat edip yanlışları ifşa etmenin hedefiyle hayati tercihler kullanmadık mı? Hayatın sunacağı pek çok imtiyazı elimizin tersiyle itmedik mi? Bizi bu yoldan çevirecek ‘fırsatları’ büyük fitnelerden saymadık mı? Şimdi bu neyin korkusudur böyle? Hani nerede Allah korkumuz? Nerede insanı geçmiş ve gelecekle korkutanın asıl İblis olduğuna dair itikadımız?”
Koçi Bey ‘Kurtlu Bulgur’a Karşı
Konu Koçi Bey’e nereden geldi hatırlamıyorum ama iyi ki de geldi. Genç kardeşimize, “XVII. yüzyılda Koçi Bey’in Osmanlı’nın içine düştüğü hali resmeden tarihi risalelerinde rüşvet, liyakatsizlik ve zulüm çarkının sisteme ve topluma zararlar verdiği”nden bahisle “Bugün yaşasaydı muhtemelen bunlara ‘sadakat ve itaati’ de eklerdi” dedikten sonra şu hususlar üzerinde durdum:
“Meşhur risalesinde Koçi Bey ‘Her devirde oluyor bu işler, bin yıldır oluyor’ falan demiyor. Bilgi ve donanımıyla avazı çıktığı kadar haykırıyor; hem kendi devrine, o devrin sorumlu yöneticilerine, hem de gelecek nesillere! Bak ne diyor: ‘…o kapı açılalı, mansıp erbabı arasında azl ve tayin, değiştirme çokluğu hadden aşırı olup, büyükler alçalıp, alçaklar mevki sahibi oldu. Dünyanın hali perişan oldu. Hakimler ve valilerin…mecburen zulüm yapmalarına sebep oldu, bu yüzden İslam ülkeleri viran, reaya ve beraya perişan oldu’.
Şimdi sormak isterim sizlere ki bizler bu siyasetnameleri yıllarca neden okuyup okuttuk! Kütüphanelerin tozlu raflarında bırakıp, tarihle övünmek istediğimizde sayfalarını açıp gururlanmak için mi?”
İtaat Geleneği mi, Eleştiri ve Sorumluluk Kültürü mü?
Kardeşimizin ilgisini gördükçe konu konuyu açtı. Kültürün dayattığı, iktidarların özellikle nemalandığı kimlikler üzerinde olabildiğince etkili olan itaat, sadakat ve vefa üzerine kısa bir yolculuk yaptık:
“Muhterem kardeşim. ‘İtaat kültürü vefadan kaynaklanır’ anlayışının İslami hiçbir kökeni yoktur. Verdiği zararlara ise tarih şahittir. Müslüman vicdanı itaat kültürüne değil, ‘Sorumluluk ve Eleştiri Kültürü’ne dayanır. Abdullah b. Erkam’ın hikâyesini hepiniz bilirsiniz. Günümüzün sorumluluk sahibi yöneticilerine, bürokratlarına, siyasetçilerine de örnek olacak tarihi bir şahitlik sergilemiştir. Yanlış bulduğu, meşru görmediği emri dinlememiş, eleştirisini sunmuş ve istifa etmiştir. Def’i mefsedete (kötülüğü savmaya) gücün yetmiyorsa, bulunduğun makamı terk eder, yani hicret edersin. Hicret sadece bulunduğun makamı, yeri, beldeyi terk etmek de değildir. Hicret önce kalpte, yürekte, zihniyette başlar; aslolan öncelikle örgütlü/organize kötülüklerin yayıldığı, yetim hakkının yendiği, hukukun ayaklar altına alındığı, halkın malının ganimet bellendiği zihniyeti terk etmek, kalbinden söküp atmaktır. Kalbinden söküp atan, zaten o makamlarda bir saniye durmaz; nefsini hesaba çeker; din gününü düşünür; Rabbinin karşısında vereceği hesabı düşünür! ‘Ben nerede ve kimin için gayret sarf ediyor, ne için mücadele ediyorum’ diye düşünür!
Bugün ‘itaat’ten ya da ‘vefa’dan bahsedenler sizi aldatmasın. Onlar kendi küçük menfaatlerini kaybetmemek adına buna sarılıyorlar. ‘Liderimizin tensipleriyle’ diye başlayan cümlelerin ne anlama geldiğini, o lider de aslında çok iyi biliyor. Kötülükleri gün be gün artan bu sistemik bozuk düzen de bunlar sayesinde hayatiyetini sürdürüyor. O yüzden kendilerini aldatmamalılar! Sistem bu şekilde işledikçe, o sistem içinde ahlaklı kalmaları da mümkün değildir! Duyduklarını, bildiklerini gizlemekten kurtulamazlar! Suça, ahlaksızlığa, ilkesizliğe ortak olmuş olurlar! O kültürün içinde yetiştikleri halde yastığa başlarını koyduklarında Abdullah b. Erkam’ın neden istifa ettiğini, neden Halife’nin yüzüne hakkı haykırdığını düşünmek bile istemezler! Patlayan foseptikte neyi soluduklarını unuturlar. İtaatin ne bedeller gerektirdiğini, çocuklarının boğazından geçen lokmaların helal mi haram mı olduğunu düşünmeye mecalleri bile kalmaz!
Ve aslında farkındaysanız bütün bu sözler ‘…gelinim sen anla’ hesabı hepimizin içinde bulunduğu sosyo-politik kültüre bir sitemdir.”
Bunun daha başlangıç olduğunu, hamasi düşünmeye alışmış zihinlerimize birlikte sorgulama yapma fırsatını amaçladığını bilmem söylemeye gerek var mı?
Daha et ve süt ürünleri piyasasını etkileyen süt inekleri meselesinin iktisadi olmaktan öte bir ahlâk sorunu olduğunu masaya yatırmamız gerekecek! Süt inekleri konusu ile yargının bağımsızlığı meselesinin birbirinden kopuk olmadığını konuşmamız gerekecek! Ortak akla dayalı doğru planlamaların, “başkaları”nın tecrübelerinden istifade etmenin ahlâkî olanı pekiştireceği ve tamamlayacağını irdelemeye gayret edeceğiz.
Ha derseniz ki “Her dönemde oluyor bu işler”; o halde “Planlama yapacak uzmanlar yetiştirmeye, hukuktan taviz vermeyecek nesillere odaklanmaya ne gerek var?” sorusuna, hepsiyle birlikte “Bize ne hacet?” sorusu eklenecek.
Madem her dönemde oluyor bu işler, madem ne bu sistem ne de 100 yıl önce tohumları atılmış toplumsal ayrışmalar onarılabilir; o halde kendimize kurduğumuz küçük dünyalarda oluşturduğumuz “ahlak tepecikleri”yle yetinelim, “küçük olsun bizim olsun” diyelim, o küçücük alanı koruyacak olan muktedir kültürdaşlara verdiğimiz destek ile değişmeyecek olan dünyamızı bir parça daha genişlettiğimizi varsayarak mutlu olalım. “Ötekiler”in tehditlerini savurduk ya, ne gam. Velhasıl çok büyütmeye, “zihniyet; akıl; inanç; -bütün toplumu kapsayan- ihsan ve i’sar; vicdan; merhamet; bilim; hukuk; birlikte yaşam fıkhı; rasyonalite; sistem; planlama” diyerek ham hayaller kurmaya gerek olmadığı düşünülüyorsa, elbette ki sorun yok! Tek sorun benim maddi varlığımın varoluş meselesi ise böyle düşünene ne diyebilirsin? Sorunu sorun olarak görmeyenle ötesini konuşmaya gerek var mı?
Ortamın sıcaklığı artmıştı. Sohbete katılan gençlerin sayıları çoğalmıştı. Sorular, sorgulamalar birbirini kovaladı. Gerçek manada ahlâkî olanın sistemik düşünmek olduğu, düzen bozulduğunda her alana sirayet ettiği, hukuka güven kalmadığında bunun bütün bir üst yapıyı etkilediği ve evrensel değerlere yaslanan bir dine tabi olduğunu iddia eden Müslüman zihnin bunlardan beri kalamayacağı, belli alanlarda ahlâkîliği savunup diğerlerini es geçemeyeceği üzerine sohbet koyulaştı.
Zihniyet tartışmalarını “İslami değerlerin tahfif edilmesi” konusu izledi. Ve asıl tahfifin içeriden geliştiği, bunun daha tehlikeli olduğu, asıl tahfifin yargı, bürokrasi ve ekonomi-politik sahadaki icraatların bütüncül etkisine göz yumma olduğu tartışıldı. “Türkiye’nin Yüzyılı” hamasi nutkunda neyin yeni olduğu sorgulandı. 11-12 yıl öncesinin ruhunu yansıtan hamasi bir metin yazmakla bir şeyin “yeni” olamayacağı; “yeni”nin yukarıdaki çerçeveyi hem niyet hem de icraat bağlamında kapsaması gerektiği ama bu düzeni kuranların buna niyet, iman, güç ve takatinin kalmadığı üzerinde duruldu. Kimlik siyasetinin gölgelediği ama milyonlarca insanın onurunu, haklarını, özgürlüğünü, sofrasını, geleceğini ilgilendiren ve inançlı bir gencin asla beri kalamayacağı sorunlar bütünü masaya yatırılmaya çalışıldı.
‘Şiar’ koruyup kollamaktan bugünkü ‘şiarlarımız’ın ne olması gerektiği üzerine düşünme melekelerini işletmeye dönük tefekkür -hep dediğimiz gibi- “daha ‘yeni’ başlıyor”.