Dine Karşı Din: Vicdanî Düşünme Dini ve Dogmatik Örgütlü Din
Vicdanın asli özelliği olan “takva” yani tetikte ve teyakkuzda olma durumu terk edilince; “taklit” yani dogmatizm başlar. Taklit, Tanrı tarafından verilmiş hükümlerin, yapılmış tavsiyelerin ve tekliflerin gerekçelerinin, maksatlarının, anlamlarının, menatlarının terk edilmesi ve bunların cehaletle, kör-inanç ile veya samimiyetle tekrar edilmesinde ısrar ve inat etmektir.
1-Vicdanî Düşünme Dini
İnsanın başıboş hayvansı yaşam tarzına, heva, haz, zevk, tüketim/israf ve istifçilik tutumlarına (Ekonomi-Karun); güç istenci, iktidar tutkusu, istiğna, istikbar, hegemonya kurma, tağutluk arzularına (Siyaset-Fravun) karşı Kur’an, yaşamın nihaî amacının Tanrı’ya karşı sorumluluk (İman) ve hemcinsine karşı adalet ve merhamet gösterme (salih amel) olarak “imtihan” olduğunu savunur. “Din” denen bu “denenme” olgusu, Allah’ın yaratılışta insana vermiş olduğu vicdan kapasitesine dayanır (91/7-10). Bu kapasitenin isimlerinden biri Kur’an’da “Fıtrat”dır. “Allah, insanı bu metanetli kapasite ile yaratmıştır.” (30/30). Vicdanın diğer isimleri “lübb”, “Basiret”,”Fuad/Kalb-i selim” ,“Ruh” ve “Nüha”dır.
Vahiy/peygamber olgusu, birinci derecede insanın bu kapasitesini ayakta tutmaya, diriltmeye çalışırken; ikinci derecede ona neler yapması gerektiği konusunda tekliflerde ve tavsiyelerde bulunur: “On Emir” (Tevrat), “Dağdaki Vaaz” (İncil), “Şeriat (Kur’an). Vahiy, Allah’ın insan vicdanı, insan aracılığı (peygamber) ve insan dili ile insana hitabıdır. Vahiy, ancak vicdanı diri olanı uyarabilir (36/70). Vicdan kapasitesinin diri/canlı, işler, sızlar, ışıldar, aktif… olması için, insanın varlıklar yani kevnî ayetler, toplumsal olgular ve Kur’an ayetleri üzerinde tedebbür, tefekkür, tezekkür, tafakkuh, taakkul etmesi; olup-biteni görmesi (nazar-rey) ve konuşulanları can kulağı ile (üzünün vaiyeh-69/12) dinlemesi gerekir.
Düşünme, dinleme ve görme, “insan” olmanın en ayırt edici nitelikleridir. Allah’ın insana üflediği “Ruh” (15/39, 38/72) da İnsanın özü anlamında vicdandır. Sorumlu tutulması da buna dayanır: “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine (körü körüne) takılma. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (17/36). Bunları terk ettiğinde o, özüne yabancılaşarak hayvana yaklaşır. “Hasbi (muhlis)” ve “muhasibi (düşüngen/mütefekkir)” olmak, denenmeyi kazanmanın ön iki şartıdır. Meraktan doğan “bilimsel” düşünme, dinin konusu değildir. İnsanlara tuzak kurmak ve kötülük yapmak için kurnazlık yaparak düşünmek kötüdür, suçtur. Ahlaki düşünme terk edilerek taklit, alışkanlık, tembellik, vurdumduymazlık baş gösterdiğinde; toplum –özgür iradesi olmayan- arı kovanı, karınca yuvası ve koyun sürüsüne (hayvana) dönüşür; böcekleşir; solucanlaşır. Düşünmek, herkes için farz-ı ayndır.
İman, Allah ile insan arasında insanın şükran, korku, sevgi, saygı, güven, tazim, hayâ duyguları ile yaşanan canlı bir ilişkidir. Bu iman, artar ve eksilir. İman ölünce, bitince “itikad”a dönüşür. İtikat, kesin kanaat olarak kişide bulunur; ancak, amel-ahlak doğurmaz olur. İmanda “İstikamet” yani doğru; delile, burhana, gerekçeye dayalı olması esastır. Aksi, bâtıl itikat veya kör-inanç olur.
Bunun tersine Kur’an, özgür-öz güven sahibi bireylerden oluşan ve birbirleri ile dayanışma halinde (61/4) bir toplumun (cemaat/cemiyet) oluşmasını hedefler. Cami/mescid, Cemaat, Cuma, bu toplumu ifade eder. Peygamber dışında karizmatik kişi kültü dışlanmıştır. Din adamlarının (Ahbar, Ruhban, Papaz…) çoğu, sömürücü parazitlerdir (9/34). Benzer tipler, maalesef müslümanlar arasında da oluşmuştur (mehdi, imam, gavs, kutup, veli, şeyh, baba, dede…).
Bireylerde esas olan, kendi “fetva”sını kendi vicdanından almaktır. Bununla birlikte toplumda din konularında ve kutsal kitabın yorumlanmasında bir “Âlimler” grubunun da oluşması gerekir. Bunlar da “İçtihat” ile düşünme kapasitesini ihmal etmiş müminlere anlaşılması zor konularda “fetva” verirler, düşünme davranış yolu gösterirler. Ebu Hanife, Taberi, İbn Teymiye, Serahsi… örneklerinde olduğu gibi, Ulemaya yakışan, siyasal iktidara mesafeli olmalarıdır. Âlimlerin başı, göğe değmelidir; sarayların kapılarına ve siyasetçilerin eteklerine değil.
Âlimlerin yorumları, zamanla “”Ekol” veya “Mezhep”leri oluşturur. Bu, kaçınılmazdır; önemli olan, yorumların dinamik olarak yenilenmesidir; yeni ekollerin veya mezheplerin oluşturulmasıdır. Ehli Kitapta (Yahudi-Hristiyan) “Ulema-u beni İsrail” (26/197), “Rasihuna fi’l-ilm” (3/7) kavramları, bu kişilere tekabül ettiği gibi; Kur’an’da da böyle bir grubun (fakih) oluşması tavsiye edilmiştir (9/122). Hem sıradan mü’minlerin, hem de âlimlerin sürekli teyakkuz halinde, tetikte olmaları (takva) esastır. Cehalet, gaflet, gurur, kibir suçtur; kötüdür. Tanrı’ya iman ve ibadet etmek kadar (Namaz-Oruç-Hac), kullarına infak/yardım, adalet ve merhamet de eşit değerdedir. Salt itikat (Amentü) ve ibadetler ile Tanrı’nın gözüne girmeye çalışırken; kullarına karşı duyarsız; hatta zalim, gasıp ve katil olmak abestir.
Denenme, gün boyu ve her alanda (iktisat-siyaset-hukuk) olduğu için; yaşam “gayeli (Dâva)” olduğu için ve gaye de Allah’ın rızası ve Ahireti kazanmak olduğu için; insanların, kendilerini ve başkalarını ıslah etmesi yani “Emr-i bi’l maruf ve nehye ani’l munker=iyiliğin desteklenmesi ve kötülüğün kösteklenmesi”, yeryüzünün imar edilmesi, her mü’minin vazifesidir. Sekülerizm yani dinin dünyadan, dünyanın ahiretten, maddi olanın manevi olandan (is-ought), ruhun bedenden ayrılması, kutsal-profan ayrımı “bâtıl/boş”tur. Bunlar, tahrif edilmiş Hristiyanlığın ve Batı toplumlarının icadıdır. “Doğru her söz ve salih her amel, Allah’a yükselir.” (35/10). Tanrıya ve insanlara yönelmiş “her kalıcı-salih amel/eylem, Rabbinin nezdinde karşılık (sevap) ve beklenti (emel) olarak daha hayırlıdır.” (18/46; 19/76).
Tanrı ile insan arasındaki denenme ilişkisi “Ezeli Misak (7/172)” veya “Ahit” kavramı ile bir “sözleşme”dir. Taraflardan biri Allah, diğeri akıllı ve özgür iradeli insandır. Akıl ve özgür irade insana “Emanet” (33/72) olarak verilmiştir. İnsanlar da kamusal işleri “emanet” olarak ehline tevdi etmeleri gerekir (4/58). Müminler, kamusal sorumlulukları (siyaset-iktisat-hukuk) “İçtihat”, “Şura” ve “İcma” ile kurumsal yapılara kavuşturarak ortakça çözerler. Gayri müslimler ile -ev/ülke içi veya komşuluk- her tür ilişki, “an(t)laşma (ahit/akit)” yolu ile (2/177, 9/4, 16/91…) adalet ve iyilik ilkeleri ile çözülür (60/7-9). Zalimlerden/zorbalardan başkasına düşmanlık yoktur (2/193).
2- Dogmatik Örgütlü Din
a- Dogmatiklik
Taklide dayanan dogmatik din, yukarda saydığımız koşulların tümünün yok olduğu; ezbere, alışkanlığa, tembelliğe, korkuya ve çıkara dayanan din anlayışıdır. Tanrı, bazı emir ve tavsiyelerini tarihi süreç içinde “Nesh” (2/106), “Tebdil” (16/101) ve “İmha” (13/39) tutumu ile yenilediği (tecdit-update) halde; dogmatik dini yorumunun ilk özelliği, her hükmü mutlak sanarak dondurmasıdır.
Vicdanın asli özelliği olan “Takva” yani tetikte ve teyakkuzda olma durumu terk edilince; “Taklit” yani dogmatizm başlar. Taklit, Tanrı tarafından verilmiş hükümlerin, yapılmış tavsiyelerin ve tekliflerin gerekçelerinin, maksatlarının, anlamlarının, menatlarının terk edilmesi ve bunların cehaletle, kör-inanç ile veya samimiyetle tekrar edilmesinde ısrar ve inat etmektir. Bu halet-i ruhiyeyi, Kur’an şöyle tanımlar: “Amel açısından en çok zarara uğrayanlar, dünyada iyilik yaptıklarını sandıkları halde; yaptıkları boşa giden kimselerdir.” (18/104).
Taklitçi dogmatikleri tasvir eden başka bir ayet şöyledir: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiğinde, şöyle cevap verirler: “Ne münasebet, biz ıslah edicileriz.” Dikkat edin! Onlar, bozguncudurlar; fakat farkında değiller.” (2/11-12) Özetle maksatsız, gerekçesiz, anlamsız, “yani”siz amel, “amel” değildir. Yüzde yüz “samimi” olsa bile. Ameller, sadece “niyet”lere göre değil; aynı zamanda “sonuç”lara göredir (Buhari Hadisi). Samimiyetle çok büyük günahlar işlenebilmektedir. Dinler tarihi, bunun şahididir. İstikamet de, samimiyet kadar önemlidir.
b- Örgütsellik/Sponsorluk/Temsilcilik
İkinci özelliği ise, dini, Tanrı adına söz söyleyen, hüküm veren din adamlarından oluşan “Kilise” veya “İmamet” gibi kurumlara dönüştürmesi veya Tarikat, Cemaat, Diyanet, Meşihat, Şeyhu’l-İslamlık, Parti ve Devlet gibi örgütlü yapılara dönüştürmesidir. Bu yapılarda bireyler kendilerini dinin “Sponsoru/Temsilcisi” olduklarını sanırlar. Mutlak hakikatler ajandasına sahip olduklarını sanırlar. İnançlarının, kanaatlerinin, yaptıklarının, dinin mutlak aynısı/kendisi/özü olduğunu sanırlar. Ötekini dinleme, öteki ile diyalog ve tolerans azalır ve hatta yok olur. Bundan dolayı da, kendi kanaatlerini başkalarına zorla/şiddetle uygulama hakkı görürler ve bunda samimi (Allah rızası-Cennet umudu) olabilirler. Bu grup üyelerinin, aleni olarak din diline başvurması, muhtemel olarak din istismarı, totalitarizm ve şiddet üretebilir; üretmektedir.
İslam tarihinde “Haricilik”, “Sünnilik” ve “Şiilik”, siyaset alanında iki yüz yıla yaklaşan bir iç-savaş sürecinde İslam’ın birer sponsoru/temsilcisi olarak doğmuşlardır. Bugün de İslam coğrafyasında “İhvan-ı Müslimin”, “Hizbullah”, “Cemaat-i İslami” “el-Kaide”, “İŞİD”, “Taliban”… siyasal alanda birer temsilci/sponsor konumundadırlar. Türkiye’de “Fetö Olayı” bunun dogmatik kapalı, örgütlü (“Paralel Yapı”) başka bir örneğidir. Şu anda faaliyette olan diğer Tarikat, Cemaat örgütleri ve hatta bazı partili/partizan dindar vatandaşlarda da bununla aynı eğilimleri, tutumları, davranışları görüyoruz. Bu yapılar, devleti ve bürokrasiyi kendi (mutlak) dini anlayışlarını gerçekleştirmenin aracı olarak görmektedirler. Farklı dini yorumların/mezheplerin, dinsiz ve seküler vatandaşların olduğu çoğul bir toplumda bu tutum, -Allah korusun- iç savaşa sebebiyet verebilir. Dini karakteri samimi/hasbî/muhlis vatandaşlar, siyasi alandaki icraatlarını aklî-ahlakî-gerekçeli bir vicdan dili ifade ve icra edebilirler; böyle yapmakla da, nihaî gayeleri olan Allah rızasını ve Ahiret yurduna alnı ak bir şekilde kavuşmayı umabilirler. Siyasal alanda kullandıkları Allah, Peygamber, Kur’an, İslam, Hz. Muhammed, Şeriat… kavramlarının hakikati, kendi zanlarını, kanaatlerini, yorumlarını ifade etmeyebilir; hatta art niyetli insanlarda din istismarını da ifade edebilir.
Türkiye’de N. Erbakan’ın öncülüğündeki “Milli Görüş” hareketi, Tunus’ta R. Gannuşi önderliğindeki “En-Nahda” partisi, “nispî” olarak din diline/sponsorluğa/temsile başvurmadan siyaset yapan oluşumlardı.
3-Sonuç
Dinin toplumdaki yeri sabır, tevazu ve tevekkülü temsil eden “Esnaf”lığa benzer bir konumda olmalıdır; ihtirası, istifçiliği, kurnazlığı, reklamı, sömürüyü… içerebilen kapitalist “Şirket” ve “Tüccar” lık rolünde değil. Aleni din diline dayanan “Dogmatik Örgütlü Din”, daima ekonomik çıkar maksimizasyonu ve siyasal güç istenci motivasyonlarının kolayca ayartıcı aracı ve aparatı durumuna dönüşebiliyor; dinin özü olan iman, ibadet, ahlak (barış, merhamet, adalet, affetme, yardımlaşma, tevazu, hayâ…) üretme yerine.