Dinleme Konuşma Diyalektiği

Muhabbetlerde, televizyon programlarında, sempozyumlarda sürekli olarak diğerlerinden belirgin bir şekilde fazla konuşmanın, bir psikanaliz ya da onun akrabası bir sürece başlamak için temel bir işaret olduğunu vurgulamak isterim. Bu durumda olanların üste para vererek kendilerini dinletmelerinin zamanı gelmiştir çünkü.

Bu yazının başlığı kafamda Perspektif için geçen hafta yazdığım “Okuma Yazma Diyalektiği” yazısının son paragraflarını yazarken belirdi. Okuma ve yazma arasındaki ilişki için o yazıda söylediğim pek çok şeyin dinleme konuşma arasındaki ilişki için de geçerli olabileceğini düşündüm herhalde.

 

Son zamanlarda hem medyada hem okuryazar kamusunda hem de kendi arkadaş çevremde birçok kişinin modern narsisizm dininin bir müridi gibi mütemadiyen konuştuğunu ve dolayısıyla hiç dinlemediğini görüyorum. Bu her zaman böyle miydi? Ne zamandan beri böyle oldu? Bu sorulara tatmin edici bir cevabım yok doğrusu ama durum bu. İnsanlar sürekli konuşmak istiyor. Üstelik bunu karşı tarafı mümkünse hiç dinlemeden yapmak istiyor. Tahmin edebileceğiniz gibi zaten dinleme ve konuşma genel toplamda sıfır toplamlı bir oyundur! Birisi ancak karşısındaki sustuğu ölçüde konuşabilir ya da bir insan ancak susabildiği ölçüde dinleyebilir. Bu yüzden aklıma ilginç bir fikir bile geldi. Bunun bir çözümü için artık muhabbetlerde satranç saati uygulaması gündeme getirilebilir! Bilindiği gibi bu uygulama satrançta oyuncuların eşit düşünme zamanı kullanmaları için elzemdir. Oyuncu düşünme zamanını kullanır ve sonunda hamlesini yapar ve saate basar. Artık süre diğer oyuncu için işlemeye başlamıştır. Ölçüsüz süre kullanan oyuncu, oyun henüz sona ermeden süresinin tümünü kullanırsa oyunu da kaybetmiş sayılır. Bu yöntemin günümüzün narsistik kamusunda işlevsel olabileceğini düşünüyorum! Beş saatlik bir rakı masasında eğer hesap 500 TL gelirse, 4 saat konuşan 400 TL, 4 saat dinleyen ise 100 TL öder mesela! İşin şakası bir yana, meramım elbette durumun vahametine dikkat çekmek.

 

Beni yakından tanımayan okurlar için bu satırların yazarının uzun süren bir psikanaliz tecrübesi geçirmiş biri olduğunu hatırlatmak isterim. Bunu ifşa etmemin sebebi ise tartıştığım konuda mutlak anlamda nesnel olamayacağımı peşinen itiraf etmek. Eninde sonunda kendimi dinletebilmek için yıllarca seans ücreti ödemiş biri olarak insanların ölçüsüz konuşması ve hiç dinlemiyor olmaları özellikle dikkatimi çekmiş olabilir. Psikanaliz bir burjuva kamusu pratiğidir ne de olsa. Cemaatten cemiyete geçişin, bireyselleşmenin bir sonucudur aynı zamanda. Örneğin Türkiye’de psikanalizin en yaygın olduğu yerlerden bazıları İstanbul’da Nişantaşı, Cihangir, Bağdat Caddesi gibi semtler olsa gerek. Geleneksel hayatta içini dökmenin elbette çok farklı yöntemleri de vardır. Ancak modern şehir hayatında bu “geleneksel” yöntemler biraz tuhaf kaçabiliyor. Bence kibar, medeni ve değer verdiği için tahammül seviyesi yüksek bir arkadaşı saatlerce esir almak yerine, bir psikanaliz seansı ayarlamak herkes için daha sağlıklı olabilir.

 

Sürekli Konuşanları Dinleyenler

 

Bir psikanaliz bilgesinin şöyle dediği rivayet edilir: “Bize gerçek deliler gelmez, gerçek delilerin delirttikleri gelir.” Bu cümle psikanalize devam ettiğim zamanlarda biraz da kendimi avutmak için can havliyle sarıldığım bir önermeydi. Belki de kendimi temize çıkartmak için! Ancak en azından orta yaş sonrası hayat tecrübelerim bu önermenin büyük ölçüde doğru olduğunu söylüyor. Fazla mantıklı okurlar biraz önce söz ettiğim öznellik payını düşsünler lütfen! Bilgenin sözünü benim bu yazıdaki meramıma belki şöyle uyarlayabiliriz: Bize sürekli konuşanlar değil, sürekli konuşanları dinleyenler gelir.

 

Benim tecrübelerim içinde bu hikâyenin zirvesi bundan birkaç yıl önce çok eski bir arkadaşımla karşılıklı oturduğumuz 4 saatlik bir yemekte 3 saat 40 dakika konuşabilmiş olmasıdır. Aslında benim payıma düşen 20 dakikalık bölümde söylediklerimi de dinlediğinden pek emin değilim. Bu noktada, tüm diğer kriterlerden bağımsız olarak, muhabbetlerde, televizyon programlarında, sempozyumlarda sürekli olarak diğerlerinden belirgin bir şekilde fazla konuşmanın, bir psikanaliz ya da onun akrabası bir sürece başlamak için temel bir işaret olduğunu vurgulamak isterim. Bu durumda olanların üste para vererek kendilerini dinletmelerinin zamanı gelmiştir çünkü.

 

Hemen aklıma bir dönemin ünlü Amerikan salon filmleri geliyor. Gözümün önünde, örneğin Jack Lemmon ile Walter Matthau canlanıyor. Her ikisi de işten çıkmış, eve gitmeden önce bir Amerikan bara oturmuş, bir tek atıyorlar. Birbirlerini tanımıyorlar. Tesadüfen barda yan yana iki tabureye düşmüşler. Diyelim ki biri patronundan şikâyet ediyor sürekli, diğeri ise eşinden. Tek başına içerken kendi kendine konuşmanın ne anlama gelebileceği konusunda herkesin bir fikri vardır. Bu sahnede yan yana iki bar taburesinde oturan iki kişiden biri konuşuyor, diğeri susuyor. Sonra roller değişiyor. Bu da bize sanki aralarında bir diyalog varmış gibi görünüyor. Oysa gerçekte olan paralel iki monolog. İki monoloğun diyalog gibi gözükmesinin nedeni aslında bitişik iki bar taburesinde gerçekleşmiş olması. Bu arada diyalog karşılıklı söz anlamına geliyor. İki paralel söz değil. İki bilindiği gibi ‘bi’dir. Bisiklet, bisküvi gibi. Her biri diğeri konuşurken sadece susuyor ama dinlemiyor. Bunu kabullenmesinin nedeni kendisi konuşmaya başlayınca diğerinin de aynı şeyi yapacağını biliyor olması. Yani ortada açıkça bir mübadele var. Danışan ve danışılan rollerinin çapraz olarak sürekli yer değiştirmesi gibi. Böylece biri patronuna yüksek sesle sövme özgürlüğünü elde ederken, diğeri de karısından dert yanma hakkını kullanmış oluyor.

 

Monologların Diyaloğa Galebe Çalması

 

Aslında yaşadığımız modern mi yoksa post-modern mi tam olarak bilemediğim hayatta konuşmalarımızın, muhabbetlerimizin, sözde diyaloglarımızın çoğu böyle değil mi? Bu ülkede yaklaşık 20 yıldır siyasi liderler bir televizyon programında yan yana oturup, bir satranç saati eşliğinde açık oturum yapmıyorlar. Sizler farkında mısınız bilmiyorum ama ben uzun yıllardır “açık oturum” kavramını ne kullandım ne de işittim. Monologların diyaloğa galebe çalması bile aslında başlı başına bir otoriterleşme işareti değil mi? Otoriterleşme kavramını niye sadece makro siyaset için kullanıyoruz? Gündelik hayatımızdaki bütün yatay ilişkiler için de geçerli değil mi bu durum? 40 yıllık arkadaşıyla 4 saat oturup, 3 saat 40 dakika sürekli konuşan biri de otoriter değil midir? Üstelik kendisi bunun farkında bile değildir büyük ihtimalle. Zaten otoriter liderler de kendilerinin otoriter olduğunun ne kadar farkındalar?

 

Uzun lafın kısası, yazıyı bitirirken şaka yollu bir danışman bulma kriteri seti paylaşmak istiyorum. Eğer orta yaşınızı, yani şairin deyimiyle otuz beşi geçtiyseniz. Yani önünüzdeki zaman, geride bıraktığınız zamandan daha az hale geldiyse. Şehirli ve orta ya da orta-üst sınıftan iseniz. Artık önünüzde kendiniz için bir dönüşüm, üstüne koyma ufku göremiyorsanız. En önemlisi olduğunuz halden pek de memnun değilseniz. Bu halle daha gidecek epey bir yol varsa. Ve sürekli konuşuyorsanız, yargılıyorsanız, hüküm veriyorsanız. Çeneniz kulağınızdan belirgin bir şekilde daha fazla çalışıyorsa eğer, kendinize bir danışman bulmanın zamanı gelmiş demektir. Boşuna eşinizi, dostunuzu baymayın. İnsanların huzurunu bozmayın. Var olduğunuz halin bütün sorumluluğunu dünyanın geri kalanına fatura etmekten vazgeçin ve artık düzenli olarak malum seans faturalarını ödemeye başlayın.

 

Toplumsal huzur biraz da bireysel huzurların toplamıdır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.