Diplomaside Cinsiyet Uçurumu
Kadınların diplomaside ve barış görüşmelerinde daha aktif olması; dış politika meselelerinin aslında sıfır toplamlı olmadığını, esnek pozisyonların, karşı tarafın farklı endişelerini gözeten yaklaşımların kalıcı sonuçlar doğurabileceğini gösterecek ve belki de o hep özlemini çektiğimiz “güzel yarınlar”, cinsiyet-hassas bir diplomasi yaklaşımının dünya çapında olduğu gibi Türkiye’de de yaygınlaşmasıyla erişilebilir bir hal alacak.
Hepimizin hayatındaki birçok açmaza ustaca dokunmuş olan Alman feylesof Friedrich Wilhelm Nietzsche, “En derin yaralarla başlar, en derin gülücükler. En yüksek uçurumlardan düşerken öğrenirsin uçmayı. En derin denizlerde boğula boğula becerirsin tek bir seferde yaşamayı” der. Toplumun farklı katmanlarında cinsiyet uçurumunun giderilmesi için çabalarken, bu süreçte gözler önüne serilen uçurumları aşmaya çırpınırken, bir yandan da en derin denizlerde boğulurken hepimize yol gösterecek bir tespit belki de bu…
Aslında ideal dünyada hangi kurumun, hangi bakanlığın, hangi devletin veya hangi müzakere sürecinin başında hangi cinsiyetten birinin olduğunun pek önemi olmaması, aksine cinsiyetlerin ötesinde bir ortak çaba ve çalışkanlık hikayelerinin konuşulması gerekiyor. Günümüzde ise derinlere kök salmış cinsiyet uçurumu karşısında artık şu veya bu kurumu bir kadının yönetmesi bir başarı hikayesi olarak konuşulup daha nicelerini teşvik etmek bir zorunluluk halini alıyor. Kırılması zor bir başka cam tavanın mevcut olduğu diplomaside kadının konumu da bunun en çarpıcı örneklerinden biri.
Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) yaptığı birçok araştırmaya göre, barış görüşmelerine kadınların katılması durumunda görüşmelerin başarı şansı artıyor. Hatta Uppsala Üniversitesi’nden Desirée Nilsson’ın araştırmasına göre[1] kadın örgütlerinin diplomatik müzakerelere katılması durumunda bir barış anlaşmasının başarısız olma olasılığını %64 oranında azalıyor. Öte yandan, kadın katılımı, bir barış anlaşmasının kalıcılığının en az iki yıl olmasını yüzde 20, bir barış anlaşmasının 15 yıl sürme olasılığını ise yüzde 35 oranında artırıyor[2].
Ancak günümüzde barışı tesis etme çabalarında kadının rolü halen istenen düzeyde değil. Bu sene Afganistan’daki barış müzakerecilerinin yüzde 10’u, Libya’dakilerin ise yüzde 20’si kadın diplomatlardan oluşuyordu. Yemen’deki barış sürecine Birleşmiş Milletler Destek Misyonu adına Stephanie Williams liderlik ediyor ve bu şekliyle altı yıldır ilk kez bir kadın bir uluslararası müzakere sürecinde baş müzakereci koltuğunda oturuyor.
1325 Sayılı BMGK Kararı
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 31 Ekim 2000 tarihine kabul ettiği 1325 sayılı kararına göre kadınların barış anlaşmalarında daha fazla müdahil olmaları isteniyor[3]. Ancak Dış İlişkiler Konseyi verilerine göre son otuz yıldır müzakerecilerin sadece yüzde 13’ü kadınlardan oluşuyor.
UN Women (BM Kadın Birimi) ve Dış İlişkiler Konseyi’nin 1992 yılından günümüze dek mercek altına aldığı barış görüşmeleri analizine göre, kadınların angaje olduğu barış görüşmeleri çok daha başarılı. Kadınlar müzakere masasında barış yapımına yönelik çok daha dayanışmacı bir yaklaşım benimsemeleriyle, çok daha güvenilir bir portre çizmeleriyle, streslerini daha iyi yönetebilmeleriyle ve kamusal meselelere daha hassas davranmalarıyla öne çıkıyorlar. Bu şekilde, ilgili toplumda çatışmadan etkilenmiş ve çözüme varılmasında çıkarı bulunan farklı etnisitelerin, dini ve kültürel grupların endişelerini dikkate alan bir kadın hassasiyetinin çatışmanın yeniden başlaması, başarısız devletlerin doğması gibi bir olasılığı azalttığı ve uzun vadeli istikrar ihtimalini artırdığı birçok araştırmanın ortak sonucu.
Kuzey İrlanda’dan İsrail’e Kadın Müzakereciler
Kadınlar müzakere eden taraflarca dürüst arabulucu olarak da görülüyorlar. Zira genelde mevcut güç yapılarının dışında hareket eden ve savaşan güçleri genelde kontrol eden konumlarda olmayan kadınlar, erkeklere kıyasla siyasi olarak tarafsız kalabiliyorlar. Kuzey İrlanda’da kadınlar, 1998 Hayırlı Cuma Anlaşması’na giden süreçte Katolik ve Protestan kadın gruplarının bir güç birliği olan Kuzey İrlanda Kadınlar Koalisyonu’nu kurmuşlardı. Kadınlar Koalisyonu bu süreçte sivil toplumla sürekli iletişim halinde olup çatışma sonrası toplumsal uyumu sağlayacak hükümlerin (siyasi mahkumların topluma yeniden entegrasyonu, eğitim, karma iskan politikası gibi) anlaşmaya dahil edilmesini ve bir referanduma gidilmesini sağlamak üzere arka kapı diplomasisi yürütmüşlerdi. Hatta Sinn Fein’in görüşmelerden geçici olarak men edildiği bir dönemde onlarla iletişimi sürdürüp sürece yeniden dahil edilmelerini kolaylaştıran da yine bu koalisyon oldu. Bir açıdan bu kadın müzakereciler çatışmaya “insan sureti” taşıdılar, kritik bilgilere erişimleri sayesinde müzakere pozisyonlarını güçlendirdiler, toplumun gerçek ihtiyaç ve endişelerini yansıttılar ve savaşın kişisel boyuttaki sonuçlarına ışık tuttular.
İsrail-Filistin barış görüşmelerinde Tzipi Livni’nin 2007-2014 yılları arasında İsrail’in baş müzakerecisi olması, Hanan Ashrawi’nin ise 1990’lı yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü adına müzakereci olması da buna örnek gösterilebilir. İsrail-Filistin müzakerelerinde toprak paylaşımları, askeri işbirliği gibi sert güvenlik konuları erkek müzakereciler eliyle yürütülürken, kadınlar suya erişim, insan hakları gibi konularda kritik uzmanlık gerektiren teknik komitelerde liderlik üstlendiler. Örneğin bir Filistin köyünü yıkımdan korumak üzere İsrail sivil toplumu ve Filistin siyasi partilerini bir araya getirebilmişlerdi. İsrail-Filistin görüşmelerinde kadınların rolü o kadar belirgindi ki 2014 yılında bini aşkın kadın Gazze’de bir trende bir araya gelerek barış görüşmelerinin acilen yeniden başlaması talebinde bulunan bir protesto düzenlemişler, 2016 yılında da İsrailli kadınlar Kudüs’te devasa bir barış mitingi gerçekleştirmişlerdi. Hatta, Tzipi Livni, durumu “Kadınlar kendilerinin ve ailelerinin geleceklerini ele almaya karar verdiler. Sokağa çıkıyorlar ve barış için gösteri yapıyorlar” ifadesi ile tarif etmişti. Benzer şekilde Suriye müzakerelerinde de kadınların oluşturduğu bir istişare kurulunda farklı etnisitelerden, farklı siyasi ve dini arka planlardan gelen üyeler bulunuyor ve birçok çetrefilli konuda uzlaşıya varmaya çabalıyorlar. International Civil Society Action Network (Uluslararası Sivil Toplum Eylem Ağı) ise geçtiğimiz sene Kadın Barış Kurucular Koruma Çerçevesi’ni[4] başlattı. İnisiyatifin amacı, barış görüşmelerine müdahil oldukları için şiddetin hedefi haline gelen kadınları korumak.
Tüm bu örnekler aslında bizi apaçık bir sonuca yöneltiyor: Kadınların barış inşa süreçlerine katkısı azaldıkça, çatışma sonrasında toplumsal uyum mekanizmaları da yeterince tesis edilemiyor. Barış müzakerelerinin yürütülme şekli de eril zihniyet üzerinden ilerleyerek kadın yaratıcılığından ve hassasiyetinden mahrum kalıyor. Kadınlar çatışma çözümünde “İkinci Yol” (Track 2) denen aşamada süreç odaklı ve problem çözümüne yönelik katkılarda bulunuyorlar. Bu nedenle tek taraflı olmayan ve gayri resmi tedbirleri de içerdiği için sadece siyasi ve askeri elitlerin yer aldığı Birinci Yol’a (Track 1) yatırım yapmak yerine, barış arabuluculuğunun ve toplulukların çözüme karşı isteklerinin desteklendiği İkinci Yol girişimlerini desteklemek ve belki de kadınların bu mekanizmaya katılımını teşvik etmek üzere ulusal düzeyde raporlama sistemlerini zorunlu kılmak gerekiyor.
Türkiye’de Durum
Peki kadınların ülke nüfusunun yarısını oluşturduğu Türkiye’de “erkek egemen” olarak algılanan diplomasi arenasında durum nasıl? 1982 yılında ilk kadın büyükelçi olarak Filiz Dinçmen’in atanmasından bu yana geçen süreçte Dışişleri Bakanlığı verilerine göre merkezde ve dış temsilciliklerde 4 bin 309 erkeğe karşı 2 bin 564 kadın görev yapıyor. Bu yıl itibarıyla Bakanlık genelinde görev alan kadınların oranı ise yüzde 37 düzeyinde. 2000 yılında dünya çapında 8 kadın büyükelçimiz varken halihazırda bu rakam -260 büyükelçi arasında- 65’e ulaşmış durumda; yani kadın büyükelçi oranımız dörtte bire yükseldi.
Öte yandan, Türkiye, BM’nin 1325 sayılı İlke Kararı’nı uygulamak doğrultusunda bir ulusal eylem planı hazırlamış değil. 2016 yılı haziran ayında bu konuda bir ulusal koordinasyon toplantısı Dışişleri Bakanlığı çatısı altında yapılmış olsa da, bir sonraki ay gerçekleşen başarısız darbe girişiminin ardından bu konu rafa kaldırıldı, önceliğini yitirdi. Libya’daki askeri varlığımızdan, Irak ve Suriye’deki askeri operasyonlara, Yunanistan’la zaman zaman yaşanan Kuzey Ege ve Akdeniz gerilimlerine, mülteci sorununa dek birçok kritik gündemle çevrelenmiş bir durumda iken, çatışma çözüm süreçlerine kadın perspektifinin daha fazla dahil edilmesinin, teşvik edici mekanizmaların getirilmesinin Türk dış politikası açısından önemli bir kazanım olacağı konusunda kimsenin bir itirazı olmasa gerek. Örneğin mülteci sorununa yönelik müzakerelerde Türkiye’yi temsil eden ekibin ağırlıklı olarak kadın diplomatlardan oluşması, Türkiye’nin küresel siyasetteki gücünün ve bu tür insani konulara verdiği önemin daha hassas bir boyut kazanacağının gösterilmesi açısından simgesel önem sergileyecektir.
Nitelik mi Nicelik mi?
Ancak buradaki önemli nokta; kadınların bu tür süreçlere katılmasına nicelik olarak bakmamak, onların katkılarını ve yönlendirmelerini sürecin sonuçlarına yansıtmak. Yani bir diğer deyişle “laf olsun diye” usulen bunun yapılmaması veya kadınları bazen bir aldatmaca olan “gözlemci statüsü”ne koyulmaması ve onları aktif birer katılımcı olarak görülmesi gerekiyor. Ayrıca Dışişleri Bakanlığı’nın da bu zamana değin kritik müzakerelerde kadın diplomatların ve kadın örgütlerinin ne kadar faal olduğuna dair veriler yayınlaması ve bu yönde bir farkındalığın öncüsü olması da cinsiyet-hassas bir pozitif gündemin ve yapıcı bir dış politika dönüşümünün de anahtarı olacaktır.
Okan Üniversitesi’nden siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörü Zeynep Alemdar ve duayen gazeteci Barçın Yinanç’ın Dış Politikada Kadınlar Girişimi için bu sene kaleme aldıkları “Türkiye’de Kadın, Barış ve Güvenlik Gündemi ve Diplomaside Kadınlar” başlıklı makalede[5] Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı’nın kadınların barış ve güvenlik müzakerelerine dahil edilmesi konusunda bakanlıklar ve kurumlar arası bir görev gücü kurması, Türkiye’den kadın diplomatların üçüncü ülkelerdeki kadın meslektaşlarına ikili veya bölgesel programlar yoluyla bilgi ve deneyim aktarmaları öneriliyor. Diğer öneriler arasında ise, Türkiye’nin 2012 yılından beri ev sahipliği yaptığı İstanbul Arabuluculuk Konferansları’na kadınların arabuluculuktaki rolüne dair bir bölümün eklemlenmesi ve Türkiye’nin BM Genel Sekreteri’nin özel temsilcilikleri ve arabuluculuklarına kadın adaylar önermesi yer alıyor.
Peki toplumsal kodlara içkin bu cinsiyet uçurumu kaçınılmaz mı? Elbette hayır, çünkü aslında kadınların diplomaside liyakat temelli olarak daha fazla ön plana çıkarılması ve aktif sorumluluk yüklenmelerinin sağlanması teknolojik bir sorun değil, tamamen zihniyet yapılarının dönüştürülmesini içeren “beşeri” bir mesele. Finlandiya’da Başbakan’dan Eğitim Bakanı’na, Maliye’den İçişleri Bakanı’na dek birbirinden parlak ve güçlü kadınların bakanlık koltuğunda harikalar yaratması, bir peri masalının ötesine geçerek tüm dünyaya örnek olacak bir motivasyon kaynağı, bir referans model haline gelmeli.
Kadınların diplomaside ve barış görüşmelerinde daha aktif olması; dış politika meselelerinin aslında sıfır toplamlı olmadığını, esnek pozisyonların, karşı tarafın farklı endişelerini gözeten yaklaşımların kalıcı sonuçlar doğurabileceğini gösterecek ve belki de o hep özlemini çektiğimiz “güzel yarınlar”, cinsiyet-hassas bir diplomasi yaklaşımının dünya çapında olduğu gibi Türkiye’de de yaygınlaşmasıyla erişilebilir bir hal alacak.
__
[1] Desirée Nilsson (2012) Anchoring the Peace: Civil Society Actors in Peace Accords and Durable Peace, International Interactions, 38:2, 243-266, https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/03050629.2012.659139?scroll=top&needAccess=true&journalCode=gini20
[2] https://wps.unwomen.org/participation/
[3] https://www.un.org/womenwatch/osagi/wps/
[4] https://icanpeacework.org/2020/10/21/protecting-women-peacebuilders-the-front-lines-of-sustainable-peace/
[5] http://wfp14.org/wp-content/uploads/2021/04/Women_in_Diplomacy.pdf