Dogmatik Taklitçiliğin Kaderi: “Vicdansız Dindarlık”
Bugün İslam dünyasında -az da olsa- “Takva”ya dayanan dindarlık örnekleri yaşandığı gibi; çoğunlukla dogmatik/taklitçi (vicdansız) örgütlü dindarlıklar kol gezmektedir. Kör selefilik (İŞİD), petro-dolar Selefiliği (Suud-i Arabistan), katı dogmatik/taklitçi Hanefilik (Taliban), Afrika Selefiliği (Boko-Haram), Mollalar ve Ayetullahlar Teokrasisi (İran Şiiliği), Türk Tasavvuf Sünniliği (FETÖ) ve daha bir sürü Tarikat-Cemaat ve siyasi parti örgütlenmeleri, “dindarlık” adına vicdansız, fahiş felaketler üretmektedir.
Vicdan, Din ve Dindarlık
Peygamberlik/Vahiy kurumu, insanın yaratılışta Allah tarafından kendisine verilen vicdan kapasitesini diriltmeye-dinamikleştirmeye çalışır. Ancak bu çabanın başarılı olabilmesi için -paradoksal bir şekilde- vicdan kapasitesinin “diri” olması gerekir. Yani ilk/etkin sebep vicdandır: “Kur’an’ı, vicdanı diri olanları uyarman ve kâfirler için de azap vaadi gerçekleşsin diye indirdik.” (36/70). “İnsanın kendiliğine ve onu düzgün bir formda şekillendirip ona kötülük yapma ve ondan kaçınma/korunma kapasitesini verene and olsun ki, kendini, vicdanı ile arındıran kurtuluşa ermiş; kendini kötülüklere gömüp kirleten kimse de kaybetmiştir.” (91/7-10). Burada da kurtuluşu veya kaybı belirleyen ilk adım/sebep, insanın kendisi yani vicdanıdır. Din, özünde bu vicdanı aktüelleştirmek, aktif kılmaktır: “Özünü dürüstçe dine çevir: Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte bu, dosdoğru ‘Din’dir; fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (30/30). “Hakkında kesin bilgin olmayan şeyin peşine düşme; çünkü kulak, göz ve kalp (vicdan), ondan sorumludur.” (17/36).
Bireysel, daimî, dini bilginin kaynaklarının (kulak-göz-kalp) “vicdan” olduğu gayet açık. Vicdan, Allah’ın insanı yarattığında ona kendinden üflediği “Ruh”tur (15/29). Sorumluluk mercii olarak vicdan, gökler, yer ve dağların kabul etmediği; özgürlük ve sorumluluk olarak insanın kabul ettiği bir yetidir (33/72). “Ezeli misak” metaforunda Allah’ın: “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna İnsanlık ruhunun (vicdan): “Bela: Tabii ki Rabbimizsin” cevabı (7/172), vicdanın, sorumlu tutulmanın esas/temel mesnedi olduğunu ifade eder. İnsanların: “Kıyamet günü: ‘Biz, bundan habersizdik’ diyemeyecek olmaları” (7/172), bunun kanıtıdır.
Vahiy, Allah’ın insan (peygamber) vicdanı aracılığı ile insanların vicdanına hitap ederek onları hidayete çağrısı, irşat etmesi, onlara nasihat etmesi ve vaaz etmesidir (72/2, 2/23, 11/34…) Vahyin mü’minlere çağrısı, onların daima hasbî (dürüst) ve muhasibi (eleştirel) olmalarıdır. Evrensel ve ebedi kurtuluşun yeterli şartları bunlardır. Bir peygamberle karşılaşmak, zorunlu değildir. Tarihsel olarak da akıl-baliğ olan herkes, bir peygamberle karşılaşmamıştır. Mu’tezile ve Matürîdilik ekolleri, “Fetret Dönemleri”nde insanların “denenme”sinin devam ettiği kanaatindedirler ki bu, doğru bir yorumdur. Peygamberlik/vahiy, bir lütuf ve rahmettir. Herkesi bağlayan evrensel sorumluluk: “Bütün sözleri dinleyip, en güzeline/doğrusuna uymak”tır (39/18). İnsanların, ibret verici olay ve olguları, yani Güneş Sistemi, Ekosistem ve insanın kendi mükemmelliğini ibretle gözlemeleri ve sözleri “can kulağı” ile dinlemeleridir (69/12).
Vahiy ve peygamber ile muhatap olmuş mü’minlerin ise, en güzel/iyi sıfatları (esmau’l-hüsna) ile Allah’ın karakterini tanıyarak ve Ahiret bilinci (Takva) ile sürekli tetikte ve teyakkuzda (ahlaklı) olmalarıdır. “Eğer siz muttaki olursanız, Allah size iyiyi kötüden ayıracak bir anlayış verir.” (8/29). Din, diri bir vicdan, canlı ve doğru/müstakim bir imanın sentezidir ve salt vicdandan daha etkindir. Sokak insanının/herkesin, dogmatik/taklitçi (kör-inanç sahibi) mü’minler değil; “Düşünen (tefekkür-taakkul-tezekkür-tafakkuh-tedebbür) Dindarlar” olmaları, asıldır. Yahudi, Hristiyan veya Müslüman olmak, hakikat konusunda boş kuruntulara/vehimlere saplanmayı engelleyemez (4/123). Hatta peygamberler bile, bu ayartıya kapılabilir (75/16, 20/114).
Kur’an ve Sünnet/Hadis, mü’minlerin vicdanını diriltmeye çalışmış iken; Mezhepler, bu iki kaynak aracılığı ile bunları dondurarak, birçok noktada da bunları yanlış yorumlayarak, yorumları dondurarak mü’minlerin bir kısmının vicdanını dumura uğratmışlar, onları taklide, dogmatikliğe, kör inanca boğmuşlardır. Peygamberlerin ölümünden sonra yorum/mezhep kaçınılmazdır denilebilir; ancak, yorumların dogmatikliğe/taklide, kör inanca, bağnazlığa yuvarlanmaları savunulamaz. Esas olan, vahyin ve peygamberin yaptığı tecdidin, mü’minler tarafından hasbi ve muhasibi olarak daima sürdürülmesidir. Vicdan dumura uğrayınca, vicdansızlık İslam dünyasında “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye”ler ile işbaşında olmuştur.
Vicdansız dindarlığın başlıca saikleri şunlardır: 1-Duyarsızlığın, cehaletin, tembelliğin oluşturduğu konformizm. 2- Zahmetsiz ve zorlanmaksızın mutlak hakikate malik olma zaafı, hamakati, kurnazlığı. 3- Fatura ödemeden Tanrının gözdesi olma garantisi. 4- Ebedi kurtulmuş olma zannının rahatlığı. 5-Güç istenci, tahakküm arzusu ve kemikleşmiş kibrin (gurur) benliği kaplaması.
“Vicdansız Dindarlık” Eleştirileri
Peygamberlerin ölümünden sonra bütün dinlerin tarihi göstermektedir ki, mü’minlerin dar görüşlülüğü, cehaleti, bağnazlığı, taklitçiliği, bencilliği, kibri, zayıflığı, hercailiği, vicdan yerine sürü mantığını benimsemeleri yüzünden peygamberlerin davası, büyük ölçüde tam tersi bir muhtevaya bürünür: “İnsanlar, dinlerini kendi aralarında paramparça ettiler; her mezhep de, kendi yorumundan son derece emindir (23/53). Her yeni peygamber taklitçi/dogmatik, kör-inanç sahibi, bağnaz mü’minlerin kendileri üzerine koymuş oldukları “…ağır yükleri ve boyunlarına-ayaklarına bağlamış oldukları zincirleri kaldırır…” (7/157). Bu durum, ilanihaye sürüp gider.
Kur’an, Yahudileri, Hristiyanları ve onların din adamlarını (Haham, Ahbar, Ruhban, Papaz…) bahsetmiş olduğumuz vartaya düşmüş olmalarından dolayı sürekli ve kıyasıya eleştirir. Maatteessüf, Müslümanlar da, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Sünni-Şii-Harici mezhepler yolu ile büyük ölçüde aynı vartanın içine düşmüşlerdir. Müslümanların oluşturdukları “her mezhep de, dini hakikatin mutlak olarak kendinde olduğundan son derece emindir.” (23/53). Bu mezhepler, mü’minlerin kendi ahlaki yetersizlikleri yüzünden 100 sene süren iç savaştan (“Büyük Fitne”) sonra ortaya çıkmış; kemikleşerek, dogmatikleşerek, taklide yuvarlanarak ve donarak devam etmişlerdir. İslam’ın, şeriatların neshi ve yenilenmesi ile süren “Hareketli Cevher” özü, “Sabit Din Dinamik Şeriat” olarak devam ettirilememiştir. Şimdi, dinler tarihinde yaratılan “vicdansız dindarlıklar”a yapılan eleştirilerden bazı örnekler verelim.
Yahudilik Eleştirisi (Hz. İsa)
Kudüs’te mabetlerini ticarethaneye çeviren Yahudilere Hz. İsa şöyle demişti: “Benim evime dua evi denecek. Ama siz, burayı haydut evine çevirdiniz.” (Matta, 21. Baba, 12-13). Hz. İsa, Yahudileri ve din adamlarını sert bir şekilde şöyle eleştirdi: “Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin egemenliğinin kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz. Vay halinize ey din bilginleri, Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız; dininize döneni de, kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız… Sizi gidi yılanlar, sizi gidi engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kurtulacaksınız? İşte bunun için size peygamberler, bilge kişiler ve din bilginleri gönderiyorum. Bunlardan kimini öldürecek ve çarmıha gereceksiniz. Kimini Havralarda kamçılayacak, kimini kentten kovacaksınız. Böylelikle, doğru kişi olan Habil’in kanından, tapınakla sunak arasında öldürdüğünüz Berakya’nın oğlu Zekariya’nın kanına kadar yeryüzünde akıtılan her doğru kişinin kanından sorumlu tutulacaksınız. Size doğrusunu söyleyeyim, bunların hepsinden bu kuşak sorumlu tutulacaktır. Ey Kudüs! Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs! Bir tavuk civcivlerini kanatlarının altına nasıl toplarsa, ben de kaç kez senin çocuklarını öylece toplamak istedim. Ama siz, istemediniz. Bakın, eviniz ıssız bırakılacak! Size şunu söyleyeyim: ‘Rab’ın adıyla gelene övgüler olsun’ diyeceğiniz zamana kadar beni bir daha göremeyeceksiniz.” (Matta, 23. Baba, 13-39).
Hristiyanlık Eleştirisi (F. Nietzsche)
Hz. İsa efendimizin Yahudilikte yapmak istediği tecdit, başarılı olmamış; Pavlus aracılığı ile Latin dünyasında yapılan tahrif edici yorum/teoloji, “Teslis” ve “Kilise” olarak kristalleşmiştir. Bu yorumun/teolojinin, Batı toplumlarını “Karanlık” bir çağa (Ortaçağ) sürüklediği müsellemdir. Aydınlanma Filozofları ve Reformcular, yaratılan bu yoruma ciddi eleştiriler yöneltmişlerdir. Örnek olarak Alman filozofu Nietzsche’nin kaleme almış olduğu “Deccal: Hristiyanlığa Lanet” (çev. Oruç Aruoba, İst., 1995) adlı kitabı, bu eleştirilerin en sertlerinden biridir. Nietzsche, Latin halklarının ve Kilise babalarının yaptığı bu yorumu, insanlık adına bir “Decadans (çürüme/çöküş)” olarak yorumlar. Nietzsche’nin kalkış noktası “nihilist”tir. Ancak Kilisenin yarattığı dinsel psikolojiyi ele vermesi açısından da hayli öğreticidir. O, şöyle diyor:
“Hristiyanlığın tarihi –hem de, daha çarmıhtaki ölümden başlayarak- kaynaktan bir simgelemin adım adım kabalaşan bir biçimde yanlış anlaşılmasının tarihidir. Hristiyanlığın hep daha geniş, hep daha çiğ, içinde doğduğu koşullara hep daha uzak kitlelere her yayılışında, Hristiyanlığı vülgarize etmek, barbarize etmek hep daha gerekli olmuştur. İmperium Romanum’un bütün yeraltı tapınışlarının öğretilerini ve törenlerini her türden hastalıklarını içine alıp yutmuştur. Hristiyanlığın yazgısı, ona inanmakla doyuma ulaşacak gereksinimler ne denli hastalıklı, ne denli aşağı ve bayağı ise; ona olan inancın da, o denli hastalıklı, aşağı ve bayağı hale gelmek zorunda olmasında yatar. Sonunda bu hastalıklı barbarlık kendisini “Kilise” olarak örgütleyerek güce ulaştı. Kilise, ruhun her dürüstlüğüne, her yüceliğine, tinin her yitirilişine, her özgür yürekli, iyi yürekli insancılığına karşı ölümüne düşmanlığın biçimi/formudur.” (s. 54). “Dürüstlükle en ufak ilişkisi olan kişi, bugün bilmek zorundadır ki, bir tanrıbilimci, bir rahip, bir papa, söylediği her cümle ile yalnızca yanılıyor değildir; yalan söylüyordur.” (s. 55) “Pavlus’ta “iyi habercinin (İncil)” karşıt tipi cisimleşmiştir. Nefretin, nefret düşünün, nefretin acımasız mantığının dehasıdır o. Neleri kurban etmedi ki bu Dysngelist. En başta da Kurtarıcının (Hz. İsa) kendisini kendi çarmıhına gerdi.” (s.61). “ Hristiyanlık, insan ile insan arasındaki her türlü derin saygı ve mesafe duygusuna karşı, yani kültürün her türlü yükselme ve büyümesinin önkoşuluna karşı, kötü içgüdülerin en gizli köşe-bucağından çıkarak ölümüne bir savaş vermiştir.” (63). “Aldanmamalı! (Papazlar): ‘Yargılamayın’ derler, ama yollarında duran her şeyi cehenneme gönderirler. Tanrının yargılamasını sağlayarak kendileri yargılarlar; Tanrıyı yüceltmekle kendilerini yüceltirler; tam da kendi elde edebilecekleri –dahası, üstte kalmak için gereksedikleri- erdemleri teşvik etmekle kendilerine erdem uğruna güreşiyorlar, erdemin egemenliği için savaşıyorlar görünümü verirler.” (s.65)…
Müslümanlık Eleştirisi (M. Akif)
Son 150 yılda İslam dünyasında Müslüman tecditçi düşünürler, Sünnilik ve Şiilik mezheplerinin ortaya koymuş oldukları tarihsel-teolojik yorumların yaratmış oldukları taklitçi/dogmatik “dindarlık” tarzları üzerine ciddi eleştiriler yapmışlardır. Bu düşünürlerden bazıları şunlardır: Şah Veliyullah Dihlevi, Cemalettin Afgani, Musa Carullah, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmat Han, Muhammed İkbal, Mehmet Akif, Mahmut Muhammed Taha, Taha Abdurrahman, Muhammed Arkoun, Muhammed Abid Cabiri, Fazlurrahman, Hasan Hanefi, Nasır Hamid Ebu Zeyd, Ali Şeriati, Abdulkerim Süruş… Bunlardan Mehmet Akif’in yazmış olduğu manzum “Safahat” adlı 500 sayfalık şiir kitabı (M. Ertuğrul Düzdağ. İst. 1981) Sünniliğin yaratmış olduğu dogmatik dindarlığın bütüncül bir eleştirisidir. Örnek olarak, şöyle diyor:
“Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla imanın:
Ne müthiş bir hamaset (duygusal dinamizm-İG) çarpıyor göğsünde Kur’an’ın!
O vicdan nerededir, lâkin? O iman kimde var?… Heyhat!
Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyat!
O imandan velev pek az nasip olsaydı millette,
Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette!” (s. 323)
…….
“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…
Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmeme amma, galiba göklerdedir!” (s. 311)
……
“Çalış” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin maskaraya.” (s 268)
…….
“Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı imana?
“Tevekkül” öyle “tahakküm” demek mi Yezdan’a?
Kimin hesabına inmiş, düşünmüyor, Kur’an…
Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhatap olan!
Bütün (ilahi) emirlere ilan-ı harp eden şu sefih,
Mükellefiyeti, Allah’a eyliyor tevcih.” (s. 269)
Sonuç
Bugün İslam dünyasında -az da olsa- “Takva”ya dayanan dindarlık örnekleri yaşandığı gibi; çoğunlukla dogmatik/taklitçi (vicdansız) örgütlü dindarlıklar kol gezmektedir. Kör selefilik (IŞİD), petro-dolar Selefiliği (Suud-i Arabistan), katı dogmatik/taklitçi Hanefilik (Taliban), Afrika Selefiliği (Boko-Haram), Mollalar ve Ayetullahlar Teokrasisi (İran Şiiliği), Türk Tasavvuf Sünniliği (FETÖ) ve daha bir sürü Tarikat-Cemaat ve siyasi parti örgütlenmeleri, “dindarlık” adına vicdansız, fahiş felaketler üretmektedir. Bu duruma tepki olarak her üç dinin müntesiplerinden bir bölümü vicdanı dinden bağımsızlaştırarak deist, ateist, seküler kurumlar, kavramlar, siyaset ve ahlak teorileri önermişlerdir. Bunların sonuçları da başarı ve başarısızlıklarıyla 300 yıldır ortada duruyor. Çözümü, Allah, Kur’an’da göstermişti: “İman edenlerin, Allah’ı hatırlamaktan ve ondan inen hakikatten dolayı kalplerinin (vicdanlarının) saygı ile ürperme zamanı gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip (Yahudi ve Hristiyanlar); fakat üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar (vicdansızlaşan) gibi olmasınlar. Onların çoğu fasık kimselerdir.” (57/16).