Doktora Yetersizlik

Doktora yeterlilik hocalığa açılan ilk kapıdır. Bu kapıda verilen tavizler, ileride kapatılması hiç de kolay olmayacak olumsuz sonuçlara neden olmaktadır. Bunun tipik sonuçlarından biri, alan ve kanon hâkimiyeti olmayan hocaların üniversitede çoğunluk haline gelmesidir.

Perspektif’te bu seriye “Sosyolojik Mezuniyet”le başladım. Ama bir türlü sonu gelmedi. Bu yazının hemen başında, okumakta olduğunuz yazının bu serinin son yazısı olacağını baştan söylemek isterim. Artık bir yerlerde durmak gerekiyor çünkü. Sosyoloji mezunlarının iş bulamaması meselesinin, verilen diplomanın mahiyetiyle ilgili olduğunu düşündüğümü ilk yazıdan beri beni takip eden okurlar anlamışlardır. Ya da açıkçası konunun benim ilgimi çeken tarafı tam da burası. Bu nedenle bu yazıda bu sorunun en belirleyici noktalarından biri olan “doktora yeterlilik” konusuna değinmek istiyorum.

 

Doktora yeterlilik sınavı, doktora adayının tez konusunu seçmeden önce geçmesi gereken bir sınavdır. Evrensel anlamda bu sınavın varlık nedenlerinden biri, adayın alan yeterliliğini ölçmektir. Doktora yeterlilik, ileride hoca olması muhtemel bir adayın kanonla ilişkisini bir bütün olarak test edileceği son yerdir. Çünkü aday ileride tezini savunurken de, akademik yükseltmelerde de genellikle kendi ürettiklerin kalitesinden sorumlu olacaktır. Ama doktora yeterlilik sınavında adayın savunması gereken bir eseri söz konusu değildir. Ya da başka bir biçimde ifade etmek gerekirse, bu sınavda tartıya konacak olan eser adayın bizatihi kendisidir.

 

Bu arada bir parantez açarak doktora yeterlilikten ortalama 5-10 yıl sonra gerçekleşen bir doçentlik jürisinde veya yine doktora yeterlilikten ortalama 10-15 yıl sonra gerçekleşen bir profesörlük jürisinde adaya “biraz Weber anlat bakalım” diye çıkışmanın pek bir anlamı olduğunu da düşünmüyorum doğrusu. Böylesi bir soru sorup, istediği cevabı alamayan bir jüri üyesi aslında 5 ila 15 yıllık bir gecikmeden mustariptir bence. Bu tür sorular doktora yeterlilikte sorulmadığı, belki de sorulamadığı için 50 yaşında bir profesör adayı Weber’i anlatmaktan aciz olabilmektedir. Ama bu yazıdaki konumuz doktora yeterlilik. Diğer aşamalardaki sınavlar ve jüriler hakkında belki daha ileride yazarım.

 

Ülkemiz üniversitelerinin en az önemsedikleri, hatta hiç ciddiye almadıkları bir sınavdır doktora yeterlilik. Bu nedenle de gereksiz bir formalite gözüyle bakılır genellikle. Adayın müstakbel tez danışmanı ve tez izleme komitesi üyeleri yer alır genellikle bu jürilerde. Adaya genellikle hangi konuda tez yapmayı planlandığı sorulur. Bu konuda yaptığı literatür taraması biraz gözden geçirilir. Bazı tavsiyelerde bulunulur. Eğer geçekten bir şey test edilecekse, test edilen daha çok adayın tez yapacağı konudaki hâkimiyetidir. Diğer disiplinlerde bu işin nasıl yapıldığı konusunda pek bir malumata sahip değilim. Olsam bile meseleyi tüm ülkedeki bütün akademik disiplinler için genelleştirmek istemem. Ama sosyoloji bağlamında yazdıklarımdan ve yazacaklarımdan eminim. 

 

Bence ülkemizdeki sosyoloji öğretimin en çok kaybettiği alan tam da burasıdır. Doktora yeterlilik sınavını sadece tezin yapılacağı alanla sınırlı bir biçimde algılamak. Türkiye’nin sosyoloji bölümlerinin sosyolog yetiştirememesi, hatta bu tertibattan çıkan hocaların bile bir türlü sosyolog olamamalarının önemli sebeplerinden biri bu lakaytlıktır. Dolayısıyla sosyolojik mezuniyetin mahiyetini belirleyen ve bu belirlemeyi ne yazık ki olumsuz yönde yapan bir süreçtir doktora yeterlilik.

 

Hocalığa Açılan İlk Kapı

 

Lafı fazla dolandırmadan Türkiye üniversitelerindeki sosyoloji bölümlerinde, bazı istisnalar dışında, doktora yeterliliğin asgari koşullarının mevcut olmadığı kolaylıkla söyleyebilirim. Doktora yeterlilik hocalığa açılan ilk kapıdır. Bu kapıda verilen tavizler, ileride kapatılması hiç de kolay olmayacak olumsuz sonuçlara neden olmaktadır. Bunun tipik sonuçlarından biri alan ve kanon hâkimiyeti olmayan hocaların üniversitede çoğunluk haline gelmesidir. Çünkü birkaç kuşak boyunca bu tür bir doktora yeterlilik uygulaması yaptığınızda, sözünü ettiğim sonuçlar kaçınılmaz hale gelir. Hatta kendisi de alan ve kanon hâkimiyeti olmayan hocaların katıldığı doktora yeterlilik sınavlarında test edilecek alan giderek daralır. Çünkü eninde sonunda bir hoca ancak kendi bilgi ufku içinde adayı sorgulayabilir.

 

Mesele kimilerinin sandığı gibi bir sosyoloji bölümünün genel bir eğiliminin olması değildir. Elbette Marksist eğilimli, post-yapısalcı yönelimli, saha araştırması ağırlıklı sosyoloji bölümleri olabilir. Buradaki sorun, bu tercihin alana geniş bir hâkimiyet sonrasında bilinçli yapılan bir tercih olmaktan çok, “biz sadece bunu biliriz ve bununla da iftihar ederiz”, hatta “bölümümüzde de hep bizim gibileri istihdam ederiz” türünden bir idraksizlikten kaynaklanmasıdır. Ekol oluşturmakla, hizip oluşturmak aynı şey değildir. Türkiye’de akademik hizipleşmeleri siyasetten sonra en çok belirleyen şey rahmetli Hüsamettin Arslan’ın deyimiyle “epistemik cemaat”leşmedir. Elbette burada sadece bir benzetme yaptığımı vurgulamak isterim. Hatta izninizle Hüsamettin hocanın terimine bir de “dar” sıfatını eklemek isterim. Çünkü bence epistemik cemaatleşme Türkiye’de fazlasıyla dardır. Hatta hocanın bu terimi tedavüle soktuğu zamanlardan bu yana daha da daralmaktadır.

 

Bu daralmanın nedenlerinden biri de doktora yeterlilik sınavının ciddiye alınmamasıdır. Bu açıdan sosyolojik mezuniyet bakımından en önemli dönemeç doktora yeterlilik sınavıdır. Bunca yıl üniversitede ders vermiş bir eski hoca olarak izin verirseniz buna artık “doktora yetersizlik” diyeyim. Doktora yetersizlik, giderek bir sosyolojik yetersizliğe de neden olmaktadır. Diplomanın mahiyeti, aynı zamanda ilgili kurumun ve oranın hocalarının mahiyetini de ele verir çünkü.

 

Alan ve Kanon Hâkimiyeti

 

Doktora yetersizlik sınavının bu şekilde yapılmasının olağan sonuçlarından biri, sadece tez konusunu bilen ama alan ve kanon hâkimiyeti olmayan bir akademisyen kalabalığıdır. Bu şekilde insanlar sosyolog olmadan, hatta sosyolog olmaya tenezzül bile etmeden sosyoloji disiplinin içindeki bir ismin veya ekolün yetkilisi olabilmektedirler. Örneğin Elias’ı bilmeden Bourdieucü olmak sizi sosyolog yapmaz. Marx okumadan Weberci olmak da. Alanın tümüne belli bir nüfuz, hâkimiyet sonrasında mevcut ekollerden birine yakın olmak elbette sosyoloji içinde bir tercih yapmaktır ve yanlış değildir. Ama Weber ya da Bourdieu’yü bütün sosyolojik kanona ikame etmek kesinlikle yanlıştır. Bu, bir anlamda, cehaleti meşrulaştırmaktır. Sadece bir şeyi çok iyi bilmekle yetinmek, hatta giderek bununla övünmek, alanın geri kalanını bilmemeyi meşrulaştırır çoğu zaman.

 

Üstelik işin bir de kariyer boyunca olgunlaşma eksikliği boyutu söz konusudur. Her şeye rağmen kariyerin başlangıcında genç bir adayın bu tür eğilimlerinin olmasının bile anlaşılır bir yanı yok değildir. Herkes bu işlere bir yerden ve bir şeyci olarak başlıyor olabilir. Ama asıl mesele kariyer sonunda da bunun pek değişmemesidir. Türkiye üniversitelerinin sosyoloji bölümlerinde sadece bir şeyci olarak 50 yıllık bir kariyeri kolaylıkla tamamlayabilirsiniz. Kimse de size dönüp bakmaz, niye böylesiniz diye. Herkes biraz öyledir çünkü.

 

Böylesi bir sürecin, alanın diplomasının ve akademik kadrosunun kalitesini etkilememesi düşünülemez. Diplomanın değerinin düşmesini neredeyse doğal hale gelmiş işsizlik olarak tecrübe ediyoruz. Bu yazı dizisine başlamamın nedeni de buydu zaten. Ancak madalyonun diğer yüzüyle yüzleşmek belki de daha zor. Maşallah herkes doktor, doçent, profesör ama ortada bu kadar unvana karşılık gelecek anlamlı (significant) bir üretim yok. Tanpınar’ın dediği gibi istihsal problemi devam ediyor ülkede.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.