Dönüşümlü Ötekileştirme ve Çıkış Yolu
Devlet aygıtına egemen olan aktörler hem siyaseti, medyayı ve toplumsal kesimleri etkiliyor hem de güvenlik-yargı bürokrasisi aracılığıyla hedef kitlelere yönelik projelerin hayata geçirilmesini sağlıyor. Sağlıklı bir çıkış yolu geliştirilemeyince ve toplumsal irade sergilenemeyince ötekileştirme dönüşümlü bir hal alıyor. Neredeyse toplumun tüm kesimleri, düzenli aralıklarla bu cendereden geçiyor.
“Kendini izah etmek zorunda olmadığın yer yurdundur…”
Siyaset çeşitlenip hareketlendikçe, tek bir cümle kurmadan ve sadece karşıtlık üzerinden umut dağıtmaya çalışan aktörler çoğalıyor. Toplumsal kesimler ise var olan olumsuz durumdan kurtulmak adına hem hafızayı tazelemekten hem de sorunlar üzerine kafa yormaktan özenle kaçınıyor. Bu da var olan temel sorunlara çözüm bulmayı engelliyor. Bu anlamıyla, üzerinde durulması gereken konulardan birisi de ötekileştirme ve hedef alma. Öyle ki, sağlıklı bir çıkış yolu geliştirilemeyince ve toplumsal irade sergilenemeyince ötekileştirme dönüşümlü bir hal alıyor. Neredeyse toplumun tüm kesimleri, düzenli aralıklarla bu cendereden geçiyor.
Ötekileştirme/Ayrımcılık
Öncelikle bir noktanın altını çizmekte yarar var. Ötekileştirmenin ve ayrımcılığın sadece azınlıklar üzerinden yürütülmesi, bizi yanlış sonuçlara götürür. Çünkü azınlıklar, kuruluştan itibaren, yönetici ‘akıl’ tarafından ‘doğal öteki’ olarak kabul edilmiş, risk analizinin farklı bir kategorisinde değerlendirilmiş ve uygulanan politikaların sonucunda sayıları oldukça azalmış. Yaşadığımız coğrafyanın parçası olan bu insanları, tarihin farklı dönemlerinde yaşanmış olaylar üzerinden hedefe koyup mağdur etmenin yasal, hukuki, ahlaki ve insani zemini yok. Bu gerçeğe ve sayıları oldukça azalmış olmasına rağmen toplumsal bilinçaltına yerleşmiş olan kimi gerekçeler üzerine oturtulan ayrımcılığın sık sık dışa vurulmaya devam ettiği de açık. ‘Asli unsur’ olarak kabul edilen vatandaşlara bakıldığında, durumun çok farklı olmadığı görülür. Kimi toplumsal kesimlerin, tehdit kavramı içinde değerlendirildiği biliniyor. Hatta, geçmiş yıllarda sıklıkla kullanılan ‘iç tehdit’ kavramı, ‘asli unsur’ olarak kabul edilen kesimleri hedefliyor. Dolayısıyla; ötekileştirme ve ayrımcılık, bu ülke vatandaşlarının hem ortak sorunu hem de mücadele etmeleri gereken ortak bir problem.
Ötekileştirme Dinamiği Nasıl İşliyor?
Ötekileştirmeyi; genel olarak devletin temel kodları, siyasal tercihleri ve toplumsal kesimlere bakışı üzerinden okumak gerekir. Devletin ilgili birimlerinde, bu konulara ilişkin yazılı bir metnin olduğunu düşünmüyorum. Ancak genel bir çerçevenin belirlendiği ve içinin yönetim süreçlerindeki aktörler tarafından doldurulduğu söylenebilir. Bu anlamıyla, bürokrasi (özellikle güvenlik bürokrasisi) tarafından aktarılan bir gelenekten bahsedilebilir. Bu gelenek, zaman zaman küresel siyasal iklimden ve iktidar partilerinin görüşlerinden etkileniyor. Ancak bunlar köklü değişiklikler değil, sadece küçük nüanslar. Yani olan biten, büyük oranda kuruluş sürecinde çerçevesi çizilmiş devletin temel kodları üzerinden belirleniyor. Dolayısıyla şu veya bu şekilde belirlenen alanlardan birinin içinde değerlendirilen veya bunlara takılan toplumsal kesimler, nasiplerine düşeni alıyor.
Ötekileştirme ve hedefe koyma süreçlerinde rol alan aktörleri; devlet aygıtına egemen olanlar, kamunun uygulama mekanizmalarında yer alanlar, medya unsurları ve kendini devletin yanına ‘konumlandıran’ toplumsal kesimler şeklinde tasnif etmek mümkün. Devlet aygıtına egemen olan aktörler hem siyaseti, medyayı ve toplumsal kesimleri etkiliyor hem de güvenlik-yargı bürokrasisi aracılığıyla hedef kitlelere yönelik projelerin hayata geçirilmesini sağlıyor. Ötekileştirilecek ve hedefe konulacak bireyler/toplumsal kesimler, yoğunluklu olarak, ana/yasalarda tanımlanan haklardan mahrum bırakılıyor ve özgürlükleri kısıtlanıyor. Toplumdan kaynaklı ötekileştirme ise devlet aygıtına egemen olanların hedefe koyduğu ve vatandaşın da kendisinden farklı gördüğünü değersiz görme, hakaret etme, öfkenin/nefretin odağına koyma ve ‘düşman’ olarak konumlandırması şeklinde ortaya çıkıyor.
Ötekileştirme ve Toplumsal Kesimler
Ötekileştirmeye ilişkin süreçler analiz edildiğinde, hedef kitleyi iki kategoride değerlendirmek mümkün. Her koşulda, her siyasal iklimde ötekileştirilenler ve iktidarların sahip olduğu siyasal düşünceye göre, süreli olarak, hedef tahtasından çıkarılanlar. Aslında farklı iki kategori gibi görünse de aralarında fazla bir fark yok. Çünkü ötekileştirilen kesimlerin büyük çoğunluğu, ortak kesişim kümesi içinde yer alıyor. Bu nedenle dönemsel değişimleri köklü değişimler olarak okumak doğru olmaz. Buna, hedef kitle içinde yer alan kimi unsurların, iktidar üzerinden devlet ile kurmuş olduğu ilişki sonucu ortaya çıkmış geçici bir durum olarak bakmak lazım. Bu insanlar farkında olmasa, hatta meydana gelen küçük siyasal değişikliklerden dolayı kendilerini ‘devletin sahibi’ gibi görseler dahi, ortaya çıkan yeni pozisyon, genel tabloyu veya sonucu değiştirmeyen arızi bir durumdur. Arızi durumlar ise kısa süre içinde aslına döner.
Durumun vahameti ve süreklilik arz eden hali nedeniyle, ötekileştirmenin hedefi olan toplumsal kesimleri ayrı ayrı değerlendirmek, bizi doğru sonuçlara ve çözüme götürmez. Bu tarz bir değerlendirme, var olan siyasal iklimden, mevcut siyasi pozisyonlardan, bilinç altında yer etmiş düşünceden etkilenir ve bizi yanlış sonuçlara götürür. Esas olan, küçük değişiklikleri arızi bir durum olarak görmektir. Bu çerçevede, geçmişten bugüne kadar var olan dile baktığımızda, Kürtler ‘bölücülük’, dindarlar ‘irtica’, Aleviler ‘rafızî/kızılbaş’, örgütlü sol ‘anarşist’, örgütlü sağ ‘aşırı milliyetçi/yıkıcı’ ve gayrimüslimler ‘gavur’ kavramları kullanılarak hedefe konulmuşlardı. Bu dili revize etmek anlamında, kimi küçük değişimler yaşanmış olsa dahi baskın karakterin devam ettiği, bazen açık, bazen gizli bu kavramsallaştırmaların kullanıldığı açık. Boyutları değişse de süreklilik arz eden bu durum, sorunun ne denli köklü, çözümün ne denli zor ve o derece önemli olduğunu ortaya koyuyor.
Bu noktada iki kesimin durumunun biraz daha ağır olduğu açık. Çünkü bu iki kesim, gayrimüslimler ve Kürtler, kendilerinin dışında gelişen olaylardan da çok etkileniyorlar. Son yıllarda yasal mevzuatta yaşanan olumlu değişikliklere rağmen, uygulama süreçlerinin sorunlu olduğu açık. Gayrimüslimler için ‘mütekabiliyet’ ve ‘diaspora’ etkisi, Kürtler için ise PKK’nın yürüttüğü terör faaliyetlerinin oluşturduğu etki sonucunda ortaya çıkan ve PKK ile tüm Kürtleri özdeşleştiren tutumlar. Bu konudaki genelleştirme o denli güçlü ki, insanlar doğdukları şehirler üzerinden dahi hedefe konuluyor. İnsani ortamlarda bu iki toplumsal kesime karşı kullanılan olumlu ifadelere, güzel anılara rağmen, kitlenin küçük olaylar üzerinden sergilediği saldırgan tutumdan, bilinçaltındaki düşüncelerinin ne deneli sert ve sorunlu olduğu görülebilir. Bu noktada, siyasetin kullandığı genelleştirici ifadelerin de toplumsal kesimlerin kavram setini belirlediğini ve dillerine sirayet ettiğini akılda tutmak lazım.
Ötekileştirmenin Sebebi
Çözümü konuşabilmemiz için ötekileştirmenin sebeplerine bakmamız gerekir. Buna ilişkin dilin ve tutumun temel sebebini ve vatandaş ile devletin taraf olduğu sorunların nedenini 3 Ocak 2022’de Perspektif’te yayımlanan, “Sonumuz Endülüs Gibi Olmasın Psikolojisinden Kurtulmak” yazısında izah etmeye çalışmıştım. Endülüs korkusu, derin bir refleks olarak, hem I. Dünya Savaşı hem II. Dünya Savaşı hem de sonrasında devletin yönetme reflekslerinde ve kadrolarında etkili, belirleyici oldu. Savaş koşullarında ortaya çıkan korumacı refleksleri anlamak mümkün olabilir. Sonuçta ülkeyi parçalamaya, devleti yıkmaya yönelik bir savaş var. Sorun bu savaşa katılan, ülkesini ve devletini korumaya çalışan toplumun/halkların, savaş sonrasında hedefe konulması. Savaşın olmadığı atmosferde riskler gözden geçirilmiyor ve var olan refleksler devletin derin bilinçaltını yönetmeyi sürdürüyorsa sorun var demektir.
Bu bilinçaltına ilişkin somutlaşmış örnekleri, mübadele uygulaması, varlık vergisi, zorunlu iskân, 6-7 Eylül olayları, 1980 öncesi ‘Komünizmle mücadele konsepti’, 12 Eylül darbesi aracılığıyla hayata geçirilen kıyım, 1990’lı yıllarda ortaya çıkan hukuksuz/kayıt dışı uygulamalar, ‘şeriat geliyor’ endişesi üzerinden yapılan post-modern darbe, siyaseti kontrol etmeye yönelik e-muhtıra, yargı eliyle işleme konulan ‘367 krizi’, yargının araçsallaştırılması üzerinden yürütülen FETÖ operasyonları şeklinde ortaya koymak mümkün. Devlete egemen olan kimi aktörler tarafından biçimlendirilen bu operasyonların genel kitle tarafından içselleştirildiği ve ‘öteki’ diye konumlandırılan kesimlere farklı şiddet türleri olarak yansıdığı söylenebilir. Temel mesele, devlet ile vatandaş arasındaki sorunların çözülememesi ve güvenlik-özgürlük denkleminin güvenlik lehine işletilmesi.
Ne Yapmalı?
Aslında cevap basit; ‘iç tehdit’ ifadesinin tedavülden kalkmış olmasını yeterli görmeyip somut olarak devletin gündeminden çıkarmak, vatandaş ile devlet arasındaki güven sorununu aşmak, vatandaş ile devletin taraf olduğu sorunları çözmek, suçun şahsiliği ilkesini en kapsamlı biçimiyle hayata geçirmek, “bazen yaşın yanında kuru da yanar” sözü yerine suçlu ile suçsuzu net olarak ayıran hukuk mekanizmasını işletmek, şiddet içermeyen siyasal sorunlarda mevzuatı vatandaş lehine yorumlayan bir felsefeyi egemen kılmak gibi birçok somut adım sayılabilir. Devletin temel sorumluluğu, vatandaşları öncelemek ve vatandaşların sorunlarını çözmeye odaklanmak, buna aykırı davrananları kamu işleyişinin dışına çıkarmaktır. İfade ettiklerimiz, herkesin rahatlıkla dile getirebileceği öneriler. Buna rağmen sorun çözülemiyorsa farklı noktalara bakmak gerekir.
Çözüm konusunu zorlaştıran en temel neden, ötekileştirmenin dönemsel olarak hayata geçirilmesi, her seferinde farklı bir kesimin hedefe konulması ve bunlar arasında var olan siyasal gerginliklerin ortak irade geliştirilmesini sınırlamasıdır. Toplumsal kesimler arası siyasal, ideolojik, dini ve mezhepsel farklılıklar keskin olduğu için ötekileştirmelere ilişkin tutumlar değişiyor. Birçok kesim, ‘ötekinin’ hedefe konulmasından ve mağdur edilmesinden ‘hoşnut’ oluyor. Yani, kendine ‘rakip’ olarak gördüğüne yapılanlarla ilgili olarak “evet bunlar da hak etmişti” şeklinde bir tutum takınıyor. Halbuki asıl olan, genelleştirmeci yaklaşımlara karşı çıkmak, haksız yere ötekileştirilenlerin yanında yer almak ve devletin hukuk içinde kalmasını talep etmek.
Ancak, yıllardır özenle sürdürülen iklim nedeniyle bu tutumu sergilemek o kadar zor ki, görüş açıklamak isteyenler öncelikle kendilerini izah etmek zorunda hissediyorlar. Onlarca yardımcı cümleden sonra, görüşlerini açıklayabiliyorlar. “Benim ailem Türk ve Müslüman ama bu gayrimüslim kitleye yapılan da biraz fazla galiba”, “Biz dindarız ama Alevilere yapılan da hoş değil”, “Ben gerici ve dindar değilim ama dindarlara yapılanı kabul etmek de zor”, “Bilirsiniz bizim aile Türk milliyetçisi ama tüm Kürtlerin PKK ile özdeşleştirilmesine de karşıyım”… Bu örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir. Bunların hepsi, kendini izah etmeye ilişkin yardımcı cümleler. Önce ne olduğunu açıklamak zorunda hissetmek, sonra düşüncesini ifade etmek. Bu bile ötekileştirmenin ne denli sorunlu bir hegemonya oluşturduğunu gösteriyor.
Ortaya Çıkan Ötekileştirme Türleri
“Ne yapmalı” sorusuna ilişkin önerilerde bulunurken, üç ayrı ötekileştirme tarzının olduğu akılda tutulmalı. İlki; kurucu bir ideoloji olarak ötekileştirme. Kuruluş yılları koşullarında çerçevesi tanımlanan dar kimlik algısı dışında kalan herkes, öteki ve tehdit parantezinde ve bu halen devam ediyor. Kuruluş süreci ve felsefesiyle ilgili olduğu için çözümü orada yapılacak değişiklikler üzerinden analiz etmek lazım.
İkincisi; bir siyaset olarak ötekileştirme. Menfi, negatif kimlik siyasetiyle hem içeriye doğru kapanma hem de toplumun zehirlenmesinin zemini oluşturuldu. Bu tarz, proaktif bir gelecek siyaseti değil, kurgulanmış ontolojik siyasete yönelmeyi öngörüyor. Bu anlayışın ufku geçmiştedir. Büyük oranda gerçeklikten uzak ve çarpıtılmış bir geçmiş. Bunun için siyasi partilerin söylemlerine bakmak ve oralarda zihnî bir değişimi zorlamak lazım. Buna en iyi örnek olarak, kurucu felsefenin yanı sıra kimi partilerin laiklik üzerinden dindarları ötekileştirmesi ve seküler bir siyasi kimlik inşa etmeleri gösterilebilir. Aynı şekilde, PKK terör örgütü üzerinden Kürtlerin ötekileştirilmesi ve buna karşı milliyetçi bir siyasal kimlik inşa etmeleri sayılabilir.
Üçüncüsü ise siyasetsizlik olarak ötekileştirme. Çözüm içermeyen, korkutmaya dayalı, sahicilikten uzak bir dil. Bunun en iyi örneği sığınmacılar üzerinden politika yapan siyasetçilerdir. İki ötekileştirme tarzı da siyaseti ‘kısırlaştırır’. Siyasal ‘öteki’ ortadan kalktığında veya dönüştüğünde, bunların söyleyecek bir şeyi kalmaz ve bu anlayışlara teslim olanlar, pozitif bir ajanda geliştiremezler.
Kısacası; olağanüstü koşullarda yapılan risk analizlerini, aradan geçen 100 yıla rağmen, gözden geçirmeden ve olduğu haliyle sürdürmek büyük bir sorun. Bunun anlamı, ortaya çıkan tüm tecrübeye ve birikime rağmen genç ‘ergen’ gibi davranmakta ısrar etmektir. Bir yandan farklılıklarına rağmen doğal tutumlar sergileyen millet çoğunluğu, öte yanda ergen tavırlardan kurtulamayan yönetici kadro ve onların yörüngesindekiler. Halbuki bu ‘tecrübeye’ yakışan, aklıselimi devreye koymak ve yasakların, ötekileştirici tutumların tehdit katsayısını artıracağını, özgürlüğün ise hayatı normalleştireceğini görmek. Hak taleplerine karşı duyarlı olmanın bir lütuf değil, devletin bekası ve düzenin korunması için zorunluluk olduğunu anlamak. Ama aklıselim olmayınca üretilen çözüm, ‘iç tehdit’ kavramını farklı formlarda sürdürmek ve bunun doğal sonucu olan ötekileştirme düzeneğinin devam etmesini sağlamak veya buna göz yummak oluyor. Böyle olunca, bugün başkasını ‘öğüten’ düzeneğin, dün olduğu gibi, yarın kendisini ‘öğüteceğini’ görmek de mümkün olmuyor.