Dünya 5’ten Büyük Ama 7’den Küçüktür

BM’nin beş daimî üyesinin temsil ettiği sembolik anlamın içine İslam ve Türk dünyasını temsilen Türkiye’nin katılması, iktidar için sık sık dile getirilen itibar inşasının önemli bir boyutu olarak ortaya çıkıyor.

Dünya 5’ten Büyük Ama 7’den Küçüktür

Cumhurbaşkanı Erdoğan Birleşmiş Milletler’in 76’ncı Genel Kurul toplantısında, daha sonra Afrika zirvesinde daha önce de sıkça dile getirdiği “Dünya 5’ten büyüktür!” sözünü tekrarladı. Siyasal iktidarın temel mottolarından biri olan “Dünya 5’ten büyüktür!” söylemi anaakım Türkiye medyası tarafından bir direniş/karşı duruş cümlesi olarak lanse ediliyor sıklıkla. Çoğu zaman bu cümlenin ifade ettiği anlam dünyası genişletilip yeni bir kurtuluş/diriliş ideolojisi olarak bile dile getirilebiliyor. Bu argümana göre Türkiye ve ‘benzeri ülkeler’ yeni dünyada daha fazla görünürlük elde etme imkânına sahip olacaklar. Benzeri ülkeler ifadesini tırnak içine almalıyız zira iktidarın bu söz ile kendini bir temsilci olarak kabul ettirmeye mi çabaladığı yoksa ötekileştirilmiş diğer ülkeleri de mi konseye katmaya çalıştığı tartışılmalıdır.

 

Yeni Dünyanın Habercileri

 

2. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada başlayan öğrenci hareketleri, ülkeler arası bloklaşmalar, kesin çizilmiş sınırların sanal dünya ile şeffaflaşması (en azından soyut alana çekilmesi), paranın serbest dolaşımı ile gelen kültürel benzeşme ve daha sonra oluşan yerel kültür hareketlenmesi, yeni bir dünyanın habercisi olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye 1960’lardan itibaren farklı ideolojik hareketlerin çatışma alanına dönüştü. Sol ve sağ diye ayrılan ilk bloklaşma daha sonraki iktidar kurgularında hep merkezi yer işgal etti. Sağ hareketler bu anlamda muhafazakâr/dindar cenah ile yanaşarak milli manevi duyguları kendi mevzilerinin korunağı haline getirdiler.

 

Mısır’da Abdulnasır gibi Nasyonel Sol hareketler, İhvan gibi dindar (hatta İslamcı) yapılar ile dirsek teması kurdu. Yine İran, tüm tarihsel kırılmaları ve Şiiliğin İslam tarihindeki dinamik direngen yapısının da etkisiyle sol ile İslami formasyonu birbirine yakınlaştırabildi. Örneğin Ali Şeriati hem sol bir figür hem de dini söylemin ateşli bir savunucusu konumundaydı. Mısır’da Seyyid Kutub, klasik muhafazakâr denklemin söylemleri yerine solun halkçı söylemlerine yakın iddialar üretti. Abdulnasır’ın iktidara gelmesinde kritik bir rol alan Kutub, onun daha sonra fikri ayrışmalarının belirgin hale geleceği zamana kadar yerlileşme hamlelerini ve emperyalizme karşı duruşunu savundu.

 

Osmanlı’yı Anmak

 

Türkiye’de ise hem ‘anti-emperyalizm’ hem de ‘ağır sanayi’ hamlesi veya hem ‘ümmetçilik’ hem ‘yerlilik’ gibi çelişik iddiaları bünyesinde toplayan Refah Partisi geleneği muhafazakâr milliyetçi blokun ‘dindar’ bir kolu olarak işlev gördü. Devlet ve toplum için daha ‘marjinal’ tanımlanan İslamcı yapılar ise sol ve sağ arasında bir yerlerde özel mevziler belirleme çabasına girdiler. Devletin temel amacı ise bu ‘marjinal’ yapılar yerine siyasal iktidarı kapitalizm ile uyum içinde sahiplenme istidadı olan muhafazakâr yapıları desteklemek ve güçlendirmek oldu. Milli Selamet Partisi’nin Nakşibendi yapılarla kurduğu derin ilişki bunun bir anlamda göstergesidir. Hatta Kemal Karpat’ın İslam’ın Siyasallaşması kitabında bahsettiği üzere Osmanlı’nın son döneminde yeni orta sınıfın bir yansıması olarak Nakşibendiyye dindarlığın yeni dünyaya intibakında rol almış haliyle devletle çatışmak yerine uyumu öne çıkarmıştır. Sonuç olarak da birçok iktidar oluşumunda iktidarların halkı ikna ve idare süreçlerine katkıları olmuştur. Haliyle ilk siyasal dindar partinin bu yapıların içinden çıkmasına şaşırmamak gerek.

 

Türkiye 1960’lı yıllardan bu yana Osmanlı’nın son döneminden itibaren yöneldiği ‘kültür’ merkezli söylemden muhafazakârlığa daha uygun ‘medeniyet’ iddiasına kaymaya başladı. Medeniyet kurgusu içinde milli ve yerli olmak imandandı. Büyümek, gücünü gösterişli yapıtlarla itibara dönüştürmek ve tarihsel hafızasını medeniyet havzasında mistisize etmek emperyalist bir büyümenin ilk ve vazgeçilmez adımları olarak okundu. Dindar nesil iyi giyimli, pahalı zevkleri olan, devlet için canını feda etmeye hazır, yerli ve milli hassasiyetleri en üst seviyede ve yıllardır Avrupa karşısında yitirdiği özgüveni kendi medeniyetindeki kordan alevlendirmeye hazır olmalıydı. Bu bağlamda Osmanlı, simgesel bir tarihsel figür olmaktan ziyade tarihin bizatihi kurucusu ve işleyicisi olarak sık sık anılır hale geldi.

 

Osmanlı’yı anmak iki boyutlu bir siyasal söylemi tetiklemek için önemli. İlki İslam dünyasına karşı Halifeliğin son temsilcisi olma hakkını tevarüs ettirmek. İkincisi ise Batı’ya karşı hâlâ güçlü ve Doğu’nun yegâne temsilcisi olduğunu haber vermek.

 

İlk madde İslam toplumlarının yüzyıllardır süren iç karışıklıklarının temelini oluşturan önderlik kavgasının bir sonucu. Halifelik veya önderlik talebinde dört temel iddianın varlığından bahsedilebilir. “Hilafet Kureyşindir” hadis rivayetini kendine temel siyasi söylem haline getiren, bugünlerde daha ziyade Suud Hanedanlığı ile zuhur eden birinci iddia. İkinci iddia ise Şii-Sünni ayrımında Şii dünyanın merkezi konumunu elde tutan ve bunun üzerinden kendi siyasal tarihini Hz. Ali üzerinden Peygambere dayandırmaya çalışan, Farisilerin varisi İran. Üçüncü iddia Abbasilerden sonra hem tarihsel köken itibarıyla kadim bir geçmişe hem de İslam dünyasının en kritik coğrafi alanlarına sahip Mısır. Son iddia ise Kahire’den halifeliği alarak son halife unvanını elinde bulunduran, tarihsel mirasını “İslam’a hizmet” dolu kökenle irtibatlandırmaya çalışan Türkiye.

 

Bu dört temel gücün de siyasal söylemi İslam dünyasının genel önderliği üzerine kurulu ve bunun yegâne yolu hilafetin merkeziliği üzerine inşa edilmiş vaziyette. Türkiye bu dört söylem içerisinde tarihsel kökü en zayıf olan iddia. Çünkü tarihsel serüveni Abbasiler döneminde İslam Ordularına yardım etmekle başlıyor. Kendini Peygamber ve hemen sonraki dört Halife dönemindeki siyasi tartışmalara dayandırma gibi bir seçeneği yok. Ama buna rağmen geç dâhil olduğu yarışta bayrağı en önde tutma güdüsünü fetih ve gazve söylencesi altında her daim baskın tutmaya çalışmakta.

 

“Öteki Dünya”nın Temsilcisi Olmak

 

Siyasal iktidarın hem “İslami Ortadoğu”nun hem de Türk boyunun Orta Asya’ya uzanan yaygın geleneğinin dünya çapında belirgin bir savunucusu olma gayreti Refah Partisi geleneğinden beri sürekli öne çıkmakta. Refah Partisi geleneğinin yıllarca övünç duyduğu en önemli hamle hep D-8’in kurulmasına yaptıkları öncülük oldu. Hatta bu daveti yapmak bizzat oluşumun ortaya çıkmasından daha fazla dile getirildi. Çünkü G-8 ülkelerinin insanlığın ortak kaynaklarını sömürme noktasında gösterdiği iştah, savaşı geriden takip edenler için derin bir kırgınlık yaratıyordu. Zira ilk adımın “Kalkınma İşbirliği Konferansı” olması, meselenin ‘kendimize özgü’ bir kalkınma arzusu olduğunu gösteriyor. Haliyle burada sık sık dile getirilenin aksine sömürge karşıtı ‘dünya hayali’ bir yanılgı olur. “Adalet ve Kalkınma” kavramlarının bir arada anılması küresel sömürgeye dahil olma çabasının doğulu temsilcileri aracılığıyla gerçekleşme arzusunu çağrıştırıyor daha ziyade. Eleştirilen sömürgeci devletlerin gelişim seyrini birebir taklit ederek adalet mekanizmasının ortaya çıkarılmasının mümkün olmayacağı tarihsel tecrübeye bakınca ortaya çıkıyor.

 

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de bu arzuyu bünyesinde barındırdığına sık sık şahit olduk/oluyoruz. Erdoğan 2006 yılında bir iftar konuşmasında, Türkiye’nin sadece coğrafya olarak değil kültürel ve siyasal olarak da merkez ve kilit bir ülke olduğu vurgusunu öne çıkarıyordu. Buradaki merkezilik vurgusunun küresel bir barış vizyonu olarak ifade edilmesi Türkiye’nin sadece kendi başına bir ülke değil aynı zamanda bir temsilci olma hüviyetine sahip olduğunu imgeliyor. Bu durumda aslında küresel hegemonyaya kızmış olmuyorsunuz, aksine hegemonyanın bir ucundan da ben tutmak istiyorum demiş oluyorsunuz. Sizi oraya getirecek bağları da hegemonyayı inşa edenler ve ondan mağdur olanlar olarak tasnifleyip mağdur olanların temsilcisi olma hakkını elinizde bulundurduğunuzu iddia ediyorsunuz.

 

Benzeri şekilde Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nün 2012 yılında yayımladığı Küresel Barış Vizyonu başlıklı kitapta Erdoğan’a göre tarih ve kader Türkiye’ye görev ve sorumluluk yüklüyor. Ona göre asırlarca Doğu ile Batı arasında köprü olan bu ülke medeniyet şuurunun gelişip yaygınlaşmasında öncü olabilir. Yine Yeni Türkiye Vizyonu; Dünya 5’ten Büyüktür başlıklı kitapta 2015 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın bir organizasyonunda konuşan Erdoğan, BM’nin beş daimî üyesi içinde neden İslam dünyasından bir temsilci olmadığını soruyor. Haliyle beş daimî üyenin temsil ettiği sembolik anlamın içine İslam ve Türk dünyasını temsilen Türkiye’nin katılması, iktidar için sık sık dile getirilen itibar inşasının önemli bir boyutu olarak ortaya çıkıyor.

 

O halde dünya 5’ten büyüktür iddiasını genel bir adaletin inşası yerine “öteki dünya”nın temsilcisi olarak bu düzene altıncı üye olarak girme çabasının retoriği olarak okuyabiliriz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.