İstanbul Sözleşmesi, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, Türkiye’nin aile yapısı üzerinde bozucu etkiye sahip bir hukuk metni değildir. Bu iddiayı öne sürenler, çeşitli siyasi maksatlarla Sözleşme metninin içeriğini tahrif etmektedir.

cinsiyet eşitliği

Kadınların siyasal ve sosyal hayattaki rollerinin karşı cinsle eşit kılınmasında pek çok faktör etkili olmakla beraber, bu faktörlerden birinin hukukî mekanizmalar olduğunda şüphe yoktur. Bu yüzden, kadınların siyasal ve sosyal hayattaki rollerini kısaca ele alacağım bu yazıda meseleyi bir anayasa hukukçusu olarak hukuk ekseninde değerlendireceğim.

 

Kadın haklarının tanınması ve korunmasının, insan haklarının tanınıp korunmasından soyut olarak düşünülmesine olanak yoktur. Bu nedenle kadın hakları, bir insan hakları öğretisinin ortaya çıktığı ve anayasalcılık gelişmelerini teşvik ettiği 18. yüzyıldan bu yana tanınmaya ve korunmaya başlamıştır. Böyle olmakla birlikte, demokratik değerlere duyulan inancın güçlenmesi ve yaygınlaşması ile insan haklarına ve bu hakların korunmasına yönelik duyarlılığın derinleşmesi, aralarında kadın haklarının da yer aldığı özgül hak kategorilerinin gelişimine ivme kazandırmıştır.

 

Bilindiği gibi 18. yüzyılın tabii hukuk öğretisinin dayandığı hak anlayışı, herkesin doğuştan devredilmez ve vazgeçilmez bazı hakları olduğu teziyle cinsiyet odaklı değil, birey odaklı bir yaklaşıma sahiptir. Bu birey odaklı anlayış, 18. yüzyıl hukuk belgelerinde ifadesini bulan yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, düşünce hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti gibi negatif statü haklarının cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin kadın-erkek herkese eşit olarak tanınmasının yolunu açmıştır. Bütün bu haklar, ayrım gözetilmeksizin herkese tanınmakta; böylece kadınlar da hakkın süjesi niteliğini taşımaktadır. Nitekim 18. yüzyılın tabii hak anlayışının etkisiyle hazırlanan bağımsızlık bildirilerinde ve anayasa metinlerinde yer alan tüm haklar, kadın-erkek ayrımı gözetilmeksizin herkesi kapsayan ifadelerle tanımlanmıştır. Öte yandan bu belgeler, içerdikleri tüm hak ve hürriyetleri, eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağı düzenlemeleriyle güvence altına alarak kadınlar da dahil olmak üzere tüm hak süjelerine etkin bir koruma sağlamaktadır.

 

1776 tarihli Virginia Anayasası’nın başında yer alan Haklar Bildirisi, 1. maddesinde yer alan eşitlik hükmüyle kadın haklarına önemli bir güvence sunmaktadır. Bu hükme göre “Bütün insanlar tabiaten eşit derecede hür ve bağımsız olup topluluk haline geçtikleri zaman hiçbir sözleşme ile gelecek nesiller adına vazgeçemeyecekleri ve onları yoksun bırakamayacakları, yaradılıştan birtakım haklara sahiptirler; bunlar başlıca hayat ve hürriyetten yararlanma, mülkiyet elde etme ve ona sahip olma, mutluluk ve güvenlik arama ve bunlara erişebilme haklarıdır.” Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ise eşitlik düşüncesini başlangıç bölümünde “Bütün insanlar tabiaten eşit yaratılmışlardır.” ifadesiyle hükme bağlamıştır. 

 

1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesi ise eşitlik hükmünü şu ifadelerle düzenlemiştir: “İnsanlar hukuk bakımından hür ve eşit doğarlar, hür ve eşit yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanabilir.” Böylece bütün bu belgeler, içerdikleri eşitlik hükümleri sayesinde kadınlara dolaylı bir koruma sağlamıştır.

 

 

Münhasıran kadın haklarını korumayı amaçlayan ilk belge, Olympe de Gouges tarafından hazırlanan 1791 tarihli “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirisi”dir. Bu bildiri, içerdiği hakların süjesini ‘herkes’, ‘tüm bireyler’ gibi genel ve kapsayıcı ifadelerle değil; ‘kadın ve erkek tüm bireyler’ demek suretiyle düzenlemiştir. Böylece kadın ve erkeğin haklar karşısında eşit hak süjeleri olduğunu açık bir dille ifade etmiştir. Bildirinin önemli hükümlerinden biri, 10. maddesinde yer almaktadır. Bu maddeye göre, “Kadının, tıpkı idam sehpasına çıkma hakkı olduğu gibi kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.” Maddedeki bu meydan okuyucu ifade, bildirinin hazırlanmasında ağırlıklı rolü olan ve bu bildiriyi okuyarak halka duyuran Olympe de Gouges’un giyotine gönderilmesiyle sonuçlanmıştır.

 

Sınırlı oy ilkesinden genel oy ilkesine geçiş, kadın haklarının gelişimindeki ikinci aşamayı ifade etmektedir. Böylece kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınarak, kadınların da erkekler gibi karar alma sürecinde etkili olmaları sağlanmıştır.

 

Kadın haklarının gelişimindeki üçüncü aşama, sosyal devlet ilkesiyle bu ilkenin yarattığı geniş sosyal haklar kataloğunun anayasalara eklenmesi; buna bağlı olarak iş hukuku mevzuatının kadınlar lehine değişmesidir. Bu sayede eşit işe eşit ücret ilkesi benimsenmiş; aynı işi yapmakta olan kadın-erkek tüm bireylere aynı ücretin ve sosyal güvencelerin sunulması sağlanmıştır. Öte yandan kadınlar için doğum izni, emzirme izni gibi hakların kabulü, kadınların çalışma hayatında, dolayısıyla sosyal hayatta daha görünür olmasını ve güçlenmelerini sağlamıştır.

 

Nihayet genel olarak insan haklarının, daha özgül olarak kadın haklarının gelişimine hız kazandıran diğer aşama, İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası hukukun sergilediği gelişim olmuştur. Bu evrede kurulan Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi örgütler çerçevesinde pek çok bildiri ve sözleşme yayımlanmış; bunlar, insan hakları ve kadın haklarının gelişimine önemli katkılar sunmuştur. Bu bildiri ve sözleşmelerde ulusal anayasacılık hareketlerinin yarattığı klasik haklar, siyasal ve sosyal haklar gibi geniş haklar listesine yer verilmiş; aynı zamanda bütün bu haklar, negatif ayrım yasakları ve eşitlik ilkesiyle korunmuştur.

 

İnsan hakları alanındaki gelişmeler, dezavantajlı gruplar için pozitif ayrımcılık kuralının doğmasını sağlamış; böylece gerek Avrupa Birliği mevzuatında gerekse ulusal anayasalarda bu ilkeye dayanan hükümler benimsenmiştir. Pozitif ayrımcılık, herhangi bir nedenle toplumun diğer bireyleri karşısında dezavantajlı kabul edilen grupların bu dezavantajlarını ortadan kaldırmak ve toplumda eşitliği sağlamak amacıyla çeşitli tedbirlerin alınmasını meşru ve gerekli görmektedir. Böylece herhangi bir dezavantajlı grup lehine alınan tedbirler, eşitlik ilkesini ve onun dayandığı negatif ayrımcılık yasağını ihlal etmemektedir. Avrupa Birliği’ne üye devletlerin mevzuatlarında kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler lehine pozitif ayrımcılık yapmayı sağlayacak hükümlere yer verildiği görülmektedir. Eşitlik ilkesinin pozitif ayrımcılık kavramıyla genişleyen içeriği, kadınların siyasal ve sosyal alandaki engelleri nispeten daha kolay aşmalarını sağlamıştır.

 

Kadın Hakları Cumhuriyetin Öncelikli Hedefleri Arasında

 

Konuyu Türkiye açısından değerlendirdiğimizde, ülkemizde kadın haklarının gelişiminin Batı coğrafyasına benzemekle beraber bazı noktalarda kendine özgü bir seyir izlediği görülmektedir. Yukarıda değindiğimiz gibi Batıda kadın hakları, uzun bir süre insan haklarının gelişimi neticesinde dolaylı bir koruma görmüştür. 19. ve 20. yüzyıldan itibaren cinsiyet ayrımcılığını yasaklayan eşitlik ilkesinin anayasalarda ve uluslararası belgelerde yer alması, kadın haklarına daha etkili bir koruma sağlamıştır. Nihayet kadınlar lehine pozitif ayrımcılık kuralının eşitlik ilkesine eklenmesiyle kadınlar, siyasal ve sosyal hayatta çok daha önemli bir role sahip olmuştur.

 

Ülkemizde ise insan hakları alanındaki ilk gelişmeler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Tanzimat ve Islahat reformlarıyla ortaya çıkmış; Kanun-u Esasi’nin kabulü ile belli ölçülerde devam etmiştir. Cumhuriyetin kuruluş yılları ise Türkiye’de insan hakları alanının gelişimine özel bir önem atfetmediği halde, kadın haklarının gelişimine büyük bir önem izafe etmiştir. Cumhuriyet’in çağdaşlaşma, Batılılaşma ve modernleşme politikaları, diğer faktörler yanında doğrudan doğruya kadın haklarına odaklanmıştır.

 

Örneğin Türkiye’de sınırlı oy ilkesinden genel oy ilkesine geçiş, pek çok Batı ülkesinden daha erken bir tarihte gerçekleşmiştir. Gerçekten Türkiye’de kadınlar, seçme ve seçilme hakkına yerel seçimler yönünden 1930’da, genel seçimler bakımından ise 1934’te kavuşurken bu hakkın tanınması Fransa’da 1944, İtalya’da 1945, Belçika’da 1948, İsviçre’de 1971’de gerçekleşmiştir. Bu, ülkemiz bakımından gurur duyulacak bir tablodur. Keza Türkiye’de adı konmamakla beraber, kadınlar lehine pozitif ayrımcılık kuralı, Batıdan çok daha önceki tarihlerde, özellikle iş hukuku mevzuatında başlamıştır.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

Örneğin, kadınların emeklilik statüsünü elde etmek için çalışmaları gereken süre, erkeklere kıyasla daha kısadır. Bu, kanun koyucunun kadının hem aile içinde hem çalışma hayatında üstlendiği rollerin kümülatif sonuçlarını dikkate aldığını göstermektedir. Mevzuatımız eşinden boşanan, eşini kaybeden kadınlarla evlenmemiş kız çocuklarına vefat eden babalarının emekli aylıklarının bağlanmasına olanak tanımaktadır. Bütün bunlar, ülkemizde Batıya kıyasla kadınlar yönünden kronolojik öncelik taşıyan pozitif ayrımcılık uygulamalarını ifade etmektedir.

 

Hukuk Mühendisliği Sosyolojik Gerçekleri Değiştiremiyor

 

Böyle olmakla beraber, Türkiye’de kadının siyasal ve sosyal hayattaki yerini günümüz koşulları yönünden değerlendirdiğimizde, tablonun pek de umut verici olmadığı görülmektedir. TÜİK’in yayınladığı “İstatistiklerle Kadın, 2020” başlıklı belgeye göre Türkiye nüfusunun yüzde 49,9’unu kadınlar, %50,1’ini erkekler oluşturmaktadır. Nüfusun aşağı yukarı yarısını kadınlar, yarısını erkekler oluşturduğu halde bu iki cinsin karar organlarındaki temsili, oldukça orantısız bir görüntü sergilemektedir.

 

  • 600 milletvekilinden oluşan TBMM’de, bugün sadece 104 kadın milletvekili yer almaktadır.

 

  • 17 bakandan oluşan Cumhurbaşkanlığı kabinesinde sadece 2 kadın bakan yer almaktadır.

 

  • Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu 23 Nisan 1920’den bu yana toplam 30 TBMM Başkanı görev yapmış olup, bunlar arasında kadın başkan yer almamıştır.

 

  • Mart 2019’da yapılan yerel seçimleri takiben, toplam 30 büyükşehir belediyesinin sadece ikisinde kadın belediye başkanı vardır [Gaziantep – Fatma Şahin (AKP), Aydın – Özlem Çerçioğlu (CHP)].

 

  • AYM’nin üye sayısı 15 olup bunlardan hiçbiri kadın değildir.

 

  • 13 üyeden oluşan Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun sadece 1 üyesi kadındır.

 

  • TÜİK 2019 verilerine göre toplam 6572 olan savcılardan 5623’ü erkek, 949’u kadındır.

 

  • Aynı verilere göre toplam 14391 hâkimin 7880’i erkek, 6511’i kadındır.

 

  • TÜİK 2020 verilerine göre devlet üniversitelerinin sayısı 129, vakıf üniversitelerinin sayısı 74’tür. Devlet üniversitelerinden 119’unun rektörü erkek, 8’inin rektörü kadındır. İki üniversitenin ise rektörü atanmamıştır. 74 vakıf üniversitesinden 63’ünün rektörü erkek, 9’u ise kadındır. İki vakıf üniversitesine rektör ataması yapılmamıştır.

 

Bu veriler, ülkemizde kadın haklarının anayasal düzeyde tanınıp korunmasının kronolojik geçmişiyle, bunun yarattığı siyasal ve sosyal tablo arasında ciddi bir uyumsuzluk olduğunu göstermektedir. Daha vahim olanı ise kadınların şiddete maruz kalarak hayatlarını kaybetmeleridir. Aşağıda son on yılda şiddete maruz kalarak hayatlarını kaybeden kadınların sayıları yer almaktadır.

 

 

Bu rakamsal veriler, Türkiye’de kadınların en temel anayasal hak olan yaşama haklarının ağır bir tehditle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Kadınların hayatlarına kasteden şiddet fiilinden korunmaları, ülkeyi yönetenlerin en temel gündem maddesi olması gerekirken çeşitli siyasi hesaplarla İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçilmesinin tartışmaya açılmasını haklı kılacak hiçbir neden mevcut değildir. Bilindiği gibi İstanbul Sözleşmesi, içerdiği tüm hükümlerle kadınların her türlü şiddet eylemine karşı korunmasını amaçlamaktadır. Sözleşmenin ‘Amaçlar’ başlıklı 1. maddesinin 1. fıkrası, bu Sözleşmeyle ulaşılmak istenen asıl hedefin ne olduğunu göstermektedir. Sözü geçen hüküm şöyledir:


Bu sözleşmenin maksatları şunlardır:

 

  1. kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;

     

  2. kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;

     

  3. kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;

     

  4. kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak;

     

  5. kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.

 

Görüldüğü gibi bu hüküm, İstanbul Sözleşmesi’nin asıl hedefinin, kadınları her türlü şiddet eylemine karşı korumak olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, Türkiye’nin aile yapısı üzerinde bozucu etkiye sahip bir hukuk metni değildir. Bu iddiayı öne sürenler, çeşitli siyasi maksatlarla Sözleşme metninin içeriğini tahrif etmektedir. Yukarıda aktardığımız veriler, Türkiye’de kadının şiddet eylemlerine maruz kalma ve bu eylemler neticesinde hayatını kaybetme riskinin ne kadar ciddi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu veriler karşısında sağduyu sahibi olan herkesin, İstanbul Sözleşmesi’nin titizlikle uygulanmasının hararetli bir savunucusu olması gerekir.

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.