Duygusal Isı
Anayasa Mahkemesi kararlarının, her ne gerekçeyle olursa olsun Anayasa’nın açık hükümlerine rağmen bizzat yargı kurumları tarafından yok sayıldığı ve tanınmadığı, aksine hedef gösterildiği bir ortamda tehlikede olan sadece bireysel bir karar değil, anayasal güvencelerin tamamı, ulusun kendisi ve bütün anayasal kurumlardır. Asıl beka meselesi budur.
“Kitleler, tek tek bireylerde var olması mümkün
olan içgörü ve düşünme yeteneğini ezip
geçerler. Ve bu da anayasal Devlet bir zayıflığa
düştüğü zaman, doktriner ve otoriter despotluğa yol açar.”¹
Bir düşünür, “Mantıklı akıl yürütme” diye söze başlar, “ancak bir durumun duygusallığı belli bir kritik ölçüyü aşmadığı sürece başarılı olabilir. Eğer duygusal ısı bu kritik derecenin üstüne çıkarsa, aklın etkinliği yok olur ve yerini sloganlar ve hayali dilek-fanteziler alır. Yani, bir çeşit toplu cinnet ve hızla yayılan psişik bir salgın hastalık topluma musallat olur. Bu durumda, aklın kuralı altında asosyal kabul edilerek ancak tahammül edilebilen bu unsurlar tepeye çıkarlar”.
Sonra, fanatik bir kızgınlıktan kaynaklanan yıkıcı düşünceler kolektif mantıksızlığa hitap ederek orada kendine verimli bir toprak bulur. Böylece sıradan insanın tüm güdü ve öfke patlamaları kutsal bir davanın bayrağı halinde akıl ve sağduyunun yerine geçer ve her şey bu bağlamda değerlendirilmeye başlanır.
Bu da duygusal ısıyı artırır. O kadar ki, duygusal ısı böylece toplumsal bir cinnet veya salgın bir hastalık halini alabilir. Bu durumda aşırı bir güvensizlik tepeden tırnağa tüm organizmaya egemen olur. Buna bir de sorumsuz bir iktidar çekişmesi ilave olursa, işler daha da içinden çıkılmaz hale gelebilir.
Dahası, bu gibi durumlara bir de yeterince gelişmeyen ve oturmamış anayasal kurumlar ve zayıf bir demokrasi eşlik ederse kitlelerin şaşkınlığı daha da artabilir. Neticede büyük kitle böyle bir durumda içinde bulundukları durumdan kurtulmak ve biçimden yoksun, kaotik ortamı telafi etmek için güçlü liderlere sığınmak ister. Tarihte bunun yığınla örneği görülür. Ne ki lider de sonunda mutlaka kendi şişirilmiş ego algısının kurbanı olur.
Bu durumda soyut bir beka kavramı her şey olur. Her şey onun üzerine kurulur.
Beka Diye Diye
Bu tür durumlarda bütün mekânı akıl ve sağduyu sahibi birey yerine, kuru istatistik değer haline getirilmiş bir kitle doldurur. Birey artık toplumun sadece işlevsel bir fonksiyonudur. Her şey kitle için ve kitle adınadır. Hâlbuki toplum da tıpkı devlet gibi soyut bir kavramdır. O yüzden o da herkesin dilediği gibi kullandığı bir aparata dönüştürülmüştür.
Dileyen herkes ve bilhassa güç sahipleri için kullanışlı bir aparat. Kitle derken de özellikle kitlenin kalıbı olan devlet, soyut kullanımıyla çok tehlikeli bir heyula haline getirilir. Hakikatte devletin kendisi olan kurumlar bile bu kavrama sarılarak tasfiye edilebilir. Oysa devlet, soyut bir kavram olarak sadece manipülatif bir araç, kullanışlı bir kamuflaj ve sütre haline getirilmiştir. Bu bilerek yapılmıştır. Müphem, belirsiz, kaygan bir kavram olarak böyle anlarda bilerek ve sıkça kullanılan soyut bir aparat. Böyle durumlarda “Anayasal Devlet”, asli mecrasından çıkartılarak bir başkan veya oligarşinin despot yönetimine boyun eğmek zorunda kalan ilkel bir kabile komününe dönüşür.
Bu, gerçek anlamda kamusallığın çöküşü, devletin yıkımıdır.
Bu tarz bir histeride Anayasal Devlet ve Anayasal Demokrasi kadar, Anayasal Kurumlar ve bütün bunların kurumsal denetçisi durumundaki Parlamento ve Yüksek Yargı, bu ilkel ve soyut komünün hedefi haline gelir. Çünkü devlet, devletin kendisi demek olan bu kurumlar ve belirlilik yerine, bunların bizatihi antitezi olan belirsizlik ve keyfiliğin adresi haline getirilir.
Bu durum bir tür aklın ve devletin yitimidir. Çünkü devlet de tıpkı akıl ve hukuk gibi doğa karşısındaki Logos’u temsil eder. Doğa da “denetimsiz bir çamur selinin” temsil ettiği bütün ilkel eğilimler yekûnu; hukuksuz bütün davranış ve eğilimlerin kaynağıdır. Anayasal Devlet, işte bütün bunların karşısındaki yegâne sığınak olarak kaos karşısında kozmosu temsil eder.
Bu tür durumlarda en çok ihtiyaç duyulan şey sağduyudur. Sağduyu da serinkanlı olmaya ihtiyaç duyar. Ne var ki en az bulunan şey de sağduyu ve serinkanlılıktır. Onun yerine her şeye “toplumsal ısı” egemen olur ve her şeyi etkisi altına almaya başlar. O zaman da evdeki ekmeğimiz, alın terimiz, yaşam tarzımız ve tercihlerimiz dâhil her şey tehlikeye girer. Bu bilindiği için ısı ve tansiyon bilerek artırılır. O da sisi dağıtmak yerine puslu havayı daha da ağırlaştırır. Neticede toplum basiret ve sağduyudan gittikçe uzaklaşarak fanatik liderlerin oyuncağı haline gelir.
Bu ortamda demokrasi ve temel insan haklarını savunmak millî birlik ve beraberliğimizle hepsinin çatısı olan devleti tehlikeye atmakla bir görülüyor. Oysa usta işi bir tasarımla servis edilen bu kurgu, başta ortak kamusallığın nihai çatısı olan anayasal devlet olmak üzere her şeyi tehdit eder. Bu yüzden ekonomi zora, millî varlıklar tehlikeye girer ve dışarıya olan ekonomik ve siyasal bağımlılık kaçınılmaz hâle gelir.
Ne var ki, iş bu noktaya giderken bu gidişatın karşısına çıkmak millî güvenliğe tehdit olarak sunulur. Tek bir kavram içinde bütün değerler tersine çevrilerek her şey ters yüz edilir. Artık normal olan sağduyu değil, histeri halini almış bir akıl dışılıktır. Bu duruma en kolay uyum sağlayanlar da psikozlu ruh hastalarıdır.
Çünkü yaşanan şey tam olarak onların ruh haline uygundur. Histeri kural, sağduyu istisna haline gelince, pek tabii ki baskı kural demokrasi de istisna haline gelecektir. Zor günlerden geçiyoruz, burası Patagonya mı; kritik bir coğrafya denilerek pekâlâ işin içinden çıkılabilir.
Tünelin İçinde
Şu anda böyle bir tünelin içinden geçiyoruz. Ya anayasal demokrasi ve açık toplumun gereklerini güçlü biçimde savunan bir tercihin sahipleri ya da anayasal devletin temellerini sarsan bir tercihin kurbanları olacağız. Türkiye böyle bir yol ayrımında bulunuyor.
Anayasal demokrasi ve anayasal devlet konusunda kafalar bu kadar net olmasa bile, öte tarafta devletin bekası kavramına sığınarak anayasal devletin sınırlarını zorlayan ve temel hakları aynı bahaneyle asgari seviyeye indirmeye çalışan bir eğilim ve mihrakın varlığı kesin. Bu da demokrasimizi ciddi biçimde tehdit ediyor.
Unutulmasın ki Eski Türkçede düzen anlamına gelen “orda” ve ondan türeyen “ordu” kelimesinin tarihi çok eskilere gider. Hatta Türklerin Mete Han devrinden beri en eski vatanı olan Ordos ismi de bu kelimeden türetilmiştir.²
“Siyasi bir müttehide” olan İl de bir “velâyet-âmme” etrafında “zorlama yapılmaksızın itaat ettiren, gerekçesiz ikna eyleyen maşerî bir kuvvet” olarak farklı aşiretler arasındaki asayiş ve düzeni temsil eden meşru devlet anlamında kullanılmıştı (Gökalp, 2007: 439). Modern tabirle resmî kamusallığın çatısı olarak devlet neyse, o devirde de İl oydu. Ordu, ordugâh ve ordukent de devletin merkezi anlamında kullanılmıştır. Bunların hepsi belirsizliğin karşıtı olarak “düzen/nizam” anlamında kullanılan kelimelerdir.
O devirde bile modern devirlerdeki “sınıf ve zümrenin” karşılığı anlamındaki aşiret ve boylar değil, resmî ve sivil kamusallıkla düzenin kendisi anlamındaki “İl” esas alınmıştı. “İl” ile boylar arasındaki mesafe de töre/yasa tarafından eşitlenmiş; güç herkese mal edilmişti. Güç, yani iktidar.
Ortak yaşama biçiminde kökleri bu kadar eskiye giden en eski uluslardan biri olmamız ne kadar gurur vericiyse, modern devirlerde bunu kurallı bir demokrasiye çeviremeyişimiz de o kadar utanç vericidir. Bugün de temel sorunumuz budur: Devleti belli bir zümre veya sınıf sultasına teslim etmeden kurallı ve anayasal bir demokrasiyle taçlandırma.
Bu da ancak kurumlarla mümkündür. Güçlü demokrasi, güçlü kurumlar ve bu kurumların arkasındaki güçlü demokratik örgütlenmelerle mümkün olabilir. Aksi halde bunların her biri kâğıt üzerine yazılmış birer retorik olmanın ötesine geçemez. Bunu aşmanın yolu, başta siyasi partiler olmak üzere güçlü sivil toplum ve güçlü örgütlenmeler inşa etmektir.
Ne ki, bu da bir anda ve defaten olacak şeyler cinsinden değildir. Onun da bir geleneğe ihtiyacı vardır; arkasında uzun tarihî tecrübe ve hatıraların bulunduğu bir geçmişe. Bunu da arkasında hiçbir geçmişi olmayan soyut fikirler değil, farklı çıkar grupları arasındaki çekişmeleri çözüme kavuşturmak için girilen uzun boylu uğraş ve çekişmelerin öğrettiği acı tecrübeler sağlayabilir.
Bizim tecrübemiz, bunu geçmişte kut sahibi güçlü hükümdarların çözdüğünü öğretti. Oysa bizim güçlü liderlerden daha çok güçlü demokrasilere ihtiyacımız var. Bir yanda genetiğimize kadar işlemiş güçlü lider geleneği, doğamız; diğer yanda doğamızda olmayan ve fakat şiddetle ihtiyaç duyduğumuz demokrasi ve demokratik kurumlar. İçinde bulunduğumuz ve aşmamız gereken ikilem bu.
Sonuç
23 Aralık 1876’daki Kanun-i Esasi esas alınırsa 150, 1923 esas alınırsa 100, çok partili hayat esas alınırsa 75 yıllık bir demokrasi geçmişimiz var ve hâlâ belli alışkanlıklar tam olarak oturmuş değil.
Anayasa Mahkemesi kararlarının, her ne gerekçeyle olursa olsun Anayasa’nın açık hükümlerine rağmen bizzat yargı kurumları tarafından yok sayıldığı ve tanınmadığı, aksine hedef gösterildiği bir ortamda tehlikede olan sadece bireysel bir karar değil, anayasal güvencelerin tamamı, ulusun kendisi ve bütün anayasal kurumlardır. Asıl beka meselesi budur. Çünkü devletin kendisi ve demokrasimiz tehdit altındadır.
Türk demokrasisi ciddi bir sınavdan geçiyor ve bu sınav diğerleri gibi hayati bir önemi haiz. Bu tünelden çıkmanın yolu sağlam kurumlarla tahkim edilmiş anayasal demokrasi ve bunun toplum olarak içselleştirilmesidir. Aksi halde devlet diye diye devlet aklı denilen şeyi zayi ederek, elimizdeki tek geçer akçe olan binlerce yıllık bir enstrümanı kendi ellerimizle tahrip etme durumuyla karşı karşıya kalabiliriz.
Bu enstrüman Türk devleti ve Türk demokrasisidir.
__
¹Jung, C.G. (1999), Keşfedilmemiş Benlik, (çev) Canan Ener Sılay, İlhan Yayınları, İstanbul, s. 46.
²Gökalp, Z. (2007), Kitaplar-I, (haz) Sabri Koz, YKY, İstanbul, s. 450. Malum, burası Sarı Irmak’ın Vey Irmağı’yla birleştiği yerin kuzeyinde, Gobi Çölü’nün güneybatı tarafında Gansu Koridoru’na açılan bir yerdir.