Düzeltmenin Yönü: Uzun Vadede Ne Olacağız?
Sorunun, “beyinsizler, cahiller, koyunlar” ya da “üç-beş kuruş yardım karşılığında ülkenin geleceğini satanlar” etiketinden daha derin olduğunu görmek lazım. Gündelik tartışmaların ötesine geçip bu konuları açık fikirli biçimde irdelemeye, geçmişimizle ve kimliğimizle yüzleşmeye, gerçekliği temel varoluşsal hakikat edindiğimiz dogmalara yeğlemeye cesaretimiz ve daha önemlisi niyetimiz olması gerekiyor.
Seçimlere altı haftadan daha az bir zaman kaldı. Hafızam beni yanıltmıyorsa bu, oy kullanacağım beşinci -2010 ve 2017 halkoylamalarını da sayarsak yedinci- “Türkiye siyasi tarihinin en önemli seçimi” olacak. Hatta 14 Mayıs seçimini, (tıpkı diğer dördü gibi) “var olma mücadelesi” ya da “dost-düşman herkesin izlediği, dünyanın en önemli seçimi” olarak da nitelendirenler çıkacaktır eminim. Dört yıl önceki yerel seçimi bile “beka bu seçimin kaderi ve ifade tarzıdır” diye nitelendiren siyasetçiler olmamış mıydı? Yanlış anlaşılmasın, önümüzdeki siyasal dönemecin önemini hafife alıyor değilim. Vurgulamak istediğim, Türkiye’nin 10 yılı aşkın süredir seçimlerin “beka sorunu” olarak algılandığı bir gerilimin içinde olduğu gerçeği. Bunun, demokrasilerde pek de rastlanmayan bir durum olduğunu belirtmeye gerek yoktur sanırım.
Türkiye 2016 Ekim’inden başlayan ve giderek derinleşen bir ekonomik çöküş yaşıyor. Sorunun bir kriz sarmalına dönüşmesi 2019-2020 döneminde oldu. Ekim 2021’den beri ise sonuçları bu denli ağır olmasa, bütün asap bozuculuğuna karşın trajikomik denilebilecek sahnelerle perdenin kapanmasını bekliyoruz. Muhtemelen mesleki deformasyonun etkisi ama önce birkaç rakam verelim:
Türkiye, 2014’te gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH ya da milli gelir) dünya sıralamasında 16’ncılığa kadar yükselmişken son yıllarda ilk 20’de yer almakta zorlanıyor.
Ekonomi 2017 sonunda dünyanın geri kalanından doğrudan yatırım, portföy yatırımı ve kredi olarak yarım trilyon dolar net finansman kullanabilirken, bugün bunun ancak yarısı kadar finansman sağlayabilir durumda.
Büyümenin temel amacı toplumsal refahı artırmaktır. Bunun ölçütlerinden biri de Türkiye’deki kişi başına GSYH’nın gelişmiş ülkelerdekine göre düzeyidir. Uluslararası karşılaştırmalarda refahın ve gelişmenin göstergesi kabul edilen, Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelirin ABD’dekine oranına bakalım. 1975-2000 arasında ortalama yüzde 11 olan bu değer, 2003’te de yüzde 12 iken 2013’te yüzde 24’e kadar çıktı ama şimdi yüzde 13,6’ya gerilemiş durumda.
Asgari ücret ortalama gelir düzeyi haline geldi. Son 10 yılda GSYH’daki payı ortalama yüzde 30’a yakın olan işgücü ödemelerinin payı (emeğin nispi fiyatı) 2022 sonunda milli gelir serisinin yayınlandığı bütün dönemlerin en düşük düzeyi olan yüzde 22,6 oldu.
Tüketici fiyat enflasyonunda aynı grupta yer aldığımız ülkeler Zimbabwe, Sudan ve Gana. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan gıda enflasyonu verisi ürküntü verici; gıda fiyatları Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde geçirdiğimiz dönemde 4,5 katına çıkmış; bir başka deyişle son beş yılda yıllık ortalama yüzde 40 gıda enflasyonu yaşandı. Aynı dönem için Birleşmiş Milletler Dünya Gıda ve Tarım Örgütü tarafından açıklanan küresel gıda fiyat endeksindeki yıllık ortalama artış ise bunun neredeyse onda biri kadar; yüzde 4,5.
Ekonomi, seçmenin oy verme davranışı üzerinde en belirleyici etkenlerden. Dünyanın birçok ülkesinde yapılan araştırmalar, ekonomideki kötüleşmenin, enflasyon, büyüme ve tüketici güveni gibi göstergelerdeki bozulmanın iktidardaki kesimin oy kaybına uğramasına yol açtığını ortaya koyuyor. Hatta buna ilişkin ekonomik göstergelere bağlı oy verme davranışı endeksleri bile geliştirilmiş. Türkiye’nin içinde bulunduğu ve özellikle dar gelirli kesimleri sarsan ekonomik çöküşün 14 Mayıs seçim sonuçlarına iktidar aleyhine yansıması şaşırtıcı olmayacak. Bir başka deyişle ekonomi-politik açıdan matematik mantık, Cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan’ın kaybetmesini gerektiriyor. Bu analizde seçmenin temel motivasyonunun rakibinin kazanması değil, görev başındaki başkanın kaybetmesi olduğunu kaydedelim. Seçmenin, normal olasılık dağılımının artı-eksi bir standart sapmalık bölgede yer alan yaklaşık üçte ikilik kısmının ekonomi-politik olarak rasyonel, daha doğrusu rasyonelmiş gibi davranması beklenir. Klasik İktisat Okulu’nun önemli isimlerinden Milton Friedman, “Pozitif İktisat” olarak kavramsallaştırdığı bir çerçevede bu durumu şöyle anlatır: Bireylerin ekonomik kararlarında iktisat kuramında öngörüldüğü gibi tam anlamıyla rasyonel davranmayacağını biliyoruz. Bununla birlikte uzun dönemde sonuçlara baktığımızda, gözlemlediğimiz ekonomik çıktının, bütün bireylerin rasyonel karar vermesi durumunda oluşacak olanın aynısı olduğunu görürüz. Bunun nedeni, ısrarla yanlış karar verenlerin bir süre sonra kaçınılmaz olarak ekonomik alandan tasfiye olacak olmasıdır. Hayatta kalanlar, bilerek ya da bilmeyerek, farkında olarak ya da sezgisel olarak rasyonel kararlara benzer tercihlerde bulunanlar olacaktır.
24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan yüzde 52,6 oranında oy ile seçilmişti. 2018 sonrası ekonomide yaşananlar, son dönemde giderek ağırlaşan ekonomik sorunların insanların günlük yaşamlarındaki yansıması vb. iktidarın 2018’e göre bir miktar oy kaybetmesini gerektirir. Oluşacak oy kaymasının 3 puan ve üzerinde olması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimi kaybetmesi sonucunu doğuracaktır. Ayrıca güvenilir seçim anketleri, Erdoğan’a olan doğrudan desteğin yüzde 40 civarında olduğunu, bir başka deyişle Erdoğan’ın üçüncü kez seçilebilmesi için 6 milyondan fazla seçmeni ikna etmesi gerektiğine işaret ediyor ki bu da kolay değil.
Sosyal bilimde çıktılar her zaman matematik mantıkla uyumlu olmayabilir. İktisat alanında Klasik İktisatçılar ile Keynes arasındaki tartışmanın temeli, insan davranışlarının ve bunun sonucunda oluşacak çıktının kısa dönemli dinamikleriyle uzun dönemli dinamiklerinin farklı olması çerçevesinde şekillenmişti. Keynes’in, aslında bir bakıma Klasik İktisatçılar’ın savlarının kabulü olarak da yorumlanabilecek ünlü “Uzun vade kavramı olaylara bakışımızı yanlış yönlendirir. Çünkü uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız” sözü bu tartışmanın özünü yansıtır. Sonuç olarak toplumların davranışları, kitle psikolojisinin etkisiyle kısa dönemde sosyal bilim kuramının öngördüğünden farklılaşabilir. Bununla birlikte yine de kısa dönemde gözlenebilen sapmaların orta-uzun dönemde kapanması zorunluluktur. Zira ısrarlı biçimde bilimsel gerçekliğin dinamiklerine ters düşen toplumların -Friedman’ın işaret ettiği üzere- doğal seçilimle ayıklanacağı, doğa bilimlerinin şaşmaz yasalarının gereğidir.
Yaklaşan seçimlerle ilgili analizimize dönecek olursak; normal koşullarda bu seçimde yüzde 50’den fazla seçmenin “yaşanan ekonomik sorunların sorumlusu olan iktidardakiler gitsin” yönünde oy kullanması beklenir. Bununla birlikte beklenen sonucun gerçekleşmemesi olasılığı da vardır. Ama böyle bir ‘beklenmeyen’ sonucun ortaya çıkması dahi siyasal-ekonomik-toplumsal eksende gerçekleşmesi zorunlu bir gereklilik olan düzeltmeyi önleyemeyecektir. Düzeltmenin, seçimden sonra izlenecek ekonomi politikalarını Türkiye’nin toplumsal beklentilerine uygun hale getirecek bir siyaset düzeltmesi şeklinde olmaması durumunda, bu kez düzeltme daha sancılı olan diğer yönden gerçekleşecektir. Böyle bir durumda Türkiye’de ekonomik ve toplumsal yaşam koşulları, yönetim biçiminin ve yöneten kadroların gerektirdiği refah düzeyine ve toplumsal yaşam kalitesine inmek durumunda kalacaktır. Zira düzeltme siyasette olmazsa ekonomik ve toplumsal alanda olur; her halükârda aradaki fark orta-uzun vadede kapanır. Farklı yöntemlerle ve çeşitli göstergeler kullanılarak yaptığım hesaplamalar, son dönemde gerilediği düzeyinde bile bugünkü ortalama yaşam koşularının, mevcut yönetim biçiminin ve bütün olumsuzluklarına karşın ısrarla izlenmeye devam edilen politikaların sağlayabileceğinin yaklaşık yüzde 40 daha üzerinde olduğuna işaret ediyor. Politika karar süreçlerinin yeniden rasyonelleşmesine olanak tanıyacak -deyim yerindeyse yukarı yönlü- siyasal düzeltme yerine sosyo-ekonomik yaşam koşullarında aşağı yönlü düzeltme yaşanması, yukarıda bahsettiğim doğal seçilimin gerçekleşmesi anlamına gelecektir. Böyle bir düzende bizim gibi bilimsel gerçekliğe ve rasyonel karar süreçlerine dayalı davranmayı tercih eden insanlar gereksiz ve işlevsiz kalacaktır. 2014’te ekonomik ve toplumsal yaşam koşulları açısından Doğu Avrupa ülkeleri-Meksika-Malezya klasmanında yer alan Türkiye, Cumhur İttifakı’nın iktidarda olduğu son beş yılda bugün bulunduğu (Balkan ülkeleri-Brezilya-Kazakistan) ligine düşmüştü. Doğal seçilim, Türkiye’nin hızla Mısır-Kolombiya-Özbekistan düzeyine gerilemesine yol açacaktır. Önümüzde iki olası sonuç var gibi görünse de uzun vadede aslında değişecek olan düzeltmenin yönü. Bakalım Keynes haklı çıkacak mı?
Kabile Toplumu, Mahalle Taassubu ve Siyaset Sosyolojisi
Siyasetin çıktısının sosyal bilim kuramının mantıksal olarak öngördüğü sonuçtan farklı olmasını nasıl açıklamalı? Yazının bu kısmında analizimizi biraz daha derinleştirelim.
Gündemin acil konuları hepimizi esir alıyor. O kadar temel meselelerle ve o kadar yakıcı sorunlarla boğuşuyoruz ki stratejik akılla, geniş bakış açısıyla değerlendirme yapmak, vizyoner yaklaşımla çözüm önerileri üretmeye çalışmak adeta maliyetine değmeyecek bir lüks haline geldi. Karşı karşıya olduğumuz en tehlikeli tuzağın bu miyopluk olduğu savıyla, herkes nefesini tutmuş, yayımlanan seçim anketlerini izlerken ben izninizle yine ekonomi-politik bir analiz yapmak istiyorum. Her şeyi Türkiye’den ibaret sanmak, “Zeitgeist”i ıskalamak, bizi küresel stratejik planlama yapamaz duruma düşürüyor. Hem iktidar hem muhalefet, küreselleşme çağında Soğuk Savaş parametreleriyle çözüm üretmeye çalışan 1990’ların siyasetçileriyle benzer zaaflar sergiliyor.
I. Dünya Savaşı sırasında ABD Senatörü Hiram Johnson’a atfedilen; “Savaşın ilk kurbanı ‘gerçek’tir” cümlesinin benzerini şöyle kurabiliriz: “Toplumsal kutuplaşmanın ilk kurbanı sağduyudur, derinlikli analizdir”. Son dönemlerde şampiyonluğunu kuşkusuz iktidar cephesinin yaptığı ama biraz geriye gidersek geçmişte bugünün mağdurlarının da başvurduğuna rahatlıkla tanık olacağımız kutuplaştırma siyaseti, siyasal rekabeti rasyonel zeminden neredeyse tamamen koparıp bir ‘karşıtlarını şeytanlaştırma yarışı’ haline dönüştürdü. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde seçim kazanmanın gerek şartı olan ‘yüzde 50+1’in doğal sonucu olarak ideolojik niteliğini büyük ölçüde yitiren seçim siyaseti, toplumsal kutuplaşmanın da kimlik ve aidiyet zemininde şekillenmesine sebep oluyor. En tepeden başlayarak tabana da yayılan, şeytanlaştırarak bütün kötülükleri konjonktürel siyasetin ve dar bir kadronun sorumluluğuna ciro ederek açıklama yöntemi, belki entelektüel konfor sağlıyor ama daha temel, hatta sistemik nitelik taşıyan sorunlarla yüzleşmeyi de önlüyor.
Daha soğukkanlı bir değerlendirme yapabilmek için 2004-2014 arasındaki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni, 2015 sonrası “Tayyip’in partisi”ne¹ taşıyan dönüşümü analiz etmek gerekiyor. Rahatlıkla metamorfoz olarak tanımlanabilecek bu dönüşümü; kişilerin tercihleriyle, çok uzun süre iktidarda kalmaya bağlı güç zehirlenmesiyle, aile üyelerinin yönetime karışmaya başlaması ve bireysel zaaflarla, velhasıl sadece tekil etkenlerle açıklamak yanıltıcı olur. Daha kökten siyasal ve ideolojik eleştirileri olanlar, “bunlar zaten hep böyleydi, siz görmediniz” tarzı eleştiriler de yöneltebilir. Nitekim özellikle sosyal medyanın toksik atmosferinde bütün liberalleri “gaflet ve dalalete düşüp yükselen irticaya destek olmakla” suçlayan çok. Tarihsel yöntem tartışmaları konusundaki sınırlı bilgimle şunu söyleyebilirim. Tarih kuşkusuz kendi kendini yapmaz, tarihi yapan insanların iradesidir. Toplumsal -daha özelde siyasal ve ekonomik- gelişmeler keyfi ya da rastlantısal şekilde değil, nesnel tarihsel koşullara uygun gerçekleşir. Dolayısıyla sosyal bilimlerde kuramsal çerçeve inşa ederken kullanılan temel ilkeleri, kavramsallaştırmayı ve en önemlisi tarih metodolojisini göz önünde bulundurmadan sosyo-politik ve ekonomi-politik analiz yapmaya çalışmak, su üstüne yazı yazmak gibi olur ve sadece kişisel tatmin duygusu yaşamamızı sağlar. Türkiye’nin temel ve sistemik sorunlarını görmezden gelip her kötülüğü bir kişiyle ve onun yakın çevresiyle özdeşleştirmek; “Osmanlıların yükseliş devrinde iyi padişahlar vardı. Sonra kötü padişahlar gelince devlet çöküşe geçti” diyen İnkılap Tarihi anlatısına benzer. Ve bu Sisifos laneti sürüp gider…
Ekonomik alanda liberal görünenler de dâhil, yaklaşık yarım yüzyıldır Türkiye’de işbaşına gelen iktidarlar, bireylik bilincine saygı duymayan kitleselci-totaliterizm yanlısı bir öğretiyi dayattı. Bunun sonucu ölümü yücelten bir söylem güç kazandı. Vahimdir ki toplum da bundan rahatsızlık duymuyordu. Oysa evrensel değerleri esas alan, rasyonel akıl ve birey merkezli bir siyaset anlayışı, ancak yaşamın en kutsal değer kabul edildiği bir zihniyet tarafından geliştirilebilir. Çağdaş anlamda düzen kurucu paradigma inşası böyle bir siyaset anlayışı ile mümkündür. Zorlukların süreklilik kazanmış olması, yönetim kadrolarının siyasal eğilimlerden ve dünya görüşlerinden bağımsız olarak neredeyse her dönemde etkili olması ve sık sık derin krizlere yol açması, karşı karşıya olduğumuz sorunun sistemik nitelikte olduğunu açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Durumu analitik biçimde tanımlamaya çalışırsak;
– Özgürlükçü demokratik bir kamu düzenini bu ülkede kalıcı olarak işletemiyoruz. Zira;
– Siyasal ve toplumsal alanda yurttaşlık bilinci gelişmiyor. Bunun temelinde yatan ise,
– İnsanlarımızı gerçek anlamda ve evrensel geçerliliği olan meslek sahipliğine kavuşturmamamız, dolayısıyla bireylik bilincinin gelişmemesi. Sonuç olarak da,
– Kimlik ve kimliğe dayalı aidiyet; kamu alanında, özellikle de siyasette hâlâ çok belirleyici.
Acıyı, ızdırabı, kederi kutsayan mevcut toplumsal iklimden, insanların mutluluğa ulaşma arayışının temel hak olarak görüleceği bir düzene geçebilmek için bu sorunsalı temel alan bir ekonomi-politik vizyon gerekiyor. Türkiye’de siyaset, çağdaş anlamda bir toplumsal yapı kurabilmenin ilk adımı olan bireyleşmeye odaklanmadıkça sorunun çözümü mümkün olmayacak. Bireyin siyasal karşılığı eşit ve özgür yurttaş bilinci olduğundan kendi kendine yeten, ekonomik değer üretebilen rasyonel bireylerin siyasal kurgusu anayasal kamu düzenidir. Evrensel insan hakları, devleti hesap vermeye zorlayan vergi bilinci, hukuk devleti bu ortamda yeşerir. Birey olmayınca modern toplum olmaz. Bireyleşemeyen, bireysel değer bulamayan topluluklar, değişim travmasına sağlıksız tepkilerle karşılık verir. Modern ekonomik ve siyasal yapıya uygun olmayan, tarım toplumu değerlerini yansıtacak şekilde ‘kabile toplumu’ kurgusunu kamusal alanda belirleyici hale getirirler. Evrensel değerleri özümseyerek özgüven kazanamayan, yetişkinliğe geçemeyen topluluklar ise, bilimin ve teknolojinin getirdiği altyapı değişiminden korkar, kendini içinde güvende hissedeceği kimlik temelli informel gruplara sığınır. Modern dönemde de olsa bunlar kabile yapılarıdır. Bu sosyolojik hastalığın, kentleşmeyle birlikte kendisini gösteren semptomuna “mahalle taassubu/bağnazlığı” adı verilir.
Kabile toplumu kendisi gibi olmayandan korkar. Bu korku hızla önce öfkeye, sonra nefrete ve düşmanlığa dönüşür. Çünkü her farklılık kendi kapalı toplumlarının varoluşunu tehdit eden bir saldırı olarak tanımlanır. Kabile toplumu değerlerini esas alan, dogmatik anlayışla kollektif indoktrinasyonu amaçlayan mahalle bağnazlığı/kabileci zihin; dünyayı ve kendi dışındaki gerçekliği kavrayamadığı için hırçındır ve içe kapanmacıdır. Dünyanın büyüklüğü, yaşamın çeşitliliği, fobilerini tetikler. Bu zihniyet, kendi kafa konforunu sağlayan kurgu ile çelişen her şeyi komplolarla açıklar, açık gerçekleri bile reddeder. Kendi içlerindeki mensuplarını kabilenin mutlak doğruları istikametinde biçimlendirmek yaşamsal önem taşır. Eğitimden anladıkları kolektif indoktrinasyondur. İmkân bulduklarında kendi yaşam tarzlarını ve bunu meşrulaştıran dogmalarını, dışlarındaki insanlara dayatmak ister. İnanç öğretileri, kendi kurtuluşları için diğer herkesin de kurtulmasını sağlamayı bir ödev olarak yüklediğinden, bu dayatmaları yaparken fetihçi bir haz duyarlar. Bütün bu özelliklerinden dolayı da çağdaş anlamda kamusal düzen kurmaları olanaksızdır.
Son dönemde mahalle bağnazlığının, kabile tarafgirliğinin, asabiyet bilincinin Türk-İslam sentezi sürümünü, dindar-muhafazakâr formattaki hâlini tecrübe ediyoruz. Oysa yakın geçmişi hatırlayanlar bu aynı modelin çağdaşlaşmacı-aydınlanmacı sürümüne de aşinadır. Ne yazık ki mahalle taassubu, kabilecilik sadece bir kesime mahsus değil. Daha acısı ise faşizmin ve ayrımcılığın sadece siyasal iktidarlarla sınırlı olmadığını görmek. Bireysel düzeye inen, gündelik ve sıradan faşizmin örnekleriyle spor müsabakaları vesilesiyle bile sık sık muhatap oluyoruz. Ama bunun ötesinde her kesimin kendi oluşturduğu iç iktidar alanlarında cadı avı oynamaya ne kadar teşne olduğunu görmek de ayrıca umut kırıcı. Mahalle taassubu böyle de icra edilebiliyor. Bugün birçok kesimin temsilcilerini bir araya getirerek Türkiye’ye giydirilen deli gömleğinden hep birlikte kurtulmaya yönelik iyi niyetli çabalar sergilenirken bile kendine İspanyol engizisyonunkine denk konum biçen niyet okuyucuların taşlamasından kurtulmak kolay değil.
Temel sorular üzerinde düşünmeyen ve bu bağlamda somut öneriler getiremeyen bir siyasetin, eleştirdiği mevcut yapıdan daha iyisini yapabileceği kuşkuludur. Bu durumda siyasal rekabet; “küpünü kim dolduracak” düzey(sizliğ)ine iner. Muhalefetin; “aktörlerin farklı olduğu patronaj ağlarının güçlendirilmesinden” ibaret kaldığı bir siyasal ortamda seçmen davranışının rasyonel olmasını beklemek hayalcilik olur. Modern elitin alay konusu yaptığı sokak röportajlarındaki tepkilerin bir ortaya çıkış sebebi de budur. Dinsel-geleneksel değerlere dayalı tecrübe edilmiş aidiyet, başka bir totemin çevresinde inşa edilecek alternatif kabilecilik karşısında güçlü direnç gösterecektir.
Sorunun, “beyinsizler, cahiller, koyunlar” ya da “üç-beş kuruş yardım karşılığında ülkenin geleceğini satanlar” etiketinden daha derin olduğunu görmek lazım. Gündelik tartışmaların ötesine geçip bu konuları açık fikirli biçimde irdelemeye, geçmişimizle ve kimliğimizle yüzleşmeye, gerçekliği temel varoluşsal hakikat edindiğimiz dogmalara yeğlemeye cesaretimiz ve daha önemlisi niyetimiz olması gerekiyor. Belki o zaman son beş yılda yaşanan ağır ekonomik ve toplumsal travmalara, doğal felaketlerin mevcut yönetim biçiminin sebep olduğu dehşet verici maliyetleri gözümüze sokmasına, yöneticilerin sergilediği kibirli tavırlara, yolsuzluğun sıradanlaşmasına, iktidara yakın kesimlerin lüks ve gösteriş içindeki yaşamlarını saklama gereği bile duymamasına yol açan duyarsızlıklarına, muhafazakâr kitleler ile onların temsilcisi olduğunu iddia eden siyaset arasındaki ahlaki ayrışmaya ve daha birçok olumsuzluğa karşın hemen bütün kamuoyu araştırmalarının da işaret ettiği üzere, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu seçimde bile hâlâ birinci parti olmasının beklenmesinin altında yatan dinamikleri anlayabiliriz. Sağlıklı bir yüzleşme yaparak geleceğimizi sağlam bir zemine oturtmanın yolu buradan geçiyor.
__
¹“AK Parti’nin tek lideri vardır o da Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. Halkımızın dediği gibi, partimiz ‘Tayyip’in partisi’dir ve ‘Tayyip’in partisi’ olarak kalmaya devam edecektir.” AK Parti 2. Olağanüstü Kongresi’nde Divan Başkanı seçilen Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın konuşması, 22 Mayıs 2016.