Eğitim Sistemi: Yapısal Sorunlar ve Çözüm Yaklaşımları – II

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer ve Eğitim İlke-Sen Genel Başkanı Ahmet Örs, Perspektif’in eğitim sisteminin yapısal sorunları ve çözüm yaklaşımlarını ele aldığı dosyasının ikinci bölümüne görüşleriyle katkıda bulundu.

abdulbaki değer ahmet örs röportaj

Yeni eğitim-öğretim yılının başlamasıyla birlikte Türkiye’de eğitim sistemine dair yapısal sorunlar ve çözüm tartışmaları her yıl olduğu gibi bu yılda gündemde. Bu sorunların giderilmesi; salt ülkenin ekonomik kalkınması için değil, huzurlu ve sağlıklı birey ve topluma erişmek için de elzem. Bu nedenle; eğitim sistemine dair tartışmalar çokça yapılıyor olsa bile, bu sorunu gündemleştirmek hem öncelikli hem de vazgeçilmez olmalı. 

 

Perspektif; bu öncelikli sorunun yapısal boyutunu ve çözüm yaklaşımlarını odağına alan bir dosya hazırladı. Odağa aldığı konuyu ise, Türkiye’nin en etkili eğitim sendikaları üzerinden şu sorular ile analiz etmeye çalıştı:

 

Yeni eğitim-öğretim yılı, geçmiş yıllarda olduğu gibi yapısal sorunlar, yeni vaatler, sahadaki sorunlar ve yeni uygulamalarla başladı. Eğitim sendikalarının gözünden bakıldığında; eğitim sistemimize dair yapısal sorunlar olarak görülen hususlar nelerdir? 

 

Yeni uygulama ve vaatlerle başlayacak olan eğitim-öğretim yılına dair eğitim sendikalarının beklentileri ve eğitim sisteminin belli başlı sorunlarına dair çözüm modelleri nelerdir?

“SORUNUN KÖK BAĞLANTILARINDAN ÇOK SEMPTOMLARIYLA İLGİLİ DÜZENLEMELERE GİRİŞİYORUZ”

abdulbakir değer

Abdulbaki Değer / Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı

Eğitim alanıyla ilgili konuşmalarımızı iki düzlemi dikkate alarak yürütmek mecburiyetindeyiz. Birincisi, eğitim sisteminin bizatihi varlığını, işleyişini sorgulamak ve alanı ait olduğu geniş ekosistemle (sosyal, siyasal, ekonomik…) bağlantılı olarak değerlendirmek. İkincisi ise alanın kendi iç işleyişini, işlevselliğini konuşmak, tartışmak. Türkiye de maalesef genel anlamda alana yönelik yapısal bir analiz göremiyoruz. Çoğunlukla da böyle bir eleştiri olmaması için adeta alan düzenlemesi yapılmış, iş rafine bir iktidar müdahalesiyle gölgede bırakılmıştır. Tartışma, çoğunlukla, ikinci olarak belirttiğim araçsal, tali bir değerlendirme olan yürürlükteki işleyişin işlevsizliğine odaklanan yaklaşımla yürütülmektedir. 

 

Bu yaklaşım müfredattan öğretmenin niteliğine, bakanlığın performansından okulların ihtiyaçlarına uzanan pek çok sorun başlığını gündem eder. Hatta bu gündemi geniş ölçekli bir kamusal tartışmaya da dönüştürür. Ancak mevcut eğitim-öğretim sisteminin tarihsel-toplumsal koşullarını göz ardı etmek, günümüz dünyasının gerçekliğini hesaba katmadan Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) özelinde hâl yoluna koyulacak bir mesele olarak görmek -ki maalesef ülkemizde de dünyada da böyle görülmektedir- meseleyi özenle konuşma, tartışma dışı bırakmaktır. 

 

Burayı kısaca açmakta yarar görüyorum. Çünkü eğitim-öğretim sistemimizin kamusal gündemini oluşturan boyutlarındaki düzenlemeler, karşı karşıya olduğumuz sorunları çözemeyeceği gibi bizim de alanla ilgili beklentilerimize karşılık veremeyecektir. Biz, sorunun kök bağlantılarıyla ilgilenmek yerine semptomlarıyla, sonuçlarıyla ilgili düzenlemelere girişmek istiyoruz. Bu açıdan bakıldığında birinci temel handikabımız; alanla ilgili mevcut birikimimiz, sahip olduğumuz müktesebattır. Bu müktesebat ne sorunu bütüncül kavramamıza fırsat veriyor ne de anlamlı bir çözüm üretmemize imkân sunuyor. 

 

Hâl böyle olunca ortaya son derece garip bir durum çıkıyor: Tespiti hakkıyla yapılmamış sorunlara sükseli çözümler üretmek. Türkiye Yüzyılı, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli vs. Sosyolog Ulrich Beck “Cevap, sosyoloji. Fakat soru neydi” diye yazmıştı. Bizim de cevabı önceleyen bir sorunumuzun, sorumuzun, tedaviden önce makul bir teşhisimizin olması gerekiyor. Önce çözümü bulup sonradan çözüme uygun bir sorun icat etmek, önce tedaviyi belirleyip sonra tedaviye uygun bir teşhis belirlemek, meseleyi çözmez, ancak kronikleştirir. 

 

EĞİTİMİ, HAYATIN ORGANİZASYONUYLA BAĞLANTILI DEĞERLENDİRMİYORUZ

 

Bunun temel sebebi de maalesef yapısal okuma dediğim ve eğitimi, bağlantılı olduğu genel ekosistemle, yani hayatın organizasyonuyla bağlantılı değerlendirmemektir. Ekonomik krizin derinleştiği, devlet-toplum ilişkisinin otoriter ve hiyerarşik olduğu, eğitimin devletin ideolojik bir aparatı olarak görüldüğü ve “makbul vatandaş” üretimine yönelik çalıştırıldığı, toplumsal hayatın organizasyonunun (kültür-sanat alanından akademiye, yerel yönetimlerden sivil toplum hayatına, mimariden dine, ekonomiye…) birbirini bütünleyen bir nitelikte olmadığı yerde meseleyi okul lokasyonunda görmek, değerlendirmek ve orada hâl yoluna koymaya çalışmak, beyhude bir girişim olduğu gibi esasında meseleyi de anlamamaktır. 

 

Okul nedir, nasıl bir yerdir, hangi koşullarda ortaya çıkmıştır, hangi amaçla yapılandırılmıştır, örtük amaçları nelerdir, çıktığı koşullarla günümüz gerçekliği arasında hangi bağlantılar varlığını devam ettirmektedir? Sanayi döneminin ekonomik koşulları, ulus-devletin vatandaş üretmeye meyyal olduğu siyasal gerçeklik, pozitivist anlayışın kibirli ve buyurgan felsefi anlayışı, matbaa etrafında şekillenmiş teknolojik gerçeklik ile günümüzün akışkan dünyası, post-pozitivist anlayışı, farklılığa ve çoğulculuğa alan açmaya baskılanan devlet yapılanması ve köklü bir değişimle bizi karşı karşıya bırakan teknolojik gerçeklik karşısında yeniden düzenleme ihtiyacı görmeden dünün dünyasına ait bir formu bugüne taşıyoruz. Bu taşıma çabasının ürettiği gerilimin başlı başına sorun edilmesi zaruridir. Bu hususların detaylandırılması önemlidir, çünkü her biri başlı başına yapısal sorunlara vurgu yapmaktadır. 

 

Ülkenin yarısından fazlasının asgari ücretle çalıştığı Türkiye’de, eğitim konuşması bu gerçekliği gözetmeden yapılabilir mi? Zorunlu din dersi, ana dilde eğitim, öğrenim özgürlüğü gibi temel, paradigmatik hususlar, Türkiye’nin devlet yapılanması olarak standartları yüksek hak ve özgürlük dolayımında bir yapılanma gerektirdiğiyle bağlantı kurulmadan tartışılabilir mi? Okulda verilen eğitimin kalitesiyle medyanın, akademinin, sivil toplum yapılarının niteliği arasında bir bağlantı kurulmadan konuşma yapılabilir mi? Yukarıda altını çizdiğim üzere bu hususların her biri çok kritiktir ve teferruatlı bir şekilde tartışılması gerekmektedir.

 

İkincisi, alanın işleyişiyle ilgili yaptığımız araçsal/tali eleştiriye geldiğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Birinci kısımda belirttiğim hususların alana yüklediği problemlerle burada, üstelik yerli yerine koymadan baş etmeye çabalıyoruz. Ekonomik gerçekliğin maliyetlerini ekonomi yönetimini konuşmadan, siyasetin-devletin oluşturduğu maliyeti bunları adres göstermeden konuşmaya çabalıyoruz. MEB de dâhil olmak üzere devlet; eleştirel, sorgulayıcı, özgürlükçü değilken öğrencilerin eleştirel, sorgulayıcı vs. olmasını beklediğini, istediğini söylüyor. Bunu da hayatın organizasyonuyla bütüncül şekilde değil de sınıf içindeki dersin içeriğiyle yapabileceğini düşünüyor. Öğretmeninin özerkliğini, özgürlüğünü alabildiğine kısıtlayan, öğretmeni hiyerarşik ilişkinin en alt basamağına indirgeyen, okulun zaman, mekân ve içerik düzenlemesinin hiçbir aşamasına öğrenciyle veliyi dâhil etmeyen bir sistematiğin eleştirellik, sorgulama, özgüven vs. üreteceğini varsayıyor veya varsaymamızı istiyor. 

 

Öğretmenin çalışma koşullarını, mali ve özlük haklarını, kendisine reva görülen karakter aşındırıcı ilişkileri, itibarsızlaştıran konumlandırmayı ele almak yerine, işlevsiz bir retorikle derinleştiren MEB, öğretmenden rol model olmasını bekliyor, beklediğini söylüyor. Hangi dersin niye seçildiği, niçin bu kadar saat belirlendiği, içeriğinin niçin bu şekilde sunulduğu ve günümüz dünyasında ihtiyacımızın niçin bu olduğu anlamlı bir analizden, çözümlemeden ve cevaptan yoksun maalesef. Ayrıca mevcut okul yapımızın çocuklarımızın ihtiyaçlarına uygun olup olmadığı hususu ise hiç tartışmaya dâhil edilen bir mevzu değil. Öğretmen alımı için yapılan mülakatın, önümüzdeki günlerde tekrar Meclis’e getirilmesi beklenen Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun ve bu yıl yenilenen müfredatın sembolik-ideolojik birtakım dayanaklarını dışarıda bıraktığımızda hangi rasyonel karar mekanizmalarından ve hangi toplumsal katılım ve uzlaşı süreçlerinden geçerek hayat bulduğunu ibretlik bir şekilde izliyoruz.

 

TÜRKİYE, STANDARTLARI YÜKSEK BİR DEVLET OLARAK YAPILANDIRILDIĞINDA EĞİTİMİN SORUNLARI DA AŞILACAKTIR

 

Örneğin Türkiye’nin nüfusunun büyük kısmı şehirlerde yaşıyor. Şehir hayatımız ile okul hayatımız arasında zerre kadar bir bağlantı bulunmuyor. Kadınlarımızın iş hayatına katılım oranları gittikçe yükseliyor. Anne-babanın iş düzeniyle okul düzenimiz arasında bir uyumdan bahsetmek mümkün değil. Anne baba saat 17.00-18.00’e kadar çalışıyor ancak ilkokul birinci sınıf öğrencisi saat 14.00 veya15.00’te okuldan çıkıyor. Bu çocuğa kim bakacak, bu çocuk kime emanet edilecek? Çocuklarımızın kahir ekseriyeti bugün mecburi ev ve mecburi okul girdabında çok kısır bir hayata mahkûm edilmiş durumda. Oysa gençlik merkezleri, kültür merkezleri, spor kompleksleriyle birlikte bütüncül bir şehir ve hayat organizasyonunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu sadece MEB’in değil, Kültür, Spor, Aile ve Sosyal Politikalar bakanlıklarının, yerel yönetimlerin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, sivil toplum örgütlerinin elbirliğiyle gerçekleştirecekleri bir yeni hayat organizasyonu olmak durumundadır. 

 

Bu açıdan bakıldığında meseleyi okuldaki ders ve dersin içeriğinde tüketen bir tartışma, bugüne kadar yaşadığımız başarısızlığın ve sorunlar yumağının kronikleşerek devam edeceğini göstermektedir. Çünkü değiştirilmesi, sorun edilmesi gereken alanlardan hiçbirine el atmadan sadece yüzeysel birtakım değişikliklerle farklı bir sonucun yaşanacağını düşünmek, en iyimser ifadeyle, gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmaktır. Türkiye bu hâliyle geride bıraktığı eğitim-öğretim yıllarının bir kopyasını daha yaşayacak maalesef. Çünkü böyle bir şeyi yaşamamak için yapılması gereken işlerin hiçbirini yapmadı, yapmaya teşebbüs etmedi. Ne oldu da bunca yıl başarısız olduk? Başarısızlığımızın temel sebebi nedir? Başarısızlığımızın temel sebebinin gösterilen sebepler olduğunu nasıl öğrendik? Bulduğumuz çözüm, niçin çözüm olmayı hak ediyor? Hangi süreçlerin, hangi analizlerin ardından bu hükme vardık? Tevarüs edegelen ideolojik-sembolik kısır parkurda yol almaya devam ediyoruz. Bu durum mevcut gerçekliği bilmemekle mi ilgili, yoksa mevcudu değiştiriyormuş algısı yaratarak hiçbir şeyi değiştirmeme stratejisiyle mi ilgili, çok emin olamıyorum açıkçası.

 

Bu analiz şüphesiz sorunun çözümüne ilişkin bir yaklaşım ve çerçeve barındırıyor kendi içinde. Birincisi Türkiye, standartları yüksek bir devlet olarak yeniden yapılandırıldığında ve kamusal işleyişi bu standartlarda olduğunda eğitim alanımızın pek çok sorunu belirli düzeyde aşılmış olacaktır. Hakeza ekonomik gerçekliğin de rasyonalitesini yitirmeden ve toplumsal eşitlik gözetilerek bağlantılı olacak şekilde yönetilmesi gerekiyor şüphesiz. Bütün bunların ardından gerçekten de anlamlı ve ihtiyaçlara cevap verebilecek bir eğitim sistemi ancak sofistike tartışmalarla mümkün olacaktır. Her bir öğrencimizin ihtiyacına, toplumun talep ve beklentilerine cevap verebilecek bir hayat organizasyonu ve kurumsal yapılanma buna ön açacaktır. Ancak böyle bir vasat, bugün gençler için neredeyse tek mekâna dönüşen okulun altında can çekişen öğrencilerin üzerlerindeki ağır yükü alacak, sadece okulu ve MEB’i değil aynı zamanda hayatı da normalleştirecektir. 

 

İLK RADİKAL HAMLEMİZ, İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ GERÇEĞİN ÇÖLÜYLE YÜZLEŞMEK OLMALIDIR

 

Gençlik, kültür, sanat, spor vs. gibi önemli öğrenme mekânlarının bulunduğu ve her bir öğrencimiz için erişilebilir kılındığı bir yapılanmada, okuldaki derslerimizin nasıl olması, hangi yöntem ve tekniklerle işleneceği meselesinin hem daha kolay hem de sahici çözümü mümkün olacaktır. Eğitim alanında zamandan ve mekândan münezzeh bir çözüm arayışında ve iddiasında değiliz. Ancak her bir ferdimizin gelişimine, dolayısıyla toplumsal gereksinimlerimize ve kalitemize katkı sunan bir yapılanma, hayatın normalleştiği ve rasyonelleştiği zeminde olanaklıdır. Aksi takdirde tarihten bugüne uzanan yanlış bir mirası, sorun çözme kapasitesi düşük devlet eliyle sürdürmeye devam edip ülkemizin yarınları olan çocuklarımızı anlamsız bir cenderede boğmaya devam edeceğiz. 

 

Çocuklarımız okul denilen kapatılma kurumlarda, eğitim-öğretim denilen öğütücü bir faaliyetin nesnesine dönüştürülmüştür. Ülkeye olan aidiyetleri, geleceği dair ümitleri, yapılan tüm bürokratik planlamalara rağmen ortaya çıkan sistemsel başarısızlığa bakıldığında vaziyetimizin içler acısı hâli görülecektir. Bu yüzden ilk radikal hamlemiz, içinde bulunduğumuz gerçeğin çölüyle yüzleşmek olmalıdır. Gerçekle yüzleşmek, önümüze çözüm için bir fırsat açacaktır. Aksi takdirde bu kandırmaca içinde yaşama yanılsamasıyla gerçeklikten kaçmaya devam edeceğiz.

“TOPYEKÛN BİR KURTULUŞUN VE EŞİTLENMENİN MÜFREDATINI İNŞA ETMELİYİZ”

Ahmet Örs

Ahmet Örs / Eğitim İlke-Sen Genel Başkanı

Yeni öğretim yılı, ülkedeki egemen problemleri bünyesinde taşıyarak başlıyor. Ailelerin yoksulluk ve açlık kıskacında olduğu bir dönemdeyiz. Milyonlarca asgari ücretli, açlık sınırının çoktan 20 bin lirayı aştığı bir vasatta 17 bin lira alıyor. Pek çok insan bu ücrete de ulaşamıyor. Bu koşullarda takdir edersiniz ki bırakalım yoksulluğu, açlık çoktan egemen olmuştur. Ailelerin açlıkla pençeleştiği bir evrede çocukların tok olması, temel ihtiyaçlarını giderebilmesi mümkün değildir. Öncelikle bu gerçekliğin tespit edilmesi gerekiyor.

 

Üniversite sınavlarının gösterdiği fotoğrafı bu gerçeklikle birlikte okumalıyız. Şu anda aileler ve öğrenciler hayatta kalmayı öncelemiş durumda. Öğrenme faaliyetleriyle beslenme; temel ihtiyaçları giderebilme ile öğrenme-muvaffak olma arasında bir bağ varsa eğer, oluşan bu olumsuz tablonun nedenleri açıktır. 

 

Diğer yandan kiralardaki artış, yurt ücretleri, ulaşım maliyetleri, işsizlik endişesiyle barınamayan, derslerine odaklanamayan bir üniversite gençliği var etti. Geleceksizlik duygusu giderek pekişiyor. Prekaryanın genişleyen toplumsallığı ile yüz yüzeyiz. Yurt dışına çıkma arzusu genel geçer bir eğilim oldu. Apolitikleştirilen, baskılanan, hürriyetten yoksun bırakılan toplumsallığın ürünü olan gençlerden örgütlü siyasal tepkiler beklemek kısa vadede mümkün olamayacağından, bu yöndeki eleştirilerin zeminsizliği kendini hemen ele vermektedir.  

 

Diğer yandan, Yusuf Tekin’in bakan olduktan sonra tartışmaya açtığı yeni müfredatın uygulanacağı bir dönem olacak bu öğretim yılı; en azından beşinci ve dokuzuncu sınıflarda… Anlama, düşünme, ifade etmede birtakım idealist, olumlu çerçevelere sahip olsa da bu tarz adımları baştan kadük bırakan şey zorunlu eğitimin varlığıdır, insanların bu fasit ve faşist daireye zorlanmasıdır. Millî Eğitim Temel Kanunu, resmî ideolojinin pedagojik ve siyasal baskısı devam ettiği sürece hiçbir adım özgürleştirici olamaz! Eğitim; bir kontrol ve disiplin mekanizması olarak var oldukça, endoktrinasyon için kullanıldıkça “sorgulayan” nesiller yetişemez! Sorgulamanın, itiraz etmenin olağan neticelerini herkes bilir. Bu olası neticeler egemenler tarafından risk olarak görüldüğü sürece mevcut kandırmacanın içinden çıkamayız.

 

Eğitim emekçileri bakımından yeni öğretim yılının pek iç açıcı geçmeyeceği açıktır. Korkunç seviyelerdeki enflasyon, yoksulluk sınırının altındaki gelirleriyle diğer halk kesimleri gibi eğitim emekçilerini de zorlamaktadır. Özel sektör öğretmenlerinin adil ücret talepleri yaz tatiline damga vurdu. Öğretmen arkadaşlarımızı mücadelelerinden dolayı tebrik ediyoruz. Bu direnişler, başta eğitim sendikaları olmak üzere bütün toplum kesimlerine örnek olmalıdır. Açlık sınırının altındaki asgari ücretlilerin kantinlerden tost alıp karnını doyuramayan çocuklarını okutan öğretmenlerimiz, hayatı başka bir bilinç düzeyinden sunmalıdır derslerde. Topyekûn bir kurtuluşun, özgürleşme ve eşitlenmenin müfredatını inşa ve ikame etmeliyiz.

 

ANA DİLDE EĞİTİME İLİŞKİN ADALET MÜCADELESİ AKSATILMADAN SÜRDÜRÜLMELİDİR

 

Bir başka can yakıcı mesele olarak ana dilde eğitim tartışmaları elbette bu öğretim yılında da sürecektir. Bu alandaki adalet mücadelesi aksatılmadan sürdürülmelidir. Az evvel üzerinde durmaya çalıştığımız sorgulayan, itiraz eden kuşaklar hedefi, öğretmenleriyle beraber burada da acilen devreye girmelidir. Bu, ertelenemez bir hedeftir. Özellikle seçmeli Kürtçe dersleri üzerinden gündemleşen ana dilde eğitim tartışmalarında MEB’in Kürtçe öğretmeni atamadaki isteksizliği, siyasal iradenin niyetini açık etmektedir. Eğitim-öğretim alanındaki devlet tekelinin her türlü özgürleşmeye karşı teyakkuz hâlinde olduğu bir iklim; çok yönlü direnmeyi, mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.

 

Değerlendirmemin sonunda emperyalizmin korumasında Filistin’de, Gazze’de benzersiz bir soykırım yapan Siyonist İsrail’in katlettiği aileleri, yavrularımızı öğretim yılının her anına yayılan bir bilinç nişanesi olarak anma ödevimizi hatırlatmak isterim. Bu tarihsel dönemeçteki sorumluluğumuz her zamankinden çok daha fazladır.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.