Eğitimde Kolonizasyon ve Dekolonizasyon

Kolonyalizmin ve dekolonizasyonun teorisi, bizatihi kolonizatörler tarafından yapılmaktadır. Dekolonizasyonun literatürü bile Londra, Berlin, Paris ve New York gibi merkezlerde üretilmiştir. Bu ironik durum, bilginin bile kolonize edildiğini gösterir.

modern eğitim

Eğitim ve kültür konularına odaklanan Enstitü Sosyal tarafından Nun Okulları uhdesinde düzenlenen “Eğitimde Bir Adım Ötesi” zirvesi, “Eğitimde Dekolinazsyonu” merceğe aldı. 1 Kasım 2025’te İstanbul’da yapılan ve 800’ün üzerinde eğitimcinin katıldığı zirveye, alanında uzman birçok isim katkı verirken, meselelerin farkındalığı adına sergiler, söyleşiler, çalıştaylar ve soru-cevap fasılları da yapıldı. Türkiye’nin yapısal eğitim meseleleri arasında iki yüz senedir sinsice devam eden bu ciddi konunun gündeme getirilmesi elbette anlamlıydı. Ben de zirve kapsamında bir konuşma yaptım.

 

Kolonizasyonun Derin Kökleri

 

Kökleri 15. yüzyıla kadar uzanan kolonizasyon, din, bilim, sanat, felsefe, ekonomi, devlet, ordu, hukuk ve eğitim kurumlarının işbirliği ile devasa bir kurumdur. Başını İspanyol ve Portekiz denizcilerinin çektiği, kralların ve Papanın desteklediği ve bugün literatüre “coğrafi keşifler” olarak geçen hareket söz konusu olgunun başlangıç sürecidir. Türklerin kadim dünyanın stratejik yollarını ve denizlerini kontrol etmesiyle başlayan Protestanlık ve yeni felsefî zihni arayışlar, alternatif ticaret yolları üretmiştir. Müslüman âlimlerin teorik bilgilerinin pratiğe dökülmesiyle geliştirilen savlara göre Hindistan’a ulaşmak için sürekli batıya gitmek ya da Afrika’yı güneyden dolaşmak gerekiyordu. Her iki varsayım da kısa sürede gerçekleştirildi ve Doğu’nun zenginliği yanında Amerika’nın sonsuz nimetleri de kadim kıtaya akmaya başladı. Yeni sömürge avcıları, aldıkları dinî-zihnî destek ve özgüvenle, gittikleri yerlerde kendilerinden olmayanı yağmalamayı hak gördüler. Bu zihniyet giderek, öyle gelişti ki, örgütlü şiddetin sağladığı imkânla iki-üç yüz yıl kadar sonra bütün dünyayı ele geçirdi. 

 

Sürecin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi için din adamları, bürokratlar, seyyahlar, tüccarlar, kiliseler, hastaneler gibi kurum ve yapılar yoğun bir şekilde işe koşuldu. Bunlar arasında sıkı bir koordinasyon tesis edildi. Özellikle din adamlarına ve eğitim kurumlarına hususi yer ayrıldı (Burada Cizvitlerin rolü hatırlanabilir). Sömürgecilerin işini kolaylaştıran ve bir anlamda yirminci yüzyılın taşlarını döşeyen misyoner okulları olmuştur. Başlangıçta onlarca farklı mezhebin bir tür din yayılmacılığı olarak başlattığı misyonerliğin çıktısı modern kapitalizme hizmet ve sömürgeciliğin ileri karakolluğunu yapmasıydı.

 

Modern Devletler, Modern Dünya ve Modern Sömürgecilik

 

Modern sömürgecilik Mısır’ın işgali ile başladı. Buranın bir Osmanlı toprağı olduğuna dikkat kesilmek gerekir. Bu hareket kısa süreli değil, yüzyılları kapsayacak şekilde planlandığı için, gelinen yerlerdeki günlük hayatın, hukukun, temel alışkanlıkların hatta er ya da geç dinin değiştirilmesi temel hedefti. Ancak görünürde, “sivilizasyon=medeniyet ve terakki” kavramları bayraklaştırılıyordu. Civilizasyon özünde sömürmekti. Batı dışı toplumlar için ise geri kalmışlığın ifadesi ve yetişilmesi gereken ideal olarak algılandı. 

 

Sanayi Devrimiyle birlikte sömürgeciliği mümkün kılan ana unsur “devlet şiddeti” olmuştur. Düzenli ordular, çoğu kere devlet adına hareket eden şirketler için sahadaydı. Örgütlü devlet şiddetiyle, dünyanın pek çok yerinde özgün kültürler ve medeniyetler yok edildi. Hatta pek çok ırk, dil, din, kültür ve bilim türleri bile toprağa gömüldü (İnka, Maya, Zapotek, Etiyopya vb. bunlardan sadece bir kaçıdır). Artık tek batı dili, kültürü ve medeniyeti hâkim hale geldi! Bu yok ediş sürecinde amorf kimlikler türedi, türetildi. 

 

Sömürgeciliğin Temel Aracı: Modern Eğitim

 

Hedef bölgeler zorla ya da rızaya dayalı hileyle ele geçirildikten sonra daha uzun süreli bir mücadelenin verilmesi ortaya çıktı. Bunun da yolu zihinlerin yeni düzene teşne hale getirilmesiydi. Bunun için siyaset ve hukuk sisteminin sömürgeciler lehine düzenlenmesi gerekiyordu. Bunu da sağlayabilecek en verimli ve kesin yol eğitim sistemiydi. Bu sistemin laik olması sistemin can damarıydı. Keza bir Hıristiyan teolojik tasavvur olan “yeryüzü cenneti ideali” için modern laik eğitimi tercihten başka çare yoktu. Bunun için 19. Yüzyıl ortasından itibaren misyoner okulları müfredatlarındaki dinî vurguyu peyderpey görünmez kıldılar. Bunun yerine hümanizm, kardeşlik, eşitlik, laikleşme gibi emeller belirgin hale geldi.

 

Modern kamu eğitimiyle, olanın tam tersi inandırıcı bir şekilde sunulabiliyordu. Cihan harbi sonrasında teessüs eden ulus-devletlerin hemen hepsi muazzam başarılarla bağımsızlıklarını kazandıklarını, onurlu bir hayatı hak ettiklerini, istilacıları azimleri ve kararlılıkları sayesinde kovduklarını ve tam bağımsız bir millet olduklarını anlatmaya başladılar. Oysa ulus-devletlerin kahir ekseriyeti Benedict Anderson’un da ifade ettiği gibi “hayali cemaatlerdi”. 

 

Ulus-devletler, geleneksel bilgi ve eğitim kanallarını-kurumlarını yok ederek kendilerini irşattan sorumlu otorite kıldılar. Böylece, bilgi edinme ve aslında zihinsel özgürleşme imkânı olağanüstü zayıflatarak bilgi iktidarını tekellerine aldılar. Bir anlamda, modern devlet kolonizasyonun emrine amade hale geldi. Devletler kendi toplumlarını başkaları adına kolonize etmeye teşne edildi. Modernite öncesinde bir toplumun dilini, kültürünü, felsefesini değiştirmek mümkün değildi, ancak o toplum toptan yok edebilirdi. Modernite ile birlikte okul/eğitim sayesinde bir cemiyeti mankurt haline getirmek, zihnen ev kölesine dönüştürmek mümkün hale geldi.

 

Sömürgecilikte Yeni Safha: Dekolonizasyon

 

1. Dünya Savaşı sonrasında açık sömürgeden örtülü sömürgeye geçmek için yeni düzenlemeler yapıldı. Bütün dünyayı kapsayan çatı kurumlar inşa edildi ama bunların varlık sebebi sadece kendini var eden güçlerin haklarını ve hayatlarını korumaktı. Mevcut sömürge sisteminin maliyeti ağırlaştığından, bunu hafifletmek için yeni kurumlar ihdas edilerek emperyalizm yeni bir evreye geçti. Bu süreçte Frantz Fanon’un da ifade ettiği gibi “millî burjuvaziler sömürgecilerle işbirliğinin entelektüel aşamasını tatbike koydu”. Kanunlar yeniden tanzim edildi, eğitim sistemlerinin batıyla sıkı ve zihni entegrasyonu için fonlar ayrıldı, programlar yapıldı. Daha da önemlisi, dinin toplumu dönüştü gücünü fark edenler bundan faydalanmayı denediler ve bu konuda ciddi, kalıcı adımlar attılar. 

 

Modern batının, sömürgeciliğin üç yüz yıllık tecrübî birikiminden ve kurumsal mirastan vazgeçmesi söz mümkün değildir. İşte bunun için yeni bilişsel ve zihinsel mekanizmaların inşası gerekli görülmüştür. Önce bilgi çağı ve birikimi ardından küreselleşme, daha sonra da yapay zekâ ile yeni kanallar açılmıştır.

 

Dünyayı kolonize eden güçler, aynı zamanda kolonizasyon üzerine en çok bilgi üreten, çalışmalar yapan ve dağıtan merkezlerdir. Kolonyalizmin ve dekolonizasyonun teorisi, eleştirisi bizatihi kolonizatörler tarafından yapılmaktadır. Dekolonizasyon konusu, kolonize toplumların daha gündeminde bile değilken, kolonizatörler tarafından teorisi yapılmıştır. Bugün, çok farklı alanlarda yapılan dekolonizasyon çalışmalarının kaynakları genelde aynı merkezleri işaret eder: Londra, Berlin, Paris, New York, Boston, California…

 

19. yüzyılın ortalarından itibaren toplumumuzda sömürgeciliğe karşı daima farkındalık içinde olan, bunu farklı biçimlerde dile getirme gayreti güden gruplar olmuştur. Örneğin herkesin ‘medeniyet aşığı’ olduğu bir devirde millî şair “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye haykırmıştır. Millî mücadele sırasında ve sonrasında kısık seslerle de olsa ‘tam bağımsızlık arayışları’ ‘özellikle ekonomik yönden sömürge olmamak’ üzerine tartışmalar yapılmıştır. 1960’larda bu ülkenin ikinci bir millî mücadele vermesi gerektiğini dillendiren sesler yükselmiştir. Onların endişesi toplumun topyekûn kültürel kolonizasyona uğramasını görmeleriydi. Örneğin Hikmet Kıvılcımlı’nın, Mehmet Ali Aybar’ın söylemlerine bakılacak olursa F. Fanon ile benzer dili konuştukları görülebilir.

 

Dekolonizasyon mevzusunda öncelikle onun farkında olmak, muhasebesini ve müzakeresini yapabilmek gerekir. Aksi halde, zaten yüz yıldır sürdürülen kuşatmanın duvarlarını kalınlaştırmaktan başka netice hasıl olmaz. Nitekim eğitim ve kültür hayatımızın kurumları söz konusu kuşatılmışlığı ihata ve ikame edici faaliyetlerle yoluna devam etmektedir. İdeolojik kuşatılmışlık ve yenilgi, yenilgilerin en kötüsüdür ve şu anda bu bir realitedir! Bir 19. yüzyıl icadı olan modern eğitim kendini klonlayarak yaşatmaktadır. Bilimde, teknolojide, özellikle de sosyal-beşerî bilimlerde ortaya konulan yenilikler, eleştiriler, alternatif bilgiler, kavramlar eğitim sisteminde yeterince yer alamamaktadır.

 

Üniversite, Öğretmen ve Zihinsel Kolonyalizm

 

Kolonyal faaliyetin tesirli ve karanlık noktalarından biri öğretmen yetiştirme ve yükseköğretimdir. Öğretmen yetiştiren eğitim fakültelerinin müfredatına, öğretim elemanlarının makalelerine, kullanılan kavramlara, öne çıkarılan ideal kişilere göz atıldığında garip bir manzarayla karşılaşılır. ‘Tam bağımsızlık’ adına savaş verilmiş bir ülkede açıkça ‘kolonyal’ niteliklerle donatılmış meslek mensuplarının, ‘batıcı/modern öğretmen yetiştirme düzeni’ içinde ‘zihnî endoktrinasyon’a maruz kaldığı müfredat ve söylemden şüphe duymayıp, aksine, kendilerini birer ‘çağdaşlaşma neferi’ olarak kabul etmeleri her bakımdan sorgulanmaya muhtaç bir halet-i ruhiyedir.

 

Akademi bugün kahir ekseriyetiyle, Batı bilim ve kavramlarını tekrarlamayı meziyet sayan, bunun dışında bir dünya olduğunu aklına getiremeyen, âdeta Platon’un mağarasına hapsolmuş insanlar topluluğunu andırmaktadır. Meşhur ve saygın bir tarihçimizin tespit ettiği gibi, üniversitelerimizde üretilen bilgi, batı için ancak bir dipnot hükmündedir. Çoğu kere dipnot olmaya bile layık değildir. Bu topraklarda modern üniversite bilgi kaynağı olarak değil, mission civilisatrice vazifesiyle ihdas edilmiştir. Bugün bu misyonundan ne kadar uzaktır? Bunu tartışmak gerekir. Nitekim Serbestiyet’teki Mücahit Bilici’nin yazısını, bu bağlamda, akademinin Fatiha’sı hükmünde okumak gerekir.

 

Zihnî kolonyalizme maruz kalmışlara bakıldığında onlara hiçbir baskı yapılmıyormuş gibi gelir. İnsanlar kendilerini gayet hür, seçimlerinde özgür, çağdaş ve ileri(ci) hissederler. Bu yüzden bir tenkit gayreti içine girmeye, kendilerini muhakeme etmeye lüzum görmezler. Gerek endoktriner eğitim gerek medya kanallarıyla zihinlerine nakşedilen bilgileri hakikat telakki ederler. Nihayet öğrenilenlerin “başka” türlü bilinebileceğine dair imkân ve seçeneklerin niçin bertaraf edildiğini de söz konusu etmezler.  Bu konuları düşünecek bir fert, bir çevre zihinsel kolonyalizmin farkına varmış ve onunla yüzleşmeye başlamış demektir. 

 

Geleceğe Nasıl Bakılabilir?

 

Dünün sömürgeci bugünün müreffeh ülkeleri zenginliklerini kolay elde etmedi ve kolay da bırakmayacaktır. Bilginin ölümcül silaha dönüştüğü cephesiz savaşta statüko yapay zeka ile tahkim edilmek istenmektedir. Şu halde, sürecin hedef nesneleri, durumun farkına varılabilirse önlemler alınabilir. Ancak ne ölçüde ve ne zaman rekabet edilebilir? Tartışılır. Türkiye, İran ve bazı Afrika ülkeleri “biz asla sömürge olmadık” söylemini tekrarlamaktadır. Oysa sömürgecilik, farklı yöntem ve boyutlarda 19. yüzyıl sonunda bütün dünyayı kuşatan bir olguydu. Bu gerçekle yüzleşilmesi şarttır!

 

Türkiye’de siyasetin desteklemediği bir projenin yol alması, başarılı olması, geniş çevrelere ulaşması maalesef imkânsızdır. Şu halde dekolonizasyon çalışmaları partiler üstü bir statüde sahiplenilmelidir. Ancak Türkiye’de bazı çevreler sömürgeciliğin aşikâr ya da kapalı işbirlikçileridir. Bu noktada, yeni neo-sömürgecilerin kimler olduğu ve bunlara kimlerin eşlik ettiği tespit edilmelidir.

 

Araştırmacılarca, Türkiye’nin iki yüzyıllık modern eğitim tecrübesiyle, sömürgeleştirilmiş ülkelerin eğitim sistemlerindeki müfredat, öğretmen yetiştirme düzeni ve ders kitapları gibi yapıları arasında ilginç benzerliklerin olduğunu ortaya konulmaktadır. Önce bunun farkına varılması gerekir. ‘Zihnî kolonyalizm’in dayattığı ve ‘mutlak doğru’lar olarak inanılıp savunulmasını beklediği muhteva ve pratikler terk edilmeden; “öğretmen yetiştirme” alanlarının meslek ve akademi çevrelerinin ‘dekolonizasyon’u sağlanmadan bu konuda yol alınamayacaktır.

 

Mevcut akademik dekolonizasyon literatürü sömürgeciler için yüzleşmekten kaçmanın yöntemlerinden biridir. Sömürgeci tarih ve felsefe, dekolonizasyon postuna bürünerek kendini sürekli kılmaktadır. Şu halde, dekolonizasyon mücadelesinde, şimdiye kadar üretilmiş literatüre, araçlara, yöntemlere ve tekniklere karşı her zamankinden daha çok şuurla bakılmalıdır.

 

Türkiye’de dekolonizasyon literatürü oldukça zayıftır. Oysa kolonizatör ülkelerde bu durum ironik olarak devasadır! Sömürgecilerce yok edilmiş diller, kültürler ve kimliklerle ilgili bilimsel çalışmalar en etkili dekolonyal faaliyetler olacaktır. Bunun için öncelikle sıkı bir envanter çalışması yapmak ve kütüphane oluşturmak şarttır. Ardından ciddi akademik çalışmalarla bunları popüler/vülger hale getiren ara müesseseler, dergiler, internet siteleri vb. kurmak icap eder. Bütün bunlar için bir enstitü ya da araştırma birimi kurmak idealdir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.