Ekonomide Kusursuz Fırtına Bizi Bekliyor
Hayat pahalılığı ortamında yaşamını sürdürme mücadelesi veren dar gelirli kesimlere ücret artışı yapılacağı kesin. Ancak öteki taraftan yüksek enflasyon ortamında reel ücretlerin yüksek tutulması durumunda bu da zaten kışkırtılmış olan talebe benzin dökmek gibi bir etki yaratacak. Bu durum gerçekleşirse hiper-enflasyon riskini de ortaya çıkaracak.
Türk Lirası’nın bir hafta içinde yüzde yirmilik değer kaybı ile piyasalar önünü görmekte zorlanıyor. Döviz kurlarındaki aşırı oynaklık ve ham madde ithalinden petrol fiyatlarına kadar temel bir çok üründe yaşanan fiyat değişiklikleri beraberinde ciddi bir enflasyonu da getiriyor. Merkez Bankası’nın faiz oranlarını ciddi şekilde düşürmesi ise tüm bu sürecin sebebi olarak görülüyor.
Son derece kırılgan olan ekonomide durumu analiz etmek ve geleceğe dair öngörülerde bulunmak her geçen gün daha da zor hale gelirken krizin sebeplerini, muhtemel riskleri ve senaryoları daha önce Merkez Bankası başkan yardımcılığı ve Borsa İstanbul Yönetim Kurulu başkanlığı ile Genel Müdürlüğü görevlerinde bulunmuş Gelecek Partisi Yönetim Kurulu üyesi Prof. Dr. İbrahim Turhan ile konuştuk.
Türkiye ciddi bir ekonomik krizin içinde ama esas olarak neyle karşı karşıyayız? Bir tarafta ekside rezervler, kur rejimi ile çelişen programlar yani teknik ve akademik izah; öbür tarafta siyasi sorun, yönetme ve yönetememe meselesi… Türkiye ne ile karşı karşıya ekonomik kriz anlamında?
Bu konunun birkaç katmanda incelenmesi gerekiyor. Birincisi, akut olarak karşı karşıya olduğumuz aşırı oynaklık ve dengesizlik. Türkiye iktisat tarihinde sabit kur rejiminden çıktıktan sonraki dönemi, yani 24 Ocak 1980 sonrası dönemi konuşalım. Geçen hafta Salı günü yaşadığımıza benzer bir güne çok ender rastlanır. Hatırladığım 1994’te oldu bir tek. Bir gün içinde kurun yüzde 17-18 artması, aynı zamanda gün içi oynaklığın inanılmaz derecelere çıkması… Sadece kurun yükselmesini değil, bir taraftan da yukarı aşağı hareket eden, aşırı dalgalanan bir kur görüyoruz. Birinci katmanı, krizin akut görüntüsü olarak tanımlayabileceğimiz aşırı oynaklık oluşturuyor.
İkinci katman, kurdaki son üç aylık hareket. ABD doları 1 Eylül’de 8 lira 29 kuruş. Eylül başından itibaren, tam tarih söyleyeyim; 8 Eylül’den sonra kurda çok belirgin bir artış oluyor. Kurun yıl başından beri seyrine bakacak olursak, Türk lirasının performansını üç ayrı döneme ayırmak mümkün. Yılın başından 19 Mart’ta Merkez Bankası başkanının görevden alınmasına kadar geçen birinci dönem; 19 Mart ile 8 Eylül arasındaki ikinci dönem ve o günden beri yaşadığımız üçüncü dönem. Birinci dönemde TL, ekonomileri Türkiye’ye benzer diğer ülkelerin paralarından daha iyi bir performans sergiledi. Burada bir hususa açıklık getirelim; ekonomideki yapısal sorunlar o zaman başlamadı, daha önce de aynı sorunlar vardı ama yılın başındaki o ilk üç aylık dönemde buna rağmen TL görece iyi performans gösterebildi. Merkez Bankası Başkanı 19 Mart’ta görevden alınınca kurda bir sıçrama yaşandı. Amerikan doları kuru bir anda 8,25 düzeyine çıktı. Bu hareketin sebebi yeni başkanın faiz indirimi yapacağı beklentisi, daha doğrusu endişesiydi. Ama bu gerçekleşmeyince kurun yatay seyrettiğini gördük. Öyle ki Eylül başında dolar kuru 8,30’du. Yani neredeyse yatay seyretmiş. 8 Eylül’den ve özellikle de 15 Kasım’dan sonra ise kur adeta çıldırmış. TL artık başka herhangi bir parayla karşılaştırılamayacak ölçüde değer kaybetmiş. Neden kur Eylül ayından sonra birdenbire sert bir hareket yaptı? Bundan sonra ne olabilir? İkinci konu bu.
Üçüncü konu ise kurda yaşananların ekonominin geri kalanına ve insanların günlük yaşantılarına yansımalarının ne olacağıdır. Daha büyük bir politik iktisat penceresinden baktığımız zaman ne görüyoruz?
Bunları kısa kısa, teknik ayrıntısına girmeden değerlendireceğim. Birincisi, anlık yaşadığımız şey piyasada fiyat oluşamaması sorunudur. Buna ne sebep olur? Bir yerde alıcı var, satıcı yoksa fiyat oluşturamazsınız. Türkiye tam da bu durumu yaşıyor. Sadece kurun artışı değil, oynaklık da çok etkili. 23 Kasım Salı günü dolar 11.20’den başladı ve 13.40’ı gördü. Artış yüzde 18 oldu. Ama sadece bu da değil, gün içerisinde sürekli aşağı-yukarı sert hareketler yaşandı. Beş-on dakika içinde üzde 10’luk fiyat adımları görüldüğü oldu. Bu oynaklık tamamen öngörülemezlikten kaynaklanıyor. Beş dakika sonra ne olacağını bilememek fiyatta denge düzeyinin oluşmasını imkansız kılıyor.
Bu ölçüdeki öngörülemezliğin üç temel sebebi var. Birincisi, Merkez Bankasının bir sonraki adımı ile ilgili kimsenin bilgisi yok. Başka örnek; Amerikan Merkez Bankasının önümüzdeki bir yıl içerisinde hangi tarihlerde hangi adımları atacağını ekonomistler üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyor. Çok büyük bir yanılma olmaksızın öngörülen doğru çıkıyor. Merkez Bankası yanlış işler yapabilir ama burada sorun sadece yapılan işin yanlış olması değil, ne yapılacağı ile ilgili kimsenin fikir sahibi olmaması. Merkez Bankası önümüzdeki ayda hangi kararı alacak diye piyasa uzmanlarına sorulunca 100 puan artıracak diyen var, sabit diyen var, 100 puan inecek diyen var, 200 puan inecek diyen var, 300 puan inecek diyen var. Yani beklentiler 400 puanlık bir aralıkta sallanıyor. Bu da aslında beklenti yok demektir.
Faiz indirme meselesinin doğruluğunu yanlışlığını bir yana bırakalım. Mesela Merkez Bankası faiz yüzde 19 iken indirimlere başlandı. Bu aydan sonra Aralık ayında bir indirim daha yaparsa yüzde 14’e düşmüş olacak. Merkez Bankası böyle yapacağına, yani Eylül’de 100, Kasım’da 200 puan yapacağına, en başında ‘5 puan indiriyorum’ deseydi ne olurdu? Çok sert hareket olurdu, dalgalanma olurdu ama ‘5 puan indirdim ama artık değiştirmeyeceğim’ dese, bu karar yanlış karar olsa bile en azından ona göre hesap yaparsınız. Bundan sonra bu olacaksa faiz oranı ve kur da böyle olur dersiniz. Şu anda bununla ilgili belirsizlik var.
İkinci belirsizlik ekonomi yönetimi ile ilgili. Geçen hafta 17 Kasım Çarşamba günü Adalet ve Kalkınma Partisi grup toplantısından beri Türkiye’de bir Hazine ve Maliye Bakanı var mı yok mu emin olamıyoruz. Spekülasyonlar yayılıyor. Bakan kamuoyu önüne de çıkmadı o tarihten beri. Ekonomide ciddi bir sarsıntı varken tek açıklama yapılmadı. Bu da ikinci belirsizlik. Neden? Politikalardaki diğer olumsuzluklara ve ekonomideki yapısal sorunlara rağmen Lütfi Elvan’ın bakan olarak görev yapıyor olması kamu bankaları ile ilgili, bütçeyle ilgili, bazı maliye politikası unsurları ile ilgili kısmi de olsa bir güven ortamı sağlıyor. En azından yapılabilecek olanlarla ilgili bir güvenlik aralığı olduğunu düşünmesini sağlıyor piyasanın. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde Sayın Bakanın gerçekte böyle bir gücü ve etkisi olup olmaması bir tarafa, piyasanın algısı bu yönde.
Üçüncü belirsizlik, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın 100 puan faiz indiriminden birkaç gün sonra Bakanlar Kurulu sonrasında yaptığı konuşmadaki bazı ifadelerden kaynaklandı. Aslında irticalen değil hazırlanmış bir metin üzerinden konuşmuştu., Orada kur artışının ekonomiye çok da zarar vermeyeceğini izah etmeye çalıştı. Burada da üç unsura değindi: Birincisi, bankacılık sektöründe döviz açığı yok. Dolayısıyla bankaların döviz varlıkları borçlarını karşılıyor, sorun yaşamayız dedi. İkincisi, şirketler açısından da sorun yok. Onun deyimiyle “rekabetçi kur” ihracatı artırıyor, yani şirketlerin gelirleri etkilenmiyor. Dolayısıyla orada da bir problem yok. Üçüncüsü, hane halklarının döviz borcu yok, hatta tam tersine “evde yastık altında ve bankalarda ciddi miktarda döviz birikimi var” dedi. Bu söz o bağlamın dışına yorumlanmaya elverişli bir söz. Ertesi gün kendim de gözlemledim, piyasalarda o açıklamasının ardından acaba vatandaşın evindeki ya da bankadaki dövizine dair bir karar mı açıklanacak, kambiyo kontrolüne mi geçilecek gibi bir kuşku ortamı doğdu. Bu üç belirsizlik bir anda etkili olunca da döviz kurunda fiyat oluşamaması durumunu meydana getirdi.
Döviz opsiyonları vardır. Opsiyon sözleşmeleri belli bir fiyattan belli bir miktarda dövizi satın alma ya da satma hakkını verir size. Prim ödersiniz ve karşı taraftan belli miktarda ABD dolarını, diyelim ki 100 bin ABD dolarını, belli bir kur düzeyinden, diyelim ki 12 liradan satın alma hakkı verir. Özellikle kur riskine karşın korunmak isteyenlerin başvurduğu ürünlerdir. Kurda böyle hareket olunca o opsiyon sözleşmeleri hızla devreye girmeye başlar. Normalleşmesi düşük ihtimal olan, çok düşük olasılıklar taşıyan büyük miktarlı riskler bir anda realize olmaya başlar. Tabii o yükümlülüğü yerine getirmek için bir döviz talebi oluşuyor.
İşin bu akut yönü aslında tamamen kriz yönetim becerisi olmamasından kaynaklanır. Bunlar, uygulamak istediğiniz politikanın doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, politika yöneliminizi değiştirmeden rahatlıkla önleyebileceğiniz meseleler. Bunlar için bile kapasite olmadığı anlaşılıyor.
Konunun ikinci boyutu daha orta vadeli. Merkez Bankası başkanının değiştirildiği tarihten 8 Eylül’e kadar yatay seyreden kur birden hareketlendi. Ne olduğunu anlamak için filmi bir yıl kadar geri almamız gerekiyor. Hükümet, daha doğrusu Cumhurbaşkanı, Kasım 2020’den sonra politika değişikliği arayışına girdi. O tarihte iki olay örtüştü: Bir taraftan Berat Albayrak ile Murat Uysal’ın görevden alınması ve yerlerine ise daha piyasa dostu bir görüntü sergileyen Elvan ile Ağbal’ın getirilmesi; diğer tarafta ABD’deki başkanlık seçimi. Kamuoyunun hatırlayacağı gibi Sayın Cumhurbaşkanı yine Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir il toplantısında bu değişikliklerin küresel ekonomi politik dengelerdeki değişikliklerle ilgili olduğunu ifade etti. Arkasından içeride İYİ Parti’ye yönelik sıcak mesajlar paylaşılmaya başlandığına tanık olduk. Cumhurbaşkanı Türkiye ittifakı diye bir kavramı gündeme getirdi. Keza aynı şekilde bir adalet ve yargı reformu, demokratikleşme reformu konuşulmaya başlandı. Buradan anlıyoruz ki birtakım şeyler değişmiş, ekonomide de işlerin yolunda gitmediği itiraf edilmiş. Bir arayış var. Ama bir de sizin muhataplarınız var. İçerideki muhataplar da dışarıdaki muhataplar da bu kozmetik kabilinden adımları yeterli görmedi.
Görünen o ki hükümetin hem içerideki hem de dışarıdaki angajmanları, oluşturduğu ittifaklar ve koalisyonlar dolayısıyla daha fazlasını yapmaya olanağı yoktu. O dönem yaptığım analizde ifade ettiğim gibi hükümet bir şey yapmak istiyor ama hem dışarıdaki muhatapları hem daha önce girmiş olduğu ilişkiler yeterli hareket alanını tanımadı. Bunun gerçekleşmeyeceğini anlayınca Cumhurbaşkanı 12 Mart’ta “Fiyat istikrarı diyorlar bazıları. Biz onu kaldırdık ve bir kenara koyduk. Bundan sonra politikamızın yönelimi üretim, yatırım, istihdam ve ihracat üzerinde olacaktır” dedi ve bir hafta sonra da Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ı görevden aldı.
Ben bunun bir tesadüf olduğunu düşünmüyorum. O dönemden itibaren oluşturulan yeni bir politika çerçevesi gündeme geldi. Bunun uygulamaya sokulması anlaşılıyor ki altı ay kadar sürdü. Bu politikanın oluşturulması, unsurlarının bir araya getirilmesi, buna yönelik ekonomi bürokrasisindeki değişikliklerin yapılması vs. zaman aldı. Merkez Bankasının üst yönetiminde şimdiki başkanın işini zorlaştıran yöneticiler değiştirildi. Bundan sonra yeni politika çerçevesine girildi. Nedir bu çerçeve? Basitçe; faizleri düşürelim, tüketim talebi artsın, üretim artsın, ucuz kredi verelim. Talep artınca talep canlansın, ekonomide yüksek büyüme oranlarına ulaşılsın, işsizlik daha fazla artmasın.
Bu mümkün mü?
Mümkün olmadığını görüyoruz. Düşük ve hatta negatif yerel faizler ortamında Türk lirası zayıflasın ama Türk lirası zayıflaması ihracatı desteklesin, ihracat güçlü seyrettiği için dış açık bir problem olmasın, dövizin yokluğu yaşanmasın, fiyatı artsın ama döviz kıtlığı sorunu yaşanmasın… Bunun neticesinde tabii ki çok yüksek bir enflasyon sorunu olacak. Bu sorunu da ücretleri artırarak ya da hafiyecilik oynayarak, market basarak, cezalar keserek yönetebiliriz gibi bir politika çerçevesi var.
KIŞKIRTILMIŞ TALEBİN NASIL BİR ENFLASYONA SEBEP OLACAĞINA DAİR EN UFAK FİKİRLERİ YOK
Yanlış olduğunu anlamak için derin bir ekonomi bilgisi gerekmeyen bu tercihin sebebi ne? Bunu bir Nasrettin Hoca fıkrası ile anlatmaya çalışayım. Nasrettin Hoca evinin kapısının önünde yerde bir şeyler arıyordur. Komşusu, “Hocam hayırdır?” diyor. “Yüzüğümü kaybettim” diyor hoca. Komşu bakıyor, yüzük falan yok evin önünde. “Hoca, yüzüğü burada kaybettiğine emin misin” diyor. “Yok yahu! Samanlıkta kaybettim” diyor. “E hocam sen delirdin mi? Samanlıkta kaybettiysen burada niye arıyorsun” diyor. “Orası çok karanlık ve karışık. Arasam bulamayacağım. Hiç olmazsa burada arayayım” diyor. Hükümetin yaptığı da biraz bu.
Enflasyonu düşürüp Türk lirasına itibar kazandırmak, böylece sürdürmeyi sağlamak. Aynı zamanda yapısal reformlarla bu politikayı güçlendirmek. Aslında doğru tercih ama hükümet için yapılması mümkün değil. Hükümet nasıl Kasım’da girilen yönde devam edemediyse şu anda bunu yapmak da mümkün değil. Sherlock Holmes sık sık der ki “imkânsız olanı eledikten sonra geriye kalan ne kadar olasılık dışı gibi görünse de gerçeğin ta kendisidir”. Hükümetin yaptığı da bu. Samanlıkta yüzüğü bulamayacaksak o zaman bunu yaparız: Düşük faiz ile talebi destekleyelim.
Kışkırtılmış talebin nasıl bir enflasyona yol açacağı hakkında en ufak fikirleri olmadığını anlıyorum. Ayrıca bu yüksek enflasyonun kur artışlarıyla beraber nasıl sarmala döneceğini, ekonomide tahribata yol açacağını, maliye politikasını çok kısa sürede -80’lerde ve 90’larda örneğini gördüğümüz gibi- yerle bir edebileceğini hesap edemedikleri anlaşılıyor. Son olarak olayın ekonomi-politik boyutuna bakalım. Anketler bir süredir hükümet ve iktidar ortakları açısından pek parlak bir görünüm sunmuyor. Burada hükümet artık “Ben Türkiye’ye ilişkin nasıl uzun vadeli bir politika çerçevesi oluşturabilirim” bakışından ziyade “Yaklaşmakta olan seçimlere kadar ayakta kalmayı nasıl başarabilirim” tanımlı bir politik yönelime geçmiş durumda. Özellikle de küresel salgının Türkiye’de etkili olduğu dönemde düşük gelir gruplarındaki kesimlerin, ki bunlar bildiğimiz gibi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüksek oy kesimine sahip olduğu kesimlerdi, müthiş bir erime yaşanıyor. Düşük gelir grubundaki insanlar artık hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Dolayısıyla buradaki tercih yüksek ücret artışları yaparak en azından bir süre bu kesimlere nefes aldırmayı planlıyor. Tabii ki arkasından gelecek muazzam seviyedeki enflasyon dalgası aslında çok kısa süre içinde bu politikayı da anlamsız hale getirecek. Onun için bu politik analiz de geçerli değil. Burada bir çıkış olduğunu düşünmüyorum.
Bugüne nasıl geldik anlattınız. Şu anda Türkiye’yi bekleyen risk ne? İflas mı? Ödemeler dengesinin bozulması mı? Ekonomik olarak bizi ne bekliyor? Ekonomi sadece banka hesabı değil. Aile huzuru, gelecek hayalleri… Bunların hepsini şekillendirir. Toplumsal olarak kriz zamanlarında boşanmaların artması, intiharlar gibi. Gözüken en kötü risk olarak ne var önümüzde?
Çok basit bir örnek verelim. Erasmus’a giden öğrenciler var. Bunlar geçen yıl gittiler. Geçen yıl kararı verdikleri zaman dolar 7 TL idi. Bugün en muhafazakâr tahmin ile 12 buçuk lira. Yüzde 70 artış var. O çocukların nasıl sıkıntı yaşadıklarını gözünüzün önüne getirin. Başka bir sahne: Sipariş geliyor. Birisi sizden mal almak istiyor fakat diyelim ki üretim 3 ay sürecek. 3 ay sonra malı teslim etme zamanı gelince o malın üretimindeki girdilerin maliyetinin, işçiye ödeyeceğiniz ücretin ne olacağıyla ilgili hiçbir fikriniz yok. Çok büyük bir sapma olabileceğini hissediyorsunuz. Birçok firma üretim durdurma kararı aldı. Fiyat veremiyor. Daha çarpıcı örneği Kapalıçarşı’daki döviz bürolarında yaşandı. 23 Kasım Salı günü, hatta bir önceki Perşembe günü de oldu, bir süreliğine ekranlar karardı ve işlemler durdu. Bir fiyat veriyorsunuz. Karşınızdaki döviz alacak ya da döviz satacak. O anda verdiği fiyat 5 ile 10 saniyede değişiyor. Yüksek miktarlı işler söz konusu olduğunda ise iki taraftan birinin büyük zarar etmesi ihtimali var. Bunlar konuşmamın başına değindiğim fiyat oluşumunun mümkün olmaktan çıkması durumunun birtakım yansımaları.
Bir başka yine sahne gözümüzde canlansın. Türkiye hazinesi bir süredir Türk lirası cinsinden borçlanmakta güçlük çektiği için yurt içinden de altın ve yabancı para cinsinden borçlanmaya başladı. Şu anda yabancı para cinsinden ya da altına endeksli olan borçlanmaların tutarı 140 milyar doların biraz üzerinde. Bu rakam aslında değişmedi. Yeni bir borçlanma yapılmış veya ilave borç alınmış değil. Buna karşın sadece Eylül sonunda bugüne kadar kurda yaşanan hareketin sonucu olarak Türkiye’nin kamu borcu 500 milyar Türk lirasından daha fazla arttı.
MECLİSTE TARTIŞILAN 2022 BÜTÇESİNİN ARTIK ANLAMI KALMADI
Türkiye’nin bir yıllık yatırım bütçesi ne kadar?
Toplam bütçe harcamaları bu yıl için 1,5 trilyon lira. 2022 için 1 trilyon 750 milyar TL öngörülüyor.
500 milyar arttı dediniz. Mesela bundan ne anlamamız gerekiyor? Bütçenin üçte biri oranda bir borç artışından bahsediyoruz.
Aslında bütçe yıllık bir akım, borç stokundaki artış ise adı üzerinde bir stok değişken. Ama bütçe ile ilgigli yönü bu borcu sürdürmenin bir maliyeti var. İlave artışın bütçeye faiz maliyeti 100 milyar lira olacak. Bugünlerde TBMM’de tartışılan ama bence artık anlamı olmayan 2022 yılı bütçesinde hükümetin faiz harcaması için öngördüğü240 milyar liraydı. Yani bütçede öngördüğünüz faiz harcamalarını bir anda yüzde 40 kadar artırabilecek yeni bir durumla karşı karşıyasınız. Bu faiz harcaması artışının tamamı belki önümüzdeki yıl içinde gerçekleşmeyeycek. Ama etkisinin büyüklüğü bu ölçekte.
ŞİMDİLİK BİR ÖDEMELER DENGESİ KRİZİ YOK.
Türkiye’nin çok uzun süredir karşı karşıya olduğu bir açmaz vardı. Yüksek büyüme olduğu zaman cari açık yaşanırdı. Cari açığı kapatmak istediğiniz zaman büyümede büyük düşüş olurdu. Bu yıl kuvvetle muhtemel iki basamaklı bir büyüme sağlayacak Türkiye. Ama cari açıkta problem olmayacak. Seneye cari fazla verecek. Hatta belki dış ticaret fazlası verecek. İhracat gelirleri ithalatı aşabilir. Yine de 2022’de yüzde 4-5’in üzerinde bir büyüme mümkün görünüyor. Belki de politika yapıcılarının aklını çelen, onları yanlış yola sürükleyen buradaki cazibe. Bunu olta ucundaki yeme benzetebilirsiniz. O yemi yuttuğunuz zaman ilk anda karnınızın doyduğunu sanıyorsunuz, belki ama zokayı da yutuyorsunuz. O ne? Enflasyon ve kur artışı sarmalı dediğimiz girdap. Bir ekonomiyi çok rahatlıkla sürükleyebilecek bir girdap.
Şu anda yaşadığımız klasik anlamda bir ödemeler dengesi krizi değil. Dövizin yokluğunu yaşamıyorsunuz zira fiyatı sürekli artıyor. Fiyat arttıkça, kur arttıkça da bu bahsettiğim sendromlar ortaya çıkıyor. Kur artışı enflasyonu daha yukarı taşıyor. Enflasyon da bir sonraki aşamada kurun artmasına sebep oluyor. Aşırı kredi genişlemesinin ve maliye politikasının genişletici etkilerinin, yani bütçe imkanlarının zorlanmasının da bu durumu teşvik edeceğini düşünüyorum.
1991 yapımı bir film var: Kusursuz Fırtına. Amerika’nın Kuzey Atlantik kıyılarında bir balıkçı teknesinin, üç büyük hava cephesinin çarpışmasıyla doğan büyük bir kasırganın ortasında kalmasını anlatıyor. Oradakine benzer birbirinden ayrı üç büyük olay gerçekleşiyor. Her üçü de tek başlarına bile ekonomi üzerinde yıkıcı etkiye sahip. Birinci olay kur-enflasyon sarmalı. İkinci olay kredi genişlemesi. Üçüncü olay ise maliye politikasında kontrolün tamamen kaybedilmesi. Tabi bir de bunların iç dinamikleri var. Maliye politikasında kontrolü kaybedince faiz harcamaları artıyor. Bu hiç hesapta olmayan bir şey. Siz elektrik fiyatını, doğalgaz fiyatını sübvanse ederim, sosyal transferleri artırırım, ücretleri iyileştiririm diye hesap yaparken birdenbire hesapta olmayan faiz harcamaları ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Kredileri genişletirim, firmaları rahatlatırım, tüketici harcama gücünü artırırım diye hesap ederken bir anda o tüketimin bir kısmının ithalata yöneldiğini görüyorsunuz. Bu da aslında şu anda güvendiğiniz ve üzerinde yürüdüğünüz buz tabakasının ne kadar ince olduğunu fark etmenize sebep oluyor.
ÜCRET ARTIŞI ŞART AMA YÜKSEK ARTIŞ KIŞKIRTILMIŞ ENFLASYONA BENZİN DÖKMEK OLACAK
Krediyle alınan Türk lirasının enflasyon-kur sarmalındaki kura yönelmesi, ne üretimi desteklemesi ne de başka bir derde şifa olması, bilakis kuru pompalaması…
Ötesinde bir şey söylüyorum. Bu söylediğiniz belki doğrusal bir ilişki ile kurulabilecek bir şey. Diyelim ki krediyi alan iyi niyetli üretim için kullanıyor. Diyelim ki krediyle döviz almak gibi spekülatif bir düşüncesi yok. Üretimin bir parçası da ithalat. Yatırım yapmak için de ithalat lazım. Tüketim talebinin de bir kısmı ithalata gidiyor. Siz ekonomide karşılığı olmayan yurt içi tasarruflarla desteklenmeyen parasal genişlemeyle, üstelik negatif reel faizlerle körüklenen sanal bir talep yaratıyorsanız, bir kısmı ithalata gittiği zaman ödemeler dengesi konusunda güvendiğiniz dağlara kar yağabilir. O zaman resim gerçekten endişe verici bir tabloya dönüşecek.
Bir boyutu daha var: Reel ücret artışları. Şu hayat pahalılığı ortamında yaşamını sürdürme mücadelesi veren dar gelirli kesimlere ücret artışı yapılacağı kesin. Ancak öteki taraftan yüksek enflasyon ortamında reel ücretlerin yüksek tutulması durumunda bu da zaten kışkırtılmış olan talebe benzin dökmek gibi bir etki yaratacak. Geçmişte iki haneli kronik yüksek enflasyon dönemleri yaşadık. Ama hiç hiper-enflasyon tecrübesi, yani aylık enflasyonun yüzde 50’yi, yıllık enflasyonun 10 binleri 50 binleri bulduğu bir dönemi yaşamadık.
Türkiye’nin yaşadığı en yüksek yıllık enflasyon 1994 krizi dönemindeki yüzde 150’dir. Bunun sebebi ücret artışlarının hep enflasyonun gerisinden gelmesi. Başka bir ifadeyle reel ücretin enflasyona anlık olarak ayak uyduramaması, o düzeltmenin yapılmaması idi. Bu durum ortaya çıkarsa hiper-enflasyon riskini de ortaya çıkaracak. Önümüzdeki dönemde bizi bekleyen tehlikeler bunlar. Bunların somut yaşamımızdaki yansımaları da fiyatların sık sık artması. 1994’ü anımsayanlar ne demek istediğimi anlar. Haftalık fiyat değişimleri; akaryakıt, doğalgaz, kömür gibi ithalata dayalı ürünlerde ya sürekli fiyat artışları ya da bunların bütçeden desteklenmeye çalışılması… Bütçe açığının kontrolden çıkması, vadeli fiyat verme olanağı ortadan kalkacağı için vadeli ticaret ve ödeme sisteminin büyük zarar görmesi, ticarette tarafların birbirlerine borçlarını ödemeyi aksatması, borçların sürekli geciktirilmesi gibi şeyleri ne yazık ki göreceğiz.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ ÜLKEYİ 2002’DE ALDIĞI YERE GERİ GETİRDİ
Bu riskler için bir takvim öngörünüz var mı?
Enflasyonda artışı bu aydan itibaren göreceğiz. Akaryakıt fiyatlarına birkaç kere zam geldi, ekmek ve un fiyatları arttı. Asıl şoku önümüzdeki yılın ilk dört ayında yaşayacağız. Yıllık enflasyonun yüzde 30’un üzerine çıkma olasılığı çok yüksek. Bu bahsettiğim tehlikeler gerçekleşirse, kur-döviz sarmalı tamamen bir girdap olursa, maliye politikası kontrol edilemez şekilde bozulursa, kredi genişlemesi ithalat üzerinde baskı oluşturacak boyuta ulaşır ve reel ücret artışları enflasyonu yüksek iki basamaklı hanelere doğru yaklaştırırsa o zaman bu yüzde 30 enflasyon iyimser bir tahmin olarak kalır.
Şunu söyleyeyim: Adalet ve Kalkınma Partisi 2002’nin Aralık ayında hükümeti kurup yönetimi devraldığında yüzde 30 civarında bir enflasyon vardı. O enflasyonun 2011 yılında yüzde 5’e kadar düştüğünü gördük. Hatta 2011 yılı nisan ayında Türkiye’deki yıllık enflasyon, İngiltere’deki enflasyonun altına indi. Şu anda Adalet ve Kalkınma Partisi, daha doğrusu Cumhur İttifakı koalisyonu demek lazım, Türkiye’yi 2002’de devraldığı koşullara geri getirmiş görünüyor. 2002 yılında Aralık ayından daha geriye gidersek karşımıza yüzde 60-70’li enflasyon oranları gelir. 90’lı yıllarda yüzde 90 enflasyon gördük. Bunu bir grafik gibi düşünün. Grafiğin iki ucunu uzattığınızda ikisinin de birbirine benzer hale geldiğini göreceksiniz.
ÖZEL SEKTÖRÜN TÜM RİSKİ KAMUYA AKTARILMIŞ DURUMDA
Cumhurbaşkanının yeni politikayı anlatırken bazı ön kabullerini söylediniz. Bankaların döviz açığı olmaması bunlardan birisi. 2001 krizinin temeli finansman krizi idi. Bugün Türkiye’de finans krizi gibi bir risk var mı?
Sıfır dememek için bunu çok düşük bir risk olarak nitelendiririm.. Böyle bir durum yok çünkü bugün yaşadığımız endişe verici durum birden bire değil aslında 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra adım adım gelişti. Bu kademeli geçiş bankalara, ve belli bir ölçeğin üzerindeki kurumsallaşmış reel sektör firmalarına hazırlanmak için olanak verdi. Şu anda reel sektör kuruluşlarının önümüzdeki on iki ay içerisinde vadesi gelecek yükümlülüklerini karşılamak için döviz mevcutları var. Bankaların yurt dışı muhabir hesaplarında ve Eurobondlarda, yani yabancı para cinsinden tahvillerde likiditesi yüksek. Bunlar hemen nakde çevrilebilir güvenli varlıklar. Dolayısıyla bankaların durumu da oldukça güçlü. Fakat özel sektörün bu güçlü durumu kamunun ağır bir döviz yükümlülüğü altına girmesi pahasına oluştu.
Bir başka deyişle döviz kuruna ilişkin risklerin neredeyse tamamı kamuya aktarılmış durumda. Şu anda Merkez Bankasının, swap adı verilen bilanço dışında izlenen yükümlülükleri dahil edildiğinde, 35-40 milyar dolar açık pozisyonu var. Hazinenin yaklaşık net açık pozisyonu 100 milyar doların üzerinde. Kamu-özel iş birliği projelerinden kaynaklı 20-25 yılı bulan süreçte toplamda 160 milyar dolar gibi döviz cinsinden kamu yükümlülüğü var. Bu tablo ateşten topun kamunun kucağında olduğunu düşündürüyor. Dolayısıyla sizin bahsettiğiniz anlamda, yani bankacılık sektöründen kaynaklanacak bir kriz olasılığı çok düşük. Bankaların geçmiş birkaç gün içinde o şekilde davranması bahsettiğim gibi krizin anlık niteliğinden kaynaklanıyor.
YURTİÇİ YERLEŞİKLER PARALARINI SİSTEM DIŞINA ÇIKARMAK İSTERSE FİNANSAL ÇÖKÜŞ OLUR
Anlık olarak operasyon yapamaz hele gelmekten kaynaklanıyordu.
Evet, operasyon yapamamaktan. Bunu söylemiş olmakla birlikte bir dipnot düşmekte yarar var. Burada bizi bekleyen belki de olasılığı çok yüksek olmamakla birlikte bir risk senaryosu var. Krizin akut dönemini anlatırken buradaki temel problemin iletişim beceriksizliği, kriz yönetim kapasitesi olmaması olduğuna vurgu yapmıştım. Buna benzer durumlar tekrarlanacak olursa, yurt içi yerleşiklerin davranışında bir bozulma olup paralarını sistem dışına çıkarma eğilimi hız kazanırsa işte o zaman bu yaptığım analizin anlamı kalmaz. O zaman bunun çok hızlı bir şekilde bir finansal çöküşe dönüşme tehlikesi var.
İkincisi, ödemeler dengesi ile ilgili bu sürdürülebilirliği sağlayan şey vadesi gelen dış borçların şimdiye kadar sorunsuz olarak yenilenebilmiş olması. Yurt dışı kreditörler banka ve şirketlere bakıyorlar diyorlar ki “Türkiye’de durum karışık ama bizim bunlarla ikili ilişkilerimiz var. Bunların elindeki rezervler bize karşı borçlarını gerektiğinde ödemeye yeter”. Türkiye’deki bankalar da reel sektör kuruluşları da vadesi gelen borçların maliyetini artıracak hiçbir sorun yaşamıyor.
Şu an öngöremediğimiz dışsal bir faktör sebebiyle, mesela dış politikadaki olağanüstü gelişme ya da kur artışının Türk lirası cinsinden gelirlerle yabancı para cinsinden borçların ödenmesini mümkün olmaktan çıkaracak düzeylere ulaşması gibi bir kırılma yaşanırsa, o zaman kriz çok kolaylıkla ödemeler dengesi krizine evrilebilir. Krizin bir finansal çöküş krizine evrilme riski sistemden güçlü fon çekilişleri olmasına bağlıdır. Mevcut durumun ödemeler dengesi krizine evrilmesi riski ise yurt dışı kreditörlerin vadesi gelen alacaklarını yenilemeyi kabul etmemesine bağlıdır. Bu durumlardan herhangi birisi. Tekraren söylüyorum: Bunların olasılığını şu anda yüksek görmüyorum ama bu yok demek değildir.
BAE İLE BİLMEDİĞİMİZ ANLAŞMALAR VAR MI AÇIKLANMASI GEREK
-Son olarak güncel bir konu. Birleşik Arap Emirlikleri’nden Abu Dabi veliaht prensi geldi. Çok yüksek rakamlar konuşuldu. 50-100 milyar dolarlık yatırımlardan bahsedildi. Karşılıklı anlaşmalar imzalandı. 10 milyar dolarlık bir yatırım yapma taahhüdü var. Bu yatırımın içeriği, zamanlaması, hangi sektörlere ne şekilde olacağına dair önümüzdeki dönemde açıklığa kavuşturulması gereken hususlar var. Bunu nasıl görüyorsunuz, düzelmeye katkısı olur mu böyle bir sürecin? Yeterli mi?
Sorunu bir stok sorunu ise, yani bir yerde bir borç birikimi olmuş ama aslında iş modeliniz çok kötü değil, sizi ayakta tutmaya yetiyor ama hem sizi ayakta tutmaya hem de o birikmiş borcu ödemeye yetmiyor. Böyle durumlarda bu gibi bir sefere mahsus para girişleri sorunu çözmede çok etkili olabilir. Nitekim IMF ile zaman zaman yapılan programlar vardı. Siz ekonominin işleyişini düzene sokacak yapısal reformları yaparsınız, temel iş modeli sorunsuz işlemeye başlar. IMF de sizin geçmiş dönemdeki günahlarınızdan oluşmuş o birikimi temizler. Günah çıkarırsınız, o affeder. Yolunuza devam edebilirsiniz.
İş modelinin kendisinde problem varsa, sürekli problem üretiyorsa, o zaman borçlarınızın bir seferliğine çözülmesi ya da bir seferlik sermaye girişi olması kalıcı bir rahatlık sağlamaz. Bir süre için nefes aldırır ama o kadar. Bu birincisi biraz daha teorik çerçeve. İkincisi, şunu görmemiz lazım: Türkiye geçen yıllarda Katar’dan bazı destekler gördü. Katar’dan gelen destekler Türkiye’nin Katar’da üstlendiği birtakım askeri ve stratejik risklerle ilgili idi. Bir anlamda orada yaptıklarımızın karşılığı olarak yapıldı. İki ülke arasında dostane bir atmosfer olduğu için, tabir yerindeyse buna ticari yaşamda hatır çeki denir. Ticari anlamı olmasa bile tüccar bir başka tüccara içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması için bir destek atar.
Gerçekten yapılanlar buna benziyordu. Ancak tabi Birleşik Arap Emirlikleri bu durumda değil. BAE ile böyle bir ilişki yok. Ayrıca yakın zamana kadar hükümetin söyledikleri, kamuoyu ile paylaştıkları doğruysa 15 Temmuz darbe girişiminden Ortadoğu’daki algısının bozulmasına ve bütün ikili ilişkilerde sorun yaşanmasına kadar bir dizi problemin arkasında BAE var. Eğer o doğruysa burada problem var demektir. Üçüncüsü, BAE’den gelecek para nereye gidecek? Bunun birtakım yatırım projelerine akacağını işitiyoruz. Yenilenebilir enerji, petrokimya sektörü, savunma sanayii vs.
Türkiye’nin büyük özel bankaları, mesela Akbank’ı örnek verelim. Akbank’ın toplam piyasa değeri 3 milyar dolar. Garanti Bankası’nı da ekleyelim. Büyük ve yabancı ortağı olan ve yakın dönemde aslında pay geri alım vaadi ile de güçlenmiş olan. 4 milyar dolar piyasa değeri var. Yapı Kredi Bankası’nı da ekleyelim, o da büyük özel bankalarımızdan biri. Onun piyasa değeri de 2.5 milyar dolar. Üçünü toplayınca 10 milyar dolar sınırında oluyor. Devletin elindeki değerli varlıklardan biri Türk Telekom. Türkiye’nin en temel iletişim altyapı sağlayıcısı kuruluşun piyasa değeri 2.7 milyar dolar. Turkcell var. Bunlar Türkiye’nin en değerli şirketleri olduğu için örnek veriyorum. Turkcell’in piyasa değeri 3.3 milyar dolar. İkisini topladığınız zaman 6 milyar dolar. Daha önce de 10 milyar dolarınız vardı. Bunlarla birlikte 16 milyar dolar oldu. Yine TÜPRAŞ gibi bir dev var. Onun piyasa değeri 3.3 milyar dolar. Yine Türkiye sanayiinin destansı kuruluşlarından birisi: Ereğli. Onun piyasa değeri de 6.6 milyar dolar. Bunların da toplamı bir 10 milyar dolar kadar. Koç Holding’in piyasa değeri 6 milyar dolar. Sabancı Holding’in piyasa değeri de 2.2 milyar dolar. Türkiye’nin özel sektördeki büyük bankalarını, iletişimi, teknolojiyi ve sektör devlerini topladık. Geçmişe dayanan büyük sanayi devlerini topladık. Türkiye’nin en büyük iki holdingini koyduk. Yine de 30 milyar doları bulamıyoruz. 30 milyar dolar gibi bir parayla Türkiye’nin en değerli varlıklarını satın alabilecek durumdasınız. Burada rakamlardan bahsederken biraz sağduyulu olmakta yarar var.
Bir başka Nasreddin Hoca fıkrası ile durumu açıklamaya çalışayım. Hoca kasaptan ciğer almış. Hanımına bırakmış ve demiş ki “Akşama yahni yap, yiyelim”. O sırada da eşinin akrabaları, misafirleri gelmiş. İkram olsun diye ciğeri ikram etmiş. Hoca da tüm gün ciğer yahnisinin hayalini kurmuş. Eve girer girmez yahni nerde diye sormuş. “Kör olası mendebur kedi yedi” demiş karısı. Hoca gayet sakin şekilde kediyi evdeki kantara koymuş, tartmış. “Benim aldığım ciğer iki okkaydı. Bu kedi de iki okka geldi. Bu kediyse ciğer nerde? Bu ciğerse kedi nerde? Bana söyle” demiş. Durumumuz biraz böyle.
Beni burada endişelendiren husus şu: Röportaja başlamadan hemen önce basında BAE’den gerçekleşen ziyaretle ilgili yer alan haberleri okuyordum. Birleşik Arap Emirlikleri ile yeni dönem başlıklı bir haber diyor ki “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Abu Dabi Veliaht Prensi ile El-Nahyan’ı resmi törenle karşıladı. Konuk Veliaht Prens’in bulunduğu makam aracını Cumhurbaşkanlığı külliyesinin önündeki caddede karşılayan süvariler protokol kapısına kadar eşlik etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bin Zayed’i ana giriş kapısında karşıladı. Tören alanındaki yerlerini almalarının ardından yirmi bir pare top atışı eşliğinde milli marşlar çalındı”. Şimdi söz konusu kişinin yakın zamana kadar Türkiye açısından, en azından hükümetin yansıttığı kadarıyla, adeta Türkiye Cumhuriyeti’nin bir numaralı devlet düşmanı olarak tanıtılıyordu. Hakkında biliyorsunuz TV’lerde, açıkça adını vermediler tabii, onun ima edildiği diziler kurgulanıyordu. O durumdan yirmi bir pare top atışıyla selamlanacak, külliye kapısında süvariler tarafından eşlik edilecek noktaya gelmesi, açıkçası şu anki Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin denge ve denetim mekanizmalarından ne kadar yoksun olduğunu, şeffaflık ve hesap verilebilirliğinin ne kadar eksik olduğunu gösteriyor. Kamuoyunun bir kısmında ciddi kuşkular oluşturacak birtakım alışverişlerin gerçekleştirilmesi söz konusu. Bu durum endişe veriyor. Biz burada ne alıyoruz? Ne veriyoruz? Bu ticari anlaşmaya ilişik, bizim görmediğimiz başka anlaşmalar taahhütler var mıdır? Bu cevaplanmaya muhtaç bir soru olarak ortada kalıyor.