Ekonomiden Öte Siyaset mi Var?
Güç sahipleri cari güçlerini muhafaza etmek ve daha da artırmak yoluyla güçsüzleri de hizada tutmak isterler. Güçsüzler de güce taliptir. O yüzden herhangi bir kimlik başta maddi olmak üzere avantaj ve dezavantajlardan beri değildir.
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!”
Geçenlerde çeşitli film ve dizilerden tanıdığım Birleşik Krallık’ın önde gelen aktör ve aktrislerinin Hamlet’teki o meşhur monoloğun giriş cümlesini yekdiğerine “yanlış” söylediğini ifade ederek düzelttiği ve en sonunda da sahneye Kral III. Charles’ın çıkarak hepsine “en doğrusu”nu öğrettiği bir skecin kısa videosunu izledim. Ne zaman olmak ya da olmamak meselesi açılsa elbette konu felsefi düzlemde ontolojik bir problem olarak belirir, zira olmak nihai kertede var olmaktır. Bu ontolojiyi kavramak için ise Descartes’ın da bir o kadar şöhretli “dubito, ergo sum, vel, quod idem est, cogito, ergo” (Şüphe ediyorum, öyleyse varım -veya aynısı- düşünüyorum, öyleyse varım) şeklinde beliren metodolojisinin şekillendirdiği bir epistemoloji belirir.
Benim bir süredir bu akıl yürütmeyi okuyuşum ise ekonomi temelli, çünkü var olmak ya da olmamak benim için varsıl olmak ya da olmamak, yani yoksul olmak anlamına gelmektedir. Bu varsıl-yoksul zıtlığını da kişi başına düşen milli gelirden alınan paya endekslemeyip bunun ötesinde tefekkür etmeye çalışıyorum. Mesela sağlıklı olmak da sağlık varsıllığı veya hastalık yoksulluğu iken hasta olmak da hastalık varsıllığı ya da sağlık yoksulluğudur. Böylece varsıllık ve yoksulluk yekdiğeri olmadan anlaşılamadığından bileşik kaplar gibi yekdiğerini tamamlayan bir çerçeve sunuyor bize. Bazen bir varsıllık tek başına bir anlam ifade etmiyor ve başka varsıllıklarla takviye olunuyor. Örneğin, cahilin cehalet varsıllığı bir de cahil cesaretiyle taçlanıyor ve cahil bilgi fukaralığını bu cesaretiyle örttüğünden cahil ile sohbeti kesmek de öyle denildiği kadar kolay olmuyor. Ya da herhangi bir edepsiz; edepten, nezaketten ve/ya zarafetten yoksunluğu nobranlıktan ve kabalıktan hissesine fazladan düşenle yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali fazlasıyla kapatıyor. Mesele sadece bireyin varsıllığı ya da yoksulluğu olsaydı işimiz kolaydı ama toplum halinde yaşamanın bedeli mi dersiniz vebali mi, ekonomideki pozitif veya negatif dışsallık gereği siz kimsenin tavuğuna kışt demeseniz bile komşunuzun kendi evini cennetten bir köşe haline getirmesi veya çöp eve çevirmesi de başta komşuları olmak üzere toplumu olumlu veya olumsuz bir şekilde etkiliyor. O yüzden bireysel varsıllık ya da yoksulluk meselesi günün sonunda bireysel değil basbayağı toplumsal bir hal alıyor ve hiçbir toplum bundan kaçamıyor. Çünkü feministlerin dediği gibi “kişisel olan politiktir” ya da kişisel algılamayın ama kişisel olan toplumsaldır.
Bir süredir kafamda döndürüp durduğum bu fikirleri kristalleştirmem de biri başka bir şehirde diğeri de başka bir ülkede yaşayan lakin iletişim olanakları sayesinde oldukça sık görüştüğüm -her anlamda ikisi de birbirinden farklı- arkadaşlarımın neredeyse eşzamanlı benimle siyasi hiçbir şeyi konuşamadıklarından şikâyetçi olmalarıyla başladı. Onlara göre bu iletişim yoksulluğunun temelinde, benim her meselede ne yapıp edip lafı ekonomiye getirmem yatıyormuş. Doktorada politik-ekonomi çalışmanın getirdiği mesleki deformasyonum bir yana, diş ağrısı çekenlerin bileceği üzere, diliniz istemsizce ağrıyan dişinize gider. Lakin benim cevabım, her ikisine de farklı zamanlarda Lenin’e referansla ekonominin siyasetin kompakt hali olduğunu söylediğimde bir tanesinin “Ha şimdi de başımıza bir de Marksist mi kesildin?” diye üstelemesiyle fayda getirmedi. Halen öyle midir bilmiyorum ama benim lisans öğrencisi olduğum dönemde ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü; Tanrı Dağı kadar Türk, Hira kadar Müslüman olmasa da Frankfurt Okulu kadar Marksist’ti. Lakin Adam Smith’in “görünmez eli”ne değilse de ideal tipte bir serbest piyasada fiyatları Allah’ın belirlemesine paralel bir etiketlendirmenin mümkün olduğuna dair kanaatim, bırakın öyle Ortodoks veya post-Marksist olmayı Avrupa sosyalizmine bile gönlümü çelmedi. Liberal teoride bir gece bekçisinden daha fazlası olmayan ve şeytan ne kadar lüzumluysa o kadar gerekli görülen devlet, Smith’in ‘görünmez eli’ görünür hale dönüştükçe serbest piyasayı ifsat ettiğinden, Hacı Bektaş-ı Veli’nin dikkat edilecekler arasında “el”i boşuna saymadığını anlamama da katkı sağladı. Devlet, ister kadimi ister moderni, nihayetinde hayatımızdaki bütün olgular gibi bir ihtiyaçtan ortaya çıkmış bir olgu ama her fenomenin başına geldiği gibi fanatikleri onu putlaştırıp özellikle otoriter, totaliter ve faşizan siyasal örüntülerde insan/lar/ı da kurban ettikleri bir sunağa da dönüştürüyorlar.
Diğer arkadaşım iddiasını aramızdaki çeyrek asırlık hukuka göndermeyle benim hiçbir zaman dava adamı olmadığıma getirdi. Bu “dava” ve “dava adamı” lafları oldum bittim bana hep şu’cu bu’cu olmakla eşdeğer komik gelmiştir. Zira ne zaman “davam/ız” ibarelerini duysam içimden “Acaba hangi mahkemede görülüyor?” diye sormaktan kendimi alamıyorum. “Dava adamı” isim tamlamasına gelince, lafzın cinsiyetçiliği bir yana (bu noktada itiraz edeceklere tavsiyem “adamlık” bir cinsiyet meselesi değilse “kadınlık” deyiverin de mevzu kapansın ama sakın “bayanlık” filan demeyin yoksa feministler büyük arıza çıkarıyorlar, benden söylemesi) “adam olmak” (her neyse o işte) için birinin bir davaya ihtiyaç duymasını başka bir zihin ve eylem yoksulluğu olarak okuyorum. Geldik mi yine olmak ya da olmamak veya varsıllık-yoksulluk problemine? Hoş, ne zaman oradan ayrılmıştık ki? Ya da ayrılabilir miyiz? Bu arkadaşıma göre dava adamı ol/a/madığım için herhangi bir kimlik konusundaki bakışım da yine ekonomik merkezli olduğundan, sahip olabileceğim yegâne kimlik olsa olsa Homo economicus idi. Buna itiraz edecek bir mecalimin kalmadığını fark ettim. Aslında arkadaşım kendime dair pek de farkında olmadığım ama cismine büründüğüm bir şeyi “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” berraklığında yüzüme vuruyordu.
Kimlik ve Ekonomi
Aslında herhangi bir kimlikle ilgili bir derdim yok, rollerimiz adedince kimliğimiz olduğunu ve bu kimliklerin sayısal olarak veya önem bakımından artabileceği gibi eksileceğini ya da ölü diller gibi yok olup gideceğini de savlıyorum. Lakin günün sonunda kendisini herhangi bir dava ve/ya kimliğe atfederken bulan kişilerin aslında en az benim kadar, hatta benden daha Homo economicus bir şekilde kamu kaynaklarının paylaşımından ve öne çıkardıkları en az bir kimlikten daha fazla pay talep ederken buluyorum. Örneğin, apartheid rejimlerdeki gibi gerektiğinde öjenist politikalar da uygulamak dahil bazı grupları kamu kaynaklarından uzak tutmak için her türlü fenalığı yapanlar, siyasi iktidarları sayesinde ellerinde tuttukları kaynakları kendilerine ait bir imtiyaz olarak sürdürmek istiyorlar. Elbette güç sahipleri cari güçlerini muhafaza etmek ve daha da artırmak yoluyla güçsüzleri de bu şekilde hizada tutmak isterler. Güçsüzler de güce taliptir. O yüzden herhangi bir kimlik başta maddi olmak üzere avantaj ve dezavantajlardan beri değildir. Kimlik gerektiğinde deri gibi değiştirilebilir, atılabilir veya tekrar sahip çıkılabilir. En iyi kendi hikâyemi bildiğim için etno-linguist kökenlerim gereği vatandaşı olduğum ülkedeki resmî dili herhangi bir eğitim kurumunda sonradan öğrenmek zorunda kalmadım, çünkü bir avantaj olarak anadilim de evde konuştuğumuz hane halkı dili de buydu. Böylece bu kulvarda bazılarından önde başladığım ortada. Ülkede kahir ekseriyetle benimsenen dinî inanca ve onun kurumsallaşmış hali Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki en yaygın mezhebe bağlı olarak yetiştirildim. Kısacası Sünni olmamın ötesinde Hanefi olmam da bazılarına göre bir avantaj sağlıyordu, zira dinsel ve mezhepsel inancımı gizlemek zorunda kalmadım. Ataerkil bir dünyaya erkek olarak gelmenin de başta maddi sonra manevi avantajlarının, annem ve teyzelerimin bizzat dedem tarafından ilkokul sonrasında eğitim almalarının engellendiğini çocuk yaşta öğrendiğimden beri, farkındayım. Sonrasında bir heteroseksüel olarak da hiçbir aşağılamaya ve zorbalığa maruz kalmadım. Şöyle bakınca, WASP olmayı bir harfle kaçıran ve suikastla dünyamızdan ayrılan John. F. Kennedy’den bile hallice sayılabilir durumum. Hatta bu özelliklerimin birer kimlik meselesi olduğunu da sosyal bilimlerle meşguliyetim sayesinde öğrendim. Şimdi bu saydığım kimliklerin yerine başka kimliklerin siyasal iktidarı ellerinde tuttuklarında kamu kaynaklarının bölüşümünün nasıl şekilleneceğini düşünün ve farklı kimliklerin nasıl da dışlanabildiğine dair empati geliştirmeye çalışın. Gördünüz mü işte kimlik günün sonunda pek tabii bir ekonomi meselesi.
Homo economicus’un bir kimlik olarak bana yakıştırılmasına itiraz etmemem sadece rasyonalitemin duygusallığımdan daha ağır basmasından kaynaklanmıyor, tam tersine, yaşlandıkça duygularımın nasırlaşmasının katkıları yabana atılamayacak kadar büyük. Biyolojik bir canlı olarak Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlara, hiyerarşinin en tepesindeki kendini gerçekleştirme idealinin kimlikler aracılığıyla sunulması büyük bir manipülasyondan fazlası değil. Böylece toplumu daha ufak parçalara ayırıp yekdiğerine karşı kimlik zırhlarında her daim savaşmaya hazır bekletmenin, hatta savaştırmanın şeytani bir dehanın ürünü olduğu aşikâr. Sonuç olarak, Homo economicus olmayı en azından kimlik manipülasyonunu defetmek için işlevsel buluyorum. Girişi Hamlet’ten yaptık, çıkışı da masalların başlangıcıyla yapalım: “Bir varmış, bir yokmuş…”