Emanet

Enflasyon-faiz sarmalı içinde memleket felakete sürüklenirken, “nas var” deyip dünyanın en faizci uygulamalarını halka dayatırken, İslam’ın temel kaidelerine uyuyormuş gibi yapmanın neye tekabül ettiği üzerinde düşünmemek, başlı başına ontolojik-epistemolojik ve aksiyolojik bir problemdir. Bir varlık ve beka sorunudur. Milyonlarca insanı göz göre göre fakirleştirmek, bu fakirleştirmeye göz yummak, eleştirememek, yanlıştan dönmeyi salık vermektense “Az yesinler sünnettir” gibi önerilerde bulunmak, aslında ciddi bir din, medeniyet ve ahlak sorunudur.

emanet

E-m-n / Emene sözcüğü, ‘nefsin itminana kavuşması ve korkunun ortadan kalkması’ anlamına gelir. Emânetûn ve Emânûn sözcükleri bazen ‘insanın emniyette iken üzerinde bulunduğu halin’, bazen de ‘insanın, üzerinde emin kılındığı şeyin, kendisine emanet edilen/verilen şey’in adı olarak kullanılır. Enfal/27’deki “…ki bile bile emanetlerinize (size emanet edilen/verilen şeylere) hıyanet etmeyesiniz” örneğinde olduğu gibi.

 

Vahyi mübinde altı yerde geçen emanet kelimesinin başlıca iki anlamda kullanıldığı gözlemlenirken; ilki, yukarıda ifade ettiğimiz üzere, “bir şeyi veya değeri gönül huzuru içinde ve güvenle başka birine teslim etmek veya aynı şartlarla teslim almak” anlamında iken sözlükteki tam karşılığını Bakara/283, Müminun/8, Mearic/32 gibi ayetlerde bulur:

 

“…şayet birbirinize güven duyarsanız, güvenilen (emanet bilinci olan) kimse borcunu ödesin. Rabbi olan Allah’tan sakınsın. Şahitliği gizlemeyin. Onu kim gizlerse şüphesiz kalbi günah işlemiş olur. Allah işlediklerinizi bilir.”

 

“Onlar (müminler) emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler”

 

Al-i İmran/75’te de, ehli kitap içinde “Müslümanlara (veya başka topluluklara karşı) karşı sorumluluk yoktur” ilkesizliğince hareket edenler vardır ve Allah’ın, ahdini tutup sakınanları sevdiğinin altı çizilir.    

 

Nisa/58’deki emanet kelimesi değişik anlamlarda yorumlanmakla birlikte, devamındaki ayetlerle birlikte ele alındığında kamu işlerinin işaret edildiği açık biçimde görülür:

 

“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”

 

Ayette, birbirine ayrılmaz bağlar ile bağlanmış olan ahlâk ile hukukun en geniş kapsamlı ilkelerinden olan emanet ve adalet kavramlarının bir arada zikredildiğini gözlemlemek mümkündür. Mesela İbn Teymiye, es-siyasetu’ş Şer’iyye adlı eserinde İslam siyasi sisteminin iki ana temele (emanet ve adalet) dayandığını açıkça ve geniş biçimde işlerken, bazı tefsir kitaplarında “imamet” anlamları da verilmiştir. Bu anlamıyla emanet ehli, kamu işlerini yürütenler olmaktadır.

 

“Emanet”in ikinci anlamı da birincinin uzantısı olmak kaydıyla “görev bilinci, sorumluluk, irade kullanma yeteneği” olarak tanımlanır:

 

“Ey inananlar! Allah’a ve peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şeylere (emanetlerinize) bile bile ihanet/hıyanet etmiş olursunuz.” Buradaki emanet kelimesine feraid (görevler) anlamı da verilir. Ayette aynı zamanda emanet kelimesinin zıddı olan hıyanet de geçmektedir ki, Menar müelliflerine (Abduh/Reşid Rıza) göre, emaneti koruyan ve sahibine tevdi edene “hafîz, emin, vefiyy” dendiği gibi, korumayana da “hain” denilir.

 

Nitekim Al-İ İmran/161’de “Hiçbir peygamberin emânete hıyanet etmesi asla söz konusu olamaz. Kim böyle bir haksızlık yaparsa, kıyâmet günü hıyânet ettiği şeyin günahıyla gelecektir. Sonra herkese yaptığının karşılığı tastamam ödenecek ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır” denirken; Enfal/27’de de; “Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin; yoksa bile bile size emanet edilen şeylere de hainlik etmiş olursunuz” denmiştir.

 

Evrensel normlar bağlamında emanet ve adalet bahsinde nasıl davranılması gerektiğine ilişkin de; “O mü’minler, kendilerine verilen her türlü emaneti, vazifeyi dikkatle gözetir ve verdikleri sözleri tastamam yerine getirirler” buyurulmuştur. (Mearic/32, Müminun/8)

 

Menar müellifleri, “El-ğull” kelimesine, hırsızlıkta olduğu gibi “herhangi bir şeyi gizlice almak” anlamını vermişlerdir. Onlara göre bu kelimenin kökü, “paylaşmadan önce ganimet malından çalmak” anlamına gelmektedir.

 

Ahzab/72 ayetinde geçen emanet kelimesine verilen anlama da dikkat çektikten sonra konunun künhüne dair değerlendirmelere geçebiliriz:

 

“Şüphesiz biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler ve onun sorumluluğunu yerine getirememekten korktular. Ne var ki, onu insan yüklendi. Bunca kabiliyet ve nimetlerle donatıldığı halde yüklendiği emânetin hakkını veremeyen insan ne kadar zâlim, ne kadar câhildir.”

 

Isfahâni, bu ayette geçen emanet kelimesine “kelime-i tevhid/adalet/akıl ve irade (sorumluluk)” anlamlarını verirken, akıl ve iradenin diğerlerini de kapsadığını, onlar olmadan diğer ikisinin uygulanmasının imkân dışı olduğundan bahseder.

 

Taberi de, buradaki emanetin “dini vecibe ve yükümlülükler”i de kapsar şekilde insanların bütün işlerini ilgilendiren emanetleri içerdiğini belirtir.

 

Menar müellifleri Nisa/58-59 ayetlerini tefsir ederken, bu iki ayetin İslami yönetim sisteminin belkemiğini oluşturduğundan bahisle, emanet ve adalet bahsine geniş yer vermiş ve “bu iki ayetten başka hiçbir bir ayet nazil olmamış olsaydı bile Müslümanların bütün hükümlerini bu iki ayet üzerine bina etmeleri yeterli olurdu” demişlerdir. Bu ayetlerle ilgili zikredilen özel hadiselerin hiçbirinin de hitabın genelliğini daraltmayacağının altını çizmişlerdir. Hitap evrenseldir ve tüm zamanlar, tüm insanlık toplulukları için tecrübe ve emeğe dayalı birikimin karşılığı olarak altını doldurmak kaydıyla geçerli ve elzem çerçeveyi sunmaktadır. “Kabe’nin anahtarlarının kime verileceği” hususunun insanlık tarihinin en kıdemli kamu yönetimi postulatı olan “ehliyet ve liyakat” konusuna atfın yanında, müminlerin ve dolayısıyla insanlığın terbiye edilmesiyle birlikte, genel emanete riayet edilmesi, bir tavsiye değil, -şartlar ne olursa olsun- bir emir konusudur! Menar müelliflerine göre, emanete riayet, hangi din, etnik grup, toplumsal güruh söz konusu olursa olsun “başkalarının haklarını tanımaktır”. Onlara göre, “Kabe’nin anahtarı” rivayeti sahih olsun ya da olmasın, hükmün genelliğine engel olmaz. “Ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” ayetindeki “insanlar arasında hükmetme” konusunun yollarından ikisi velâyet-i amme (yürütme) ve yargıdır.

 

Menar müelliflerinin aktarımlarında da yer aldığı üzere İbn Teymiyye, emanet ve adalet bahsini geniş şekilde işlediği es-Siyasetu’ş Şeria adlı eserinde, Allah Tealâ’nın, idarecilerin ellerine verdiği emanet türlerini derinlemesine ele almaktadır. Söz konusu emanetlerden biri, idarecilerin işi/yönetimi ancak toplum içinde ehline ve en hayırlı kimselere vermek zorunda olduklarıdır. O, bu konuda birçok hadis de zikreder. En meşhurlarından birisi, “İş, ehli olmayana verildiği takdirde kıyameti bekleyin” hadisidir. Hadis-i şerifte, “kıyamet” şeklinde tercüme edilen kelime “es-sâ’a” kelimesi, “halkın kıyametinin kopma ve helak olma saati”dir. Yani hem idari işlerin çığırından çıkması hem de yargı ve ekonomi başta olmak üzere toplumsal düzenin bozulmasıdır. Toplumun kıyamet saati aynı zamanda, kimliksel birikiminde de yozlaşmaların artıp “vasat ümmet” olma halinin de şirazesini yitirmesidir. “Sizin giderilip yerinize başka toplulukların getirilmesi” uyarısı tam da bu konudaki serencama atıftır.

 

Kaynaklarda bu konu üzerinde çokça durulmuştur. Nasıl olursa olsun gücü elde tutma ve gerisinin teferruat olduğu Makyavelist yaklaşımlarına karşın tefsirler, hadisler, siret kitapları ve siyasetnamelerde İslami siyaset bilincinin ideal ve rasyonel boyutları, yani uygulanması elzem ve toplumsal karşılıkları olan hususlar bir arada işlenmiştir. Sonradan ve özellikle Batı karşısındaki yenilgiler, geçmişe hamasetle öykünme ve İslami yönetim ahlakı ile ulus devlet ahlakının çatıştığı tezleri üzerinden üretilen ideal-reel ayrımları, bir tür siyasi-ahlaki nihilizme varan varsayımları nakzeder tarzda, her dönem ve şarta ilişkin, her toplumsal ilişkiyi kapsayan evrensel normların uygulanabilirliği/uygulanma zorunluluğuna içkin uyarılar bu kaynaklarda yer almıştır.

 

Mesela; “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekle” (Buhârî, İlim, 2) anlamındaki hadiste, hangi türden olursa olsun emanete hıyanetin yaygınlaşması ve güvenin ortadan kalkmasının toplumsal bir felaket olduğu anlatılmak istenmiştir. Emanete riayetin müminlerin başlıca meziyetleri arasında zikredilmesi bir yana, müminlerin emin bir topluluk olmaları gerektiğinden bahisle, bu konuda insanlığa rol model olmaları salık verilmiştir.

 

Mesela; emanete hıyanet etmek münafıklık alametleri arasında sayılmıştır (Buhârî, Îmân, 24/Şehâdât, 28/Müslim, Îmân, 107, 108) 

 

Bir diğer örnekte Kurtubi’nin de vurguladığı gibi; Hz. Peygamber’in Cahiliye dönemi uygulamalarını geçersiz kıldığını, ancak emanete sadakat prensibini iptal etmediğini, emanetin sahibi ister itaatkâr ister günahkâr olsun hakkının kendisine iade edilmesi gerektiğini açıklamıştır (el-Câmiʿ, IV, 117-119).

 

Yine örneğin Taberî’ye göre Nisa/58 ayeti, özellikle devlet adamlarının hem emanet hem de adalet ehli olmalarını gerekli kılmıştır. Ona göre emanet ehli olmaları, ülke imkânlarını halka haksızlık yapmadan paylaştırmalarıyla; adalet ehli olmaları da bütün kararlarında hukuka riayet etmeleriyle gerçekleşir. 

 

Hepsiyle birlikte şu ayet; nitelik ve içeriği ne olursa olsun yönetim/idare, kamu yönetimi, kamu maliyesi, hazine politikaları, beytülmal bahsi, yani kadim ve çağdaş tanımlarıyla birlikte, kadim ve çağdaş devlet modellerinin ve toplumsal yapılarının tümü için geçerli olan kaidelerin ilkelerini, onlara ihanetin ne anlama geldiğini belirlemenin de ötesinde emaneti, Big Bang’den kıyamet gününe kadar içinde nefes alıp vereceğimiz gezegenin geçiciliğine ve (insanoğlunun mülkiyetinde olmayan) emanet oluşuna bahisle tanımlar:

 

O, sizi tek bir nefisten yaratandır. Sizin için bir müddet emanet olarak kalacağınız, bir de sürekli kalacağınız bir yer vardır. Biz, gerçeği derinden ve etraflıca kavrama gayretinde olanlar için ayetlerimizi en güzel şekilde açıklıyoruz.” (Enam/98)

 

Kadimden Bugüne Emanet ve Adalet

 

Menar müelliflerine göre hıyanet münafıkların, emanet ise müminlerin sıfatlarındandır. Enes. b. Mâlik der ki; “Peygamberimizin (s) bizlere hitap ederken ‘Ahdinde durmayanın imanı, ahdinde durmayanın dini yoktur’ demeden sözüne başlaması nadir görülürdü.” Yine bir hadiste; “Münafığın alameti üçtür; söz söylerken yalan söyler, vadettiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiği zaman buna hıyanet eder”. Müslim’in rivayetinde bu hadiste fazladan şu sözler geçmektedir: “…oruç tutsa, namaz kılsa, Müslüman olduğunu iddia etse bile!”

 

Menar müellifleri bu konuyu nihayetlendirirken, Cemaleddin Afgani’nin konu üzerindeki tespitlerine atıfla, “Çünkü medeniyetin binası bu sıfatlara dayalıdır. Uygarlık bunlarla muhafaza edilir. Bu sıfatlar olmadan bir toplumun durumu düzelmez ve bir devlet de hayatiyetini sürdüremez. Çünkü bütün muamelatta, ‘güven’in ortak noktası bunlardır. Zaten bundan önce de yüce Allah, ‘emanet’in değerini yüceltmek için şöyle demektedir” dedikten sonra emaneti yüklenmenin sorumluluğunun büyüklüğünü ortaya koyan Ahzâb/72 ayetini zikretmektedir.

 

İslami yönetim ve emanet konusunda nasıl ki Nisa/58-59 ayetleri belkemiğini oluşturuyorsa, adalet konusunda da Maide/8 ve Nisa/135’inci ayeti kerimeler de aynı şekilde çağlar üstü bir formu insanlığa sunmaktadır.

 

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olunuz (adaleti kuvvetli şekilde sıfat/kimlik edininiz); bu takvanın ta kendisidir. Allah!a isyandan sakınınız. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.” (Maide/8)

 

Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutunuz. Nefsiniz/Kendiniz, anne babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Haklarında şahitlik ettikleriniz zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara sizden daha yakındır. İğreti arzularınıza uyup adaletten sapmayınız. Eğer şahitlik ederken dilinizi eğip bükerseniz ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir.” (Nisa/135)

 

Bütün bu çerçeve bize, kadimle çağdaş olan arasındaki farklar konusunda akıl yürütme yetileri kazandırmakla birlikte, emanet/kamu yönetimi konusunda, içerikten bağımsız şekilde evrensel postulatların değerini ortaya koymaktadır.

 

Nitekim kadimde, hükümdarların egemenlik konusunda devletle özdeşleşmesi baskınken, çağdaş formülasyonlarda devlet ile idareci birbirinden ayrılmış ve devlet ayrı ve bağımsız bir kişilik kazanmıştır. Meselemiz artık siyasetnamelerde idareci kişiliklere yapılan uyarıların, bugün hangi çağdaş sistemsel karşılıklara ve ilkelere denk geldiğinin tespit edilebilmesidir. Kadimde bile farklı egemenlik türleri arasında sistemik formlar üretme gayreti gözlemlenirken, günümüze değin oluşan birikimsel hasılanın önemi yadsınamaz. Lakin burada esas gözlemlenmesi gereken durum, kadimdeki ilkelerle çağdaş normların iç içeliğidir. Gerçek erdemlilik ve bunun karşılığı olan başarının da bu normların kimlik gözetmeksizin uygulanmasında yattığıdır.

 

Kadimde her ne kadar sistemsel bir “devletin yöneticisi”nden ziyade “yöneticinin devleti” öne çıksa da, emanet ve adalet bahsindeki evrensel normlara vurgu değişmemekte, kadimdeki hukuk formları ve bunların pratik uygulamaları, ekonomi ölçüleri (ve yine pratikteki dönemsel adil karşılıkları), sosyal yapılanmaların ihtiyaçları, kendi dönemlerinin gerçekliği içinde bir ölçümlemeden geçerek emanet ve adaletin konusu olmaktaydılar.

 

Sonuç itibarıyla dün, hükümdarın varlığı beşerî ihtiyaçları karşılamak ve dünya işlerini düzen içinde yürütmek için elzem iken, bugün bu gönderme, insanlığın tecrübeleriyle dönüşüme uğrayan sistemlere atıfla yapılmaktadır. Evrensel normlara uyumu becerebilmiş sistemlerin üstünlüğü de buradan ve bunun sonucu olarak toplumlarına sağladıkları verim ve faydadan gelmektedir.

 

Bu Gerçeklerden Çıkarılacak Dersler

 

Bugün bu konular gündemleştiğinde “Çağdaş formülasyonlar ortadayken kadime ihtiyaç olmadığını” ifade eden modern, post-modern ya da post-postmodern tezler bir yanda iddialarını sürdürürken, “kadimde tarihi olarak hazır reçete halinde duran ‘hakikatler’ varken, çağdaş olanın seküler tarzda bunları değillediğini ve bunlarla ontolojik ve epistemolojik olarak köklü, uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olunduğunu” vurgulayan, aksiyolojik tutarlılık içinde olduğunu zanneden geleneksel görüşler de madalyonun öbür yüzünü teşkil etmektedir.

 

İnsanlığın tüm tecrübelerine ihtiyaç olduğu izahtan varestedir. Önemli olan meselenin zihniyetsel özünü kavrayıp buna göre davranabilmektedir. Mesela, kadimde özsel bir durumdan yola çıkılarak İslam’a bağlılığın (Müslümanlık iddiasının) haklılığın yegâne ölçütü olmadığı, bizatihi kaynaklardaki aktarımlarda geçmektedir. Nitekim bu iddia sahiplerine muhalefet eden ve evrensel normları mümince savunmaya, onların uygulanmasının bütün insanlığa fayda getireceğine, Allah’ın emirlerinin de bu geniş çerçeveyi haiz olduğuna inanan pek çok kişi ya da topluluk zalimane uygulamaların muhatapları olmuşlar, işkence ve hapis cezalarıyla karşılık görmüşlerdir. Meselemiz kimlikler değil, evrensel normların zamanın ruhuna uygun karşılıklarının savunulup savunulmaması, bu normların kişisel ya da zümresel çıkarlar adına eğilip bükülmesine seyirci kalınıp kalınmadığıyla ilgilidir.

 

Normlar bilinmekte, ayetler göz önünde, kamusal ihtiyaçların modern karşılıkları reçeteler halinde elimizde ama gücün pratiği, gücü kaybetmeme adına varlığının bilincinde olduğu gerçekleri örtmekte, çiğnemekte, toplumu ve sistemi kendi helakına sebebiyet verecek şekilde baskılamaktadır. Zamanın bilgisi, dönemsel olarak ortadadır; zamanlar üstü “hukukun üstünlüğü”, “şeffaflık ve denetim”, “bütün insanların maslahatına”, “düşman da olsa adalet” gibi üst normlar kadimde de bugün de geçerlidir.

 

Dindar kesimlerin itikatlarını, insanlığın ortak birikimi ve bunun farkındalığına ilişkin zorunluluk bağlamında güncellemesi gerektiğine ilişkin entelektüel zeminimiz maalesef oldukça zayıf. Bugünün sorunu emanet ve adalet bahislerinin bile isteye çiğnenmesi değil, kimlikçi yaklaşımdaki gücü kaybetme endişesinin yarattığı korku ikliminin, normların çiğnenmesine göz yumulması acziyetine kapılmasıdır. Daha doğru bir ifadeyle, emanet ve adalet bahsinde güven vermeyen kötü bagajlara sahip ideolojik kesimlerin galebe çalacakları korkusu, emanet ve adaletin evrensel tarzda savunulmasının getireceği bereketin engeli haline dönüşmesi.

 

Bunun milliyetçi çevrelerdeki karşılığı “devlet yoksa adalet de yoktur” yaklaşımıdır. Bu anlayış gün gelip “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” deyişine teslim de olabilmektedir. “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” kolaycılığında olduğu gibi, daha “masumane” şekilde muhafazakâr muhayyilede karşılık bulan yaklaşımlarda, beka endişesinin ve kimliksel kaybın getireceği travmanın evrensel normların çiğnenmesine katlanmayı beraberinde getirmesi halidir. Bunun nefislerdeki paradoksal karşılığının, “evrensel normları çiğneyecek olanlara karşı, evrensel normların çiğnenmesine göz yummak” olduğu ifade edilebilir. En dürüstü; “Bizimkiler çiğnerken bir süreliğine katlanmalıyım” şeklinde de formüle edilebilir. Bu düşüncenin genel yozlaşmaya ve kayba hiçbir katkı yapmayacağı, -ilk bölümde belirttiğimiz üzere- başkalarıyla birlikte kendi helakını da getireceğini gözlemlemek zor değildir. Bu düşüncenin birtakım temel handikapları/çıkmazları vardır.

 

-“Kimliksel üstünlüğü” belli bir ideolojik tarihsel miras gibi algılamaya yatkın olmak. İnsanlığın sorunlarının çözümüne ilişkin reçetelerin elinde olduğunu varsaymak, bu konuya ilişkin emeği direkt ya da dolaylı küçümsemek.

-En temel kaynaklardaki evrensel normların çiğnenmesine -kimliksel kaygıların baskın çıkması yüzünden- ilkesel olarak göz yummak.

 

Aslında kadimde de var olan ama çağdaş formülasyonlarda daha da belirginlik kazanmış olan “hukukun üstünlüğü”, “şeffaflık”, “denetim” gibi temel ilkelere özsel bağlılık, ontolojik-epistemolojik ve aksiyolojik savunudan ziyade, kimliksel kazanım-fayda açısından değer atfetmek. Mefhumu muhalifinden ifadelendirirsek, kimliksel kazanımı bu formülasyonların, -aslında norm ve postulatların- üstünde görmek. Bunların sistemleşmesinin kadimden bu yana süregelen itikadi zeminle bağını kuramamak, dolayısıyla savunup savunmamayı bir ahlaki problem olarak görmemek. Oysa zamanın ruhu gereği, bu insanlık bilgisinden daha iyisi üretilmemişse, imani, vicdani, insani ve ahlaki sorumlulukla bunların bilince dönüşmesi, kültürleşmesi, sistemsel olarak yapılandırılmalarının mücadelesinin verilmesini her türlü kaygı, endişe ve korkunun üstünde görmek gerekir.

 

-Tarih dışı kalmaklıkla aslında kadimi de dışlamak. Kadimdeki form, başlı başına bir meşruiyet umdesi değildir. O form, kendi zamanının tarihsel karşılığına denk gelmesi hasebiyle bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Hatta formun kendisi de, kendi zamanı açısından da sorunlu olabilir. Bugüne taşınacak olan form değil, niteliktir. İnsanların ihtiyaçlarına, hak ve hukuklarına karşılık gelen ilkesel bütünlüktür. Bugün o ilkesel bütünlüğü karşılayacak niteliksel birikimlere ulaşılıp ulaşılmadığını ölçebilecek bir zihniyete sahip olmak gerekmektedir. Bu da çağın belirleyenleriyle yüzleşebilmeyi, hikmete mebni olanlarıyla buluşabilmeyi gerektirmektedir.

 

Mesela enflasyon-faiz sarmalı içinde memleket felakete sürüklenirken, “nas var” deyip dünyanın en faizci uygulamalarını halka dayatırken, İslam’ın temel kaidelerine uyuyormuş gibi yapmanın neye tekabül ettiği üzerinde düşünmemek, başlı başına ontolojik-epistemolojik ve aksiyolojik bir problemdir. Bir varlık ve beka sorunudur. Milyonlarca insanı göz göre göre fakirleştirmek, bu fakirleştirmeye göz yummak, eleştirememek, yanlıştan dönmeyi salık vermektense “Az yesinler sünnettir” gibi önerilerde bulunmak, aslında ciddi bir din, medeniyet ve ahlak sorunudur. Sorun zihniyetseldir. Tam da çağın gereklerini yerine getirmemek adına aslında bir emanet ve adalet sorunudur. Ve sorun sadece “Yeni bir şey deniyoruz” şeklindeki bir bahaneyle de örtülemeyecek kadar büyüktür. Çünkü mesele aslında çağın diğer gereklerine de uymamanın getirdiği bir riba/haksız kazanç, yolsuzluk, keyfilik gibi yönetimsel ilkelerin de çiğnenmesini içeren bir zincirin halkalarını kapsamaktadır. Bunları seküler dünyanın liberal buyrukları gibi algılayıp burun kıvırmak şeklindeki tarih dışılık, ed-dinin problem olarak gördüğü ve çözülmesini emrettiği eşitsizlikler, hukuksuzluklar, işsizlik, gelir adaletsizlikleri ve paylaşım sorunlarını da körüklemeyi beraberinde getirmekte, çözümsüzlüğün bir parçası olmayı da kabul etmek anlamına gelmektedir.

 

Yani, ahlaki düzlemde sığınmacı karşıtlığına, ırkçılığa karşı çıkıyor, mazlum ve mağdur insanlar için yardım toplama kampanyaları düzenliyor, yargıdaki adaletsizliklere dinin de emri gereği zaman zaman ses veriyorsunuz ama bunlara çarpan etkisi yapan, bunları çoğaltan, gayretlerinizi boşa çıkaran, azalmasını istediğiniz yozlaşmaları aksine çoğaltan ve herkesi bataklığın içine davet eden bir sisteme köklü bir karşı çıkışı, epistemolojik ve zihniyetsel sorunları çözemediğiniz için yerine getirememiş oluyorsunuz.

 

-Kuvvetler ayrılığı, öngörülebilirlik, hesap verirlik, şeffaflık, denge-denetim gibi normların çağdaş dünyada da layıkı veçhiyle uygulanmadığı, dolayısıyla yaşadığımız ülkede de hiçbir zaman hayata geçirilemeyeceği varsayımından hareketle, kim gelirse gelsin düzenin değişmeyeceği kuvvetli zannından bir ahlakilik devşirerek, olsa da olur olmasa da yaklaşımıyla, sadece kimliksel kazanıma odaklanan yaklaşımı korumak! Oysa bir kısmı tartışılabilir niteliklere haiz olmakla birlikte önemli bir bölümü norm haline gelmiş ilkeler sahasına mündemiç olan bu kavramlar ed-dinin de emirleri dahilindedir. Bunlar için mücadele etmek, uygulanabilirlik katsayısına bakarak tercihsel değil itikadi bir çabadır. Uygulanıp uygulanamamaları toplumsal ve sistemsel dönüşüm süreçlerini de ilgilendiren bir boyutu haizdir. Kadimin de temel kıstaslarından olan emanete riayet ve adalet talebi, uygulanma garantisi olan konularla ilgili değil, bizatihi ulvi, ilahi amaçlarla ilgili bir husustur. Ve bunu en iyi bilmesi gerekenler Müslüman sosyolojiye mensup topluluklardır.

 

-Bu, güncellenmeye muhtaç sorunlu bakış açısı, dini de, sınırlı çerçevelerde iş gören bir kültürel-sosyolojik konuma itmekte, kitleler (özellikle genç nesiller) tarafından ciddiye alınırlığını da zedelemektedir.

 

-“Onlar da geldiğinde bu döngü devam edecek” şeklindeki anlayış, mevcut kutuplaşma ikliminde farkında olmadan “karşıtıyla” pişti olmak anlamına gelmektedir. Ne tesadüftür ki, “Hiçbir şey değişmeyecek, hayallerle bizi aldatmayın, yaşasın rövanşizm” diyen anlayışla bu kaderci zihniyet aynı çözümsüzlükte buluşmaktadır. Araf suresinde, iktidar mahfillerini uyarmaya gidenleri engelleyen ve “Boşuna çabalamayın, uyarsanız ne olacak, hiçbir şey değişmeyecek, bizim de başımızı derde sokmayın” mealinde tavır belirleyen topluluğun adeta günümüze ışınlanmış halini resmetmektedir. Halbuki vahyi mübin bize onların ağzıyla şunu bildirmektedir: “Umulur ki öğüt alırlar ve (hiçbir şey değişmese de) ahiret günü Rabbimize mazeretimiz olur”. Yani “Onlar da gelse aynı döngü devam edecek” anlayışı bizi hiçbir yere taşımamakla birlikte, makus talihe de, kayba da, o korkulan helake de engel olmamaktadır! Aksine, risk almaktan ürken, eleştiriyi düşmana koz vermek gibi algılayan bu konformist ezber tutumun kendisi, sarmalın sürgit devamını körüklemektedir. Yani kehanet gibi sunduğu tablo, aslında kendi tutumuyla kehaneti gerçekleştiren bir mukadderatı oluşturmaktadır. Hem de “Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da o toplumu üzerinde bulunduğu halden başka bir hale çevirecek değildir” (Rad/11) diye insanlığa uyarıda bulunan ve ıslaha mebni değişim çabalarını öğütleyen bir dinin müntesipleri olarak.     

 

-Modern dünyanın cinsi sapkınlıkları onaylayan duruşundan kuvvet alarak hayatın pek çok veçhesini de kapsayan ve ed-dinin de genel manada “fahşa” olarak nitelediği pek çok alan ıskalanmış olmakta. Fahşanın pek çok boyutuna bazen teoride, bazen uygulamada sessiz kalmak durumunda olan aynı sosyoloji mensuplarına uygulanan pozitif ayrımcılık, ed-dinin kapsayıcılığıyla ilgili şüpheleri de artırmaktadır. Üstelik kimliksel kayıp korkusu, cinsellikle ilgili konularda da çağdaş bir uyarı dilinin üretilmesi; bilimsel, psikolojik, ilmi sahalardan da istifadeyle, hikmet ve merhametle bu konuların gündeme getirilmesinin de önünü tıkamaktadır. Yani fahşanın diğer alanlarındaki (hukuksuzluklar, adaletsizlikler, yolsuzluklar, keyfilikler, kibir, otoriterlik) emri bil maruf, nehyi anil münker (iyiliği emredip kötülüklerden sakındırmak) eksikliği, bu alanlardaki uyarıların nefislerde ciddiye alınırlığını da olumsuz etkilemektedir. Topluma bu konularda faydalı olma katsayısı da düşmekte, inandırıcılık çıtası yara almaktadır. Allah’ın yasakladığı, insanlığın maruf alanında yer almayan, insanlığa zarardan başka bir şey katmamış çirkin işlere tevessül etmenin bir “özgürlük” konusu olup olmadığına, toplumlara zarar verip vermediğine, hukuki hakların ötesinde ahlaki-sosyolojik düzlemde hikmete mebni şekilde konu edilmesinin meşruiyet zemini de böylelikle yara almaktadır.        

       

Sonuç itibarıyla bu alanların tümü emanet ve adalet konusunun kapsamındadır. Hepsi de zincirin halkaları gibi birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Müslüman toplulukların da emanete riayetsizliğin (ihanetin) gerçekleştiği ve adaletin bu derece ayaklar altına alındığı bir vasatta, bu düzeni değiştirmeye dönük bir çabayı da ortaya koymadan gelecek korkularına yaslanarak bir ahlaki meşruiyet zemini oluşturabilmeleri, topluma ve özellikle yeni nesillere bir çıkış yolu sunabilmeleri mümkün değildir.

 

O yüzden, daha fazla vakit geçirmeden emanetin çağdaş formülasyonlarıyla ed-dinin buyrukları arasındaki kopukluğu ortadan kaldıracak, yeni bir ontoloji-epistemoloji-aksiyoloji önerip şahitliğini ortaya koyacak bir entelektüel zemin oluşturulmak zorundadır.

 

Batı toplumlarının tecrübelerinden mülhem çağdaş kavramlarla didişmek yerine, özellikle toplumsal maslahat adına pozitif anlamlar yüklü olanların ima ve ifa ettiklerine odaklanıp bir zihniyetsel dönüşüme kapı aralanabilirse, işte o zaman muhafazakâr-dindar kesimlerin sosyo-politik-kültürel dönüşümü sayesinde Allah’a kulluğumuzu güncelleme fırsatı da yakalanmış olacaktır. Böylelikle toplumlar nezdinde “eminlik/güvenilirlik” çıtası yükseltilip Türkiye’nin ve İslam dünyasının önünde ayağımıza pranga olan engeller kalkacak ve tarihin akışı lehimize olmak kaydıyla değişebilecektir. 

Râğıb El-İsfahani, Müfredat, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, Pınar yay., 6. baskı, 2021, İst.

Şeyh Muhammed Abduh, Muhammed Reşid Rıza, Menar Tefsiri, 4-5-6-8-11. ciltler, Ekin yay., 2011-2012, İst.

Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Emanet, Cilt 11, 1995, İst.

Ömer Dinçer, Kamu Yönetimi Adabı, Klasik yay., 2.basım, 2019, İst.

Ömer Dinçer, Siyasetnameleri Yeniden Okumak, Klasik yay., 2. basım, 2019, İst.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.