Endülüs Travması

Travmanın özü kısaca bir Endülüs travması, bir Rumeli travması; batıp giden koskoca bir imparatorluk travmasıdır. Bunun da sorumluları bütün bir modernleşme sürecinin mimarı olan yönetici elitler, yozlaşmış aydınlardır. Algı bu, düşünce budur.

travma

“Dünya erkeğin, ev kadınındır”.¹

DOĞAN KUBAN  

 

“Fırtına” der Adorno, “mutlu adam için korunmuşluğun şarkısıdır”, mutsuz adam içinse evinin korunaksızlığını anımsatır bu ses. İnsanın temel yazgısıdır bu: Sığınma arzusu ve ev ihtiyacı. Deneyimle onaylanmış olana duyulan güven de böyledir. O da bir sığınak sağlar insana.

 

Burası böyledir böyle olmasına da sığınak sürgit sabit kalan bir şey değildir ki bir kerede edinilince devam edip gitsin. Onun da sınırları, çitleri vardır. Ötesi, ötesinin de ötesinde henüz sırrına erilmeyen gizemleri vardır. İlk başta bu gizemler tıpkı orman ve içindekilere duyulan güvensizlik gibidir. Öteki işte burada, bilinmeyen yerde, yabanda filiz verir.

 

Bu ötekinin içinde henüz test edilmeyen her şey vardır. Büyük bir nehir, karanlık bir orman, bilinmeyen bir yol; bunların hepsi şüpheyle bakılan gizemlerdir. Hatta bazen sırrına erilemeyen bir kudrete duyulan korku o dereceye varır ki, Ganj Nehri gibi bunların bir kısmına tapınılmaya başlanır.

 

Bu ötekine dil ve alışkanlıkları kendinden farklılaşan topluluklar da girer. Hatta aynı grup içindeki aileler bile derece derece bu farklılık ve ötekiliği bir şekilde hissederek devam ettirir. Bilinmezlik azaldıkça ötekinin de kendiliğin de büyüsü bozulur.

 

Bazılarında bu bilinmezlik onaylanmış bir gelenek içinde mutlak bir değer hâlinde kendini sürdürürken, bazılarında da “dünyanın büyüsü” bozularak her şey “oluşturulmuş” bir bütünlük içinde yeniden anlam kazanmaya başlar. 

 

Ne ki bu sefer de insanın evi sözde bilinen bu alana, güvenli alana hapsedilirken, bunun dışındaki her şey bilinmezliğin karanlığına itilir. Bundan böyle öteki bu alandır. Aydınlanma bu haliyle bu güvenli alanı simgeler, karşıtları da karanlığı.

 

Bir Çocukluk Anısı

 

İnsanın ilk evi annesidir, vatanı da çocukluğu. Bu haliyle anne evi baba da gurbeti temsil eder. Biri doğamızı diğeri de Logos dediğimiz aklı ve ben idrakini. Tanpınar’ın “iç kale” dediği şey, muhtemelen insanın ilk evi olan o ilk gramer, anadil olmalıdır. Bunun kaybı, bütün her şeyin kaybı, nispetlerin kaybıdır.

 

Evini kaybeden bir çocuk neyse, dilini kaybeden biri de odur. O da boşlukta, her nereye gitse bir türlü aradığını bulamayan, iç huzuruna eremeyen biri gibi davranır. Sürekli bir yanı eksik, bir tarafı yaralıdır. 

 

Çocukluğumda bu duyguyu yaşadığım bir anı hiç unutamam. Eve geldiğimde annem evde yoktu, daha doğrusu kapı kilitliydi. O çocuk dünyamda her şey yıkılmıştı adeta. O kaybolmuş ve her şey kaybolmuştu. Durum buydu. Her biri ayrı bir âlem olan o koskoca köyde her şey yabancılaşmış, her şey öteki olmuştu. Bir anda derin bir boşluğa düşer gibi olduğumu anımsarım. Annem her şeydi ve onu kaybetmiştim. 

 

Bu durum çocuğun dış dünyaya dair çok az şey bildiği erken çocukluk yıllarında çoğu kimsenin tipik durumudur. Çocuk kendini ve çevresini tanımaya henüz başlamıştır. Öyledir ama henüz annesinin bir parçası gibidir bu kendilik. Ondan tam olarak ayrılamamıştır. Ondan küçük bir ayrılma ve uzaklık kendiliğin boşluğa düşmesi, bir tür uçuruma yuvarlanması gibi bir şey oluşturur çocukta.

 

C. G. Jung, “çocuk” der, “tam da bu yüzden o devrelerde rüyalarda sık sık uçtuğunu görür”. Bu bazen bir uçurumdan düşme şeklinde de girer rüyalara. Tam boşlukta yüzerken bir anda rüya olduğunu anlayıp ayaklarını yere basmak da bir tür bilinçle temas ve rüyadan uyanmayı simgeler.

 

Bilinç düzeyi arttıkça anneye duyulan o hayati ihtiyaç giderek azalmaya başlar. Sonra kademe kademe anneden başlayarak bilinç düzeyindeki artmaya bağlı olarak önce kendi içinde bulunduğu o organik köy veya kasaba ortamı ve en nihayet ulusal düzeyde yurttaş olmaya kadar evirilir bu özerkleşme. 

 

Kentteki Köy

 

Çocukluk döneminde bu işler böyledir de toplumun çocukluk aşaması olan köyden kente göçün ilk yıllarında birey için Ev’den ayrı düşmenin ruhlarda bıraktığı travmanın izleri nasıl olabilir ki? Hem modernleşme hem de kentleşme süreçlerinin Batılılaşma ve Batı karşıtlığı ekseninde yaşandığı bizim gibi memleketlerde Ev’den ayrı düşmenin yarattığı travma sanılanın ötesinde ve dehşetlidir. 

 

Çok eski zamanlardan beri kentleşme süreçlerinin sağlıklı biçimde işlediği yerlerde sağlıklı sosyalleşme süreçleri ve sonuçta sağlıklı birey ve toplumsal ilişkiler üretilirken; bizim gibi bu süreçlerin sağlıklı biçimde işlemediği ülkelerde bu süreçler, yaralı sorunlar üretmiştir. Dahası, bu süreçler belli bir süreden sonra tekrarlana tekrarlana yapısallaşmıştır.

 

Bugün çok iyi biliyoruz ki sağlıklı sosyalleşme süreçleri bir anlamda bilinç düzeyinin artması ve bireyin kendisi dışındaki şeylerle sağlıklı bir ilişki kurması anlamına gelir. Buradaki şeyler ifadesiyle kendilik dışında olan ve oluşturulmuş bütün olgu ve süreçler, oluşturulmuş nesnellik alanları kastediliyor.

 

Sosyalleşme süreçlerine geç katılmış kesimlerde birçok aşırılık görülebilir. Bu ikinciler sürece geleneğin referans setleriyle katılmış oldukları için, sürece erken katılan ve fakat yarılmış bir bellek ve bilinçle mustarip olanlardan ayrılırlar. Sürece devletin resmî kurumları üzerinden katılan eğitimli kesimlerin büyük bir kısmı ise yeni katıldığı çevre ve değerlerini en uç biçimleriyle benimsemiş olabilir. 

 

Bu tarz davranış biçimi erken modernleşme devirlerimizde sıklıkla karşılaşabileceğimiz katı pozitivist davranış biçiminin tipik örneklerinden birini teşkil eder. Bu tarz davranış biçimi bir anlamda içinden geldikleri çevreye karşı yabancılaşmayla da özdeşleştirilebilir. O yüzden de içinden çıktıkları çevre tarafından yozlaşmış kişiler olarak görülebilirler. 

 

Aslında söz konusu tipten ikisi de yeni geldikleri çevreye sağlıklı biçimde uyum sağlayacak sosyal olgunluktan mahrum iki ayrı davranış tipini temsil etmektedir. Birincisi yeni girdiği çevreyi görünürdeki şekliyle kabul etmeye teşne ve özentili katı pozitivist tipi; ikincisi ise kendiliğini korumak için elinden geldiğince içinden geldiği grubun değerlerini yeni ortam içinden kaybetmeden korumak isteyen muhafazakâr tipi temsil eder. 

 

Birincinin yeni girdiği çevreye uyma konusunda istekli ve özentili olması, bu intibakı sağlayacak sosyalleşme süreçlerini tam ve sağlıklı olarak geçirme ve içselleştirmesinden ileri gelen olağan bir sonuç olmadığı gibi, ikincinin yeni duruma direnmesi de iğreti ve zoraki bir davranış bozukluğunu gösterir. 

 

Bunun nedeni, onaylanmış olana duydukları güvenden ileri geliyor olabileceği gibi, bir tür aşağılık kompleksinden de ileri geliyor olabilir. Çünkü daha önce de içinden geldiği grubun onaylanmış davranış kodlarına karşı aşırı bir güven ve tutkuyla bağlı olanlar, bu sefer de “kral öldü yaşasın yeni kral” nevinden bir davranışla körü körüne yeniye bağlanıyor olabilirler.

 

Türkiye gibi memleketlerde bu tip davranışın tüm varyasyonlarına rastlanabilir. İşin tuhafı bunlardan ikisinin de “pozitivist” bir kesinlikle savundukları şeye inanmaları ve bunun dışındaki herkesi ya “Bilim” dışı ya da “Yerli ve Millî” olanın karşıtı bir eksene yerleştirmeleri ve bu karşıtlıkla itham etmeleridir. Buna göre birileri gerici ve yobaz, birileri de kökü dışarıda kozmopolit tipler olarak görülür. Son zamanlarda buna bir de üçüncü bir tip eklenmiştir: İçimizdeki vatan hainleri.

 

Netice her ne olursa olsun, köy ve geleneksel yapının modernle teması sonucu oluşan iki farklı tepki, ne kentli ne de köylü diyebileceğimiz arabesk bir yapı doğurmuş ve bu yapı, iki farklı alanı; doğa (içinden çıktığı sosyal ve kültürel küme) ve bilinci (modernite veya çağdaşlık) bir türlü yerli yerine oturtamamıştır. Oysa ne içinden geldiğimiz kültürel ve sosyolojik doğa ne de hem ondan ayrı hem de onunla ilişkili olan bilinç nihai bir öz değil, kendi bağlamı içinde oluşturulmuş ve oluşturulmaya devam eden dinamik süreçlerdir.

 

Öz Kültür

 

Öz kavramının temeli Platon’a kadar uzatılabilecek bir düşünce hastalığıdır aslında. Bu çizgi Müslümanlığı da benimsemiş René Guénon gibi düşünürlerin de temel tezlerinden biri olarak muhafazakâr ve İslamcı aydınlara ciddi bir moral destek vermiştir.

 

Çoktan ömrünü tamamlamış bir kavramı, Gelenek diye İslam öncesi bir döneme, Hint düşüncesinin temel tezlerine kadar dayandıran ve İslam’ı da bu çizginin tarihsel dönemlerdeki “çağdaş” bir sürümü olarak yorumlayan bu düşünür, içlerinde Nabi Avcı gibi entelektüellerin de bulunduğu İslamcılarımız nezdinde de ciddi itibar görmüş, kitapları dilimize çevrilmiştir.²

 

“Öz” kavramına yüklenen anlamdan dolayıdır ki Necip Fazıl gibileri, yürüdükleri çizgiyi henüz ne anlama geldiğini bir türlü kavrayamadığımız Büyük Doğu patentiyle tesmiye etmiş, işi slogana çevirmişlerdir. Bizde “millî” olan ile olmayan arasındaki çizgiyi ilmî yöntemlerle enine boyuna ilk defa tartışmaya açan kişi Gökalp olmasına rağmen, ne yazık ki bu kapsamlı iş bırakıldığı yerde olduğu gibi kalmıştır. 

 

Sahi, millî ve “öz” diye soyut ve muhayyel bir zeminde yürütülen şeyin ne kadarı sahiden de sahici bir şeydir? Öz, özellik ve bunun türevleri sürgit sabit kalan şeylerle mi, anbean değişerek sürekli olarak yeniden olan, oluşan, yapılanan ve kendini sürekli olarak yeniden üretilen süreçlerle mi açıklanabilir?

 

Kültür, insan yapımı diğer her şey gibi kendi dolayımı ve yazgısıyla sınırlı olduğu gibi millî olan da bunlarla kayıtlıdır. O da fiziki ve ekonomik altyapı gibi üstyapının sonsuz kadar sürümü arasında maddi ve manevi sayısız şekillerde kendini devam ettirir. Pazırık Kurganı’nda çıkan en eski Türk halısında bunun en tipik şekillerini görebiliriz. Orada Bozkırın kökboyası ve desenleri de vardır, İran ve Hint’ten gelen inanç ve kültürle birlikte Çin ipeği de.

 

Turabek Hatun Türbesi’ndeki bir çini karesinde kökü Hint geleneğine dayanan ve oradan El Birûnî ve Harizmî vasıtasıyla İslam dünyasına geçen cebir ve geometriyi de bulursunuz, her bir zerresine Tevhid’in sembollerini nakşeden Türk İslam’ının ruhunu da bulursunuz. Hepsi aynı karede, hepsi aynı toprak parçasında dile gelmiş, çiçek açmıştır.

 

Bu tarz yerlerin hangisi, içine hiçbir şey karışmamış saf özü temsil edebilir? Buradaki sanat İslam olduğu kadar Türk, Türk olduğu kadar İran’dır. Bu kadarı bile saf olarak İslam ve Fars değil, Ön Asya’nın bütün bilançosunu kendi süzgecinden geçirerek kendine eklemiş ve bir başka forma ulaşmış bir devam zincirinin hülasasıdır. Türklük de öyledir. O da saf ve geçişsiz değil; geçişli, gözenekli ve sürekli oluş halindeki bir süreç, oluştur.  

 

Hülasa

 

İmdi, Türkiye 14 Mayıs 2023’te son yılların en ciddi seçimlerinden birine gitti. Bu son seçimin muhalifleri ciddi biçimde hayal kırıklığına uğrattığı doğru, fakat daha da önemlisi bunun izahı konusunda içine düşülen çıkmaz. Bazıları bunu geniş halk kesimlerinin cahillikleriyle yorumlama yoluna giderek kendilerince izah etmeye çalışsalar da diğer bir kısmının belli bir süre sonra meseleyi astrolojiyle açıklamaya çalışacak kadar umutsuz olduklarını düşünebiliriz.

 

Oysa gerçek; Ev’ini kaybeden küçük bir çocuğun anneye duyduğu sığınma ihtiyacından farksız değil. Karar alma sürecinin bu safhasında da geniş halk yığınlarının sosyalleşme süreçlerindeki travmaların izleri var. Belli ki kendilerini belli bir kültürel havza ve Ev’e atarak her şeyi o açıdan değerlendiriyor ve dışarıdan gelen her sese kuşkuyla bakıyorlar. 

 

Travmanın özü kısaca bir Endülüs travması, bir Rumeli travması; batıp giden koskoca bir imparatorluk travmasıdır. Bunun da sorumluları bütün bir modernleşme sürecinin mimarı olan yönetici elitler, yozlaşmış aydınlardır. Algı bu, düşünce budur. Ve bu kötü gidişe dur demek için varını yoğunu harcayan bir lider durdurulmak istenmekte, halk da buna her ne pahasına olursa olsun sahip çıkmak istemektedir.

 

İşte seçmen kitlesini harekete geçiren asıl saiklerden birisi budur. Birileri bu alan ve oturmuş çağrışımlarla iletişim kurarken, diğer birileri henüz çağrışımlarını kazanmamış bir dille iletişim kurmaya çalışıyorlar. Birileri oluşturulmuş bir kültürel Ev ve korkularla büyük kitleyi harekete geçirirken, karşı taraf bizzat bu korkuların nesnesi haline geliyor. Bir taraf sürekli olarak korku ve travmaları yönetiyor diğer tarafsa bunu yeterince ciddiye almıyor.

 

Türkiye’nin geleceği bu engeli aşıp aşmama noktasında düğümlenmiş görünüyor. Bu engel aşılır da açık bir alanda konuşmaya başlayabilirsek, asıl meseleleri konuşabilir ve sağlıklı bir rekabete açılabiliriz. Aksi halde korkular ve yaralı bir belleğin her şeyi tersyüz ettiği bir zeminde bu trajediyi daha uzun bir süre yaşamaya devam ederiz. 

 

Her şey güvene, güven de evin içinden konuşmaya bağlı.

 

__

¹Kuban, D. (2021), Türk Ahşap Konut Mimarisi: 17.-19. Yüzyıllar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 13.

²Guénon, R. (1991), Modern Dünyanın Bunalımı, (çev) Nabi Avcı, Ağaç Yayıncılık, İstanbul.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.