Ensar’dan “Sessiz İstila”ya Kavramların Gücü ve Wittgenstein

Tarihin bu evresindeki insanlar olarak bizlerin, Roma’dan Sasanilere, Bizans’tan Osmanlı’ya geçen süreçte yaşanmış acıları tekrar etmemek ya da bu acıları minimize etmek için kurtarıcılığa devlet ve ideoloji katından değil de insandan, dilden, üsluptan, kelimelerden başlamamız hem rasyonalitenin hem insanlık deneyiminin hem de ahlakın gereği olacaktır.

Ensar’dan “Sessiz İstila”ya Kavramların Gücü ve Wittgenstein

Savaşlar, çatışmalar, ekonomik ve siyasal krizler, ülke içi istikrarsızlıklar gibi dinamiklerden dolayı, yıllarca Suriye, Afganistan ve Irak’tan milyonlarca sivil Türkiye’ye geldi. Mazlumiyetlerinden ve savaş mağdurluklarından ötürü uzunca bir süre, toplumsal kucaklaşma ve dayanışmayla buradaki varlıkları büyük bir sorun veya krize dönüşmeden hayatiyetlerini sürdürebildiler. Ancak son aylarda başta milliyetçi ve popülist siyasi elitler tarafından kolektif bir kötülük öznesi haline getirilen Suriyeli ve Afganlarla ilgili olarak sosyal medya mecralarında yapılan gelişigüzel ve manipülatif paylaşımlardan tutun popüler sanatçı, gazeteci ve akademisyenlerin, sosyolog Can Kozanoğlu’nun o muhteşem tabiriyle “çokbilmiş özne” pozunda verdikleri mesajlarla, bu kucaklaşma nasıl olduysa birdenbire “sessiz istila”ya dönüştü.

 

Ensar’dan misafirliğe, misafirlikten kaçağa, kaçaktan kötü(cüllüğe)ye, kötü(göçmen)ler sessiz istilacılara dönüşünce, Ukrayna savaşı da hayat pahalılığı da ikincil gündem olmaya düşüverdi doğal olarak. Siyaset ve toplum görüldüğü kadarıyla şimdilik istila kavramında duraksadı. İstila kavramının ortalama insan zihninde çağrıştırdığı şey ise, genellikle düşman kavramı oluveriyor ki ekstrem kimi düşünce ve aktörler haricinde şimdilik işler, bu ahval ve şerait içinde değil.

 

Bilge Konfüçyüs “Eğer kelimeler doğru değilse, kavramlar da doğru değildir” sözünü boşa söylememiş olmalı ki, kelimelerle başlayan bu değişim, yani Ensar’dan “Sessiz İstila”ya bazen siyasal ve toplumsal davranış kalıplarıyla (linç gibi) iç içe, bazen de kelimeler önde davranışlar arkada, kimi zaman da davranışlar, yani linçler önde kelimeler arkada izleyiverdi memleketin toplumsal ve siyasal gündemini.  

 

Bu satırların okuru başta olmak üzere keşke herkese istila denilince zihninizdeki ilk çağırışımı hemen söyler misiniz yöneylem anketi yapılsa, acaba karşımıza nasıl bir tablo çıkar doğrusu insan merak etmiyor değil. Kendi adımıza söyleyecek olursak istila denilince, yabancı düşman askerlerinin bir yeri ele geçirmesi ya da böceklerin bir mıntıkayı kaplaması, akla hemencecik gelen şeylerden. Psikolojide, kelime-zihin arasındaki illiyetin, önce duyguya sonra davranışa; kimi kuramcılara göre de önce davranışa sonra duyguya dönüştüğünü a priori olarak kabul edecek olursak, ardından bunun düşünceye, düşüncenin sertliğinin de kimlikten sıçrayarak ideolojiye dönüşmesi beklenmeyen bir olgu olmasa gerekir. 

 

Mahatma Gandhi bunu şöyle formüle etmeyi tercih etmiş: “Sözlerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür. Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür. Duygularınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür. Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür. Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür. Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.”

 

Kaderin Kedere Dönüşmesi

 

Gandi’nin sözündeki son kelime olan kader kedere; geçen yıl Ankara Altındağ’da ölümlere, ev ve araba yakmalarına, ev ve işyeri taşlamalarına, toplumsal linç görünümlerinde gördüğümüz üzere maalesef toplumsal acıya dönüşmüştü. Bu acılar tarihsel belleğimizde, yani 20’nci yüzyılın başından başlayıp günümüze kadar getirilmeye çalışılacak olursa, bir külliyata dönüşür ki bu bahis başka bir mevzu olarak ayrıca işlenebilir. 

 

Demin vurguladığımız kaderin kedere dönüşmemesi için, başta milliyetçi ve popülist siyasi elitler olmak üzere, “çokbilmiş özne” havasına bürünen sanatçı, sporcu ve gazeteci gibi elitlerin Ensar kelimesiyle hemhal olması beklenmese de, ilkin şu istila kelimesinden kendilerini azade kılmaları gerektiğini memleketin sulhu ve kardeşlik hukuku gereği belirtmek kaçınılmazdır. Ardından tarihsel hafızada yer etmiş olan Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e Nasihatinden mülhem, biraz da zamanın ruhuna uygun kelimelerle; kaderden kedere ya da coğrafyanın kaderinden coğrafyanın kederine dönüşüm yaşanmaması için toplumsal ve siyasal, hatta kültürel elitlerimize yönelik olarak şu hususları sıralamak pekâlâ mümkün;

 

Sağ ve sol duyunun buluşabileceği kelime ve duygularla kitlelere hitap etmeleri,

 

Ortak iyi etrafında buluşabilecek hamleler gerçekleştirmeleri,

 

Sosyal infial ve toplumsal kriz yuvalarını kaşıyan değil onaran özne olmaları,

 

Toplumu popülizm üzerine değil evrensel ve fıtri ilkelerle kuracak adımlar atmaları,

 

Siyasi pragmatizm veya oy tahviline dönüşecek hedefler gütmemeleri,

 

Kamusal alanda yarılma değil, kesrette vahdeti öncelemeleri,

 

Mega kurtarıcı özneliğini veya büyük anlatıları abartmamaları,

 

Küçük hikâyelerin peşinde yaraları ve yürekleri sarmaya odaklanmaları,

 

Tarihsel hafızayı ötekileştirme için değil, ibretamiz fayda için gündemleştirmeleri,

 

Rasyonaliteyi dışlayan romantizme, romantizmi dışlayan rasyonaliteye de prim vermemeleri,

 

Hınç ve öfke denizinde yüzmeyi değil, merhamet ve adalet iklimini solumaları,

 

İnsanın dört zindanından biri olan benlik ile değil dayanışmayla; ülkeyi, toprağı, ekonomiyi, siyaseti, Suriyeliyi, Afgan’ı, Kürt’ü, Türk’ü, Arap’ı, Süryani’yi, Ermeni’yi, Çerkez’i, Alevi’yi, Sünni’yi,  Şii’yi, Yahudi’yi, Hristiyan’ı, Müslüman’ı, zengini, fakiri,  kadını, erkeği, düşmanı, dostu hasılı rengarenk olan varlık alemindeki tüm özneleri, bir ipekböceği marifeti ve sabrıyla örmeleri,

 

Krizlerle, darbelerle, toplumsal alt üst oluşlarla hafızası dolu bir toplumsal tarihin yerine, sonraki jenerasyonlara barışı, huzuru, kardeşliği, adaleti, ethosu ve logosu miras olarak bırakacaktır.

 

Yeni jenerasyonlara bırakılacak bu ulvi ilkelerin tesisi için elbette yapılacak çok şey vardır ve bu yapılacaklar, hiç şüphesiz uzun ve meşakkatlidir. Tarihin bu evresindeki insanlar olarak bizlerin, Roma’dan Sasanilere, Bizans’tan Osmanlı’ya geçen süreçte yaşanmış acıları tekrar etmemek ya da bu acıları minimize etmek için kurtarıcılığa devlet ve ideoloji katından değil de insandan, dilden, üsluptan, kelimelerden başlamamız hem rasyonalitenin hem insanlık deneyiminin hem de ahlakın gereği olacaktır. Dil ve kelimelerin kudreti, küçümse(n)meye gelmez zira Dil Felsefesine önemli katkıları olan Ludwig Wittgenstein’ın da dediği gibi “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.