Erken Seçim Olur mu?
Türkiye 2018 Temmuz’undan beri Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile yönetiliyor. “Türk tipi başkanlık” diye tanımlanan bu sistemde dördüncü yılımızı tamamladık. Şu sıralar kamuoyunda bir erken seçim olasılığı sıklıkla dile getiriliyor. Acaba Kasım’da seçim olacak mı?… Bir yandan bu soruya yanıt ararken bir yandan da dört yılın ardından özet bir bilanço çıkarmanın zamanıdır. Anayasanın ikinci maddesinde “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin, geçmişte de vatandaşlarına bu nitelikteki bir kamu düzenini, tanımda yer alan kavramların evrensel anlamlarıyla yaşattığını savunmak mümkün değil. Bununla birlikte Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi dönemindeki performans, ancak olağanüstü rejim dönemleriyle karşılaştırılabilecek düzeyde.
Türkiye’de demokratik haklar ve özgürlükler alanında ciddi sorunlar yaşanıyor. Kuvvetler ayrılığının içi boşaltılmış, denge ve denetim mekanizmaları fiilen işlevsiz kılınmış durumda. Hukuk devleti ilkesi, çoğunlukla da hukuk organları eliyle alabildiğine hırpalanmış. Gücü tek merkezde toplayan yürütme, politik alanın dışında da tam bir otorite kurarak korporatizmi çağrıştıran bir devlet düzenini benimsemiş bir görüntü sergiliyor. Bireylerin özel alanlarına kadar müdahale etmeyi olağan gören ve totaliter eğilimler taşıyan bir iktidar anlayışından söz etmek abartı olmayacaktır. Yürütmeyi sınırlayabilecek ne siyasal ve anayasal ne de sivil ve moral bir dengeleyici kalmış. Yargının işleyişine talimatla yön vermek artık gereksiz hale gelmiş, zira yargının kendi özdenetimi siyasal iktidarın muhayyilesinin ötesinde kararlara imza atılmasını sağlıyor. Devlet mimarisinde ve bürokratik yapıda da durum iç açıcı değil. Demokratik toplumlarda dördüncü kuvvet olarak nitelendirilen kitlesel basın yayın organları ya iktidarın her icraatında keramet görerek Hükümeti canı pahasına savunuyor ya yarı resmi bülten havasına bürünmeyi mecburen kabullenmiş ya da ağır yaptırımlar ve kısıtlamalarla karşı karşıya.
Geçmişten Bugüne
Burada küçük bir parantez açıp geçmişte bu konularda sergilenen yanlış tavırların bugün hep birlikte deneyimlemek zorunda kaldığımız sorunların oluşumunda oldukça etkili olduğunu ifade etmezsek analizimiz nesnellikten ve gerçeklikten uzaklaşır. Siyaset dışı zinde güçler geçmişte siyasal alanı öyle hoyratça örselediler ki bugünün muktedirleri kendilerine oradan haklılık devşirebiliyor. Sivil toplum sivillikten, basın tarafsızlıktan o kadar uzaktı ki bugün o alanlarda meşru ve geniş toplumsal kabule mazhar bir direniş hattı oluşturmak kolay olmuyor. Bugün işittiğimizde -neyi kastettiğini bildiğimiz için- tüylerimizi ürperten “bürokratik oligarşi” kavramı, elitist nepotizm ve beşik ulemalığı düzeni bir dönemler yürürlükte olan işleyişin gerçekçi nitelendirmeleriydi. Mevcut iktidarın ve onu destekleyenlerin affedilmez hatası ise, geçmişte nesnesi oldukları çarpıklıkların öznesi olmayı bu kadar büyük bir iştahla içlerine sindirmeleridir.
Bugün akıl almaz bir ekonomik yıkım yaşanırken tepkilerin kitlesel bir tezahüre dönüşmesini engelleyen bir etken de 1990’lı yıllarda tanık olduğumuz yozlaşmış siyaset-muhteris iş dünyası-ahlaksız bürokrat-işbirlikçi basın karesinin kurduğu ve ülkedeki bankaların yarısının içinin boşaltılmasıyla sonuçlanan, milli gelirin üçte birini bir yılda buharlaştıran yağma düzeninin acı hatıralarının bazı hafızalarda hâlâ yerini koruyor olması olamaz mı? Neyse, parantezi kapatalım ve konumuza dönelim.
Ekonomik Bilanço
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi her alanda olumsuzluklara yol açmışsa da ekonomik bilançosu tam bir felaket. Türkiye’nin gayri safi yurt içi hasılası 2017 yılında 860 milyar dolardı. O yıl Türkiye’nin yarattığı katma değerin küresel ekonomi içindeki payı yüzde 1,1’e karşılık geliyordu. Aynı oran korunabilmiş olsaydı, yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, tamamen aynı aktörlerin yönetimde olduğu önceki dönemin performansını sürdürebilmiş olsaydı bu yıl gayrisafi yurt içi hasılamız 1,1 trilyon doları aşacak, Türkiye küresel trilyonerler kulübüne dahil olabilecekti. Kişi başına düşen milli gelirimiz de tam 4.300 dolar daha fazla olacaktı. İsterseniz şöyle açıklayalım; dört kişilik bir hane, her ay, şimdi ellerine geçenden dört asgari ücrete denk daha fazla bir gelir olanağından yararlanabilecekti. İktidar cephesinden yükselen “ama dış güçler…” yollu itirazları duyar gibiyim. Oysa biraz insaflı bir bakış, Türkiye’de 2015’ten beri siyasal istikrarın kalıcı biçimde sağlanamamış olduğunu, 2017’ye gelene kadar üç yılda üç seçim ya da halk oylaması yaşandığını, bir yıl öncesinde ise ülkenin bir darbe girişimini toplumun tepkisiyle son anda savuşturmuş olduğunu, yani dış güçlerin şimdi esirgedikleri anlayışı o dönemde gösterdiklerini varsaymanın çok da akıllıca olmayacağını kabul eder.
Analizi bir adım daha ileriye taşıyalım. Türkiye’nin yakın tarihinde ekonomik olumsuzluklarla özdeşleştirilen ve iktidarın da sık sık, kendileri giderse o günlere döneceğimiz öcüsüyle bizi korkuttuğu 1970’lerin ikinci yarısında, 1975-1979 arası beş yılda Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki ağırlığı ortalama yüzde 0,79 olmuş. Dikkat ederseniz yanıltıcı olmaması için kişi başına milli gelir verisini kullanmıyorum. Küresel ekonomi az gelişmişinden gelişmekte olanına, orta gelirlisinden ileri ekonomisine kadar bütün ülkelerin toplamı. Döviz kurlarındaki lehe ya da aleyhe hareketlerden, anlık değerlenmelerden ya da değer kayıplarından en az etkilenecek kitle toplam küresel üretimdir. Bunun içindeki payı da ülkelerin gerçek karne notunu gösterir. Aynı göstergenin, bu yılı da sayarsak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde geçirilen 2018-2022 arası beş yıllık dönemdeki ortalama değeri yüzde 0,83 olacak! Üstelik 2022’de gerileyeceği düzey, 1975-1979 arasındaki her yıldakinin altında kalacak. Bir başka deyişle; “aman ha o günlere döneriz” denilen günlere çoktan dönmüşüz de farkında değiliz.
“Yahu, aklınızı mı yitirdiniz? Bugünün Türkiye’si 1970’li yılların ikinci yarısındaki ülke ile karşılaştırılabilir mi?” serzenişlerini duyar gibiyim. Mutlak değer olarak bakarsanız tabii ki doğru. O dönemde kişi başına milli gelir 1.500-2.000 dolar arasındaydı. Şimdi beğenmediğimiz kişi başına milli gelir ise nereden baksanız 8.500-9.000 dolar arasında. Haydi Sayın Cumhurbaşkanı’nın çok hoşlandığı dil ile ifade edelim; o dönemde evlerimizdeki konfor, tüketim düzeyimiz, caddelerdeki otomobil sayısı, altyapının niteliği ile bu dönemi karşılaştırdığınızda ikincisi lehine ağır üstünlüğü itiraf etmeyen çarpılır… Bu yanılsamayı doğuran, bütün dünyanın da aynı dönemde ağırlıklı olarak bilimin ve teknolojinin sağladığı gelişmeden istifade ettiği. Refah artışı olarak algıladığımız şeyin önemli bir kısmı teknolojik olanakların gelişmesi, bilimin ilerlemesi, üretimin artması gibi etkenlerden kaynaklanıyor. Bu satırların yazarının Türkiye’nin en seçkin üniversitelerinden birinde katıldığı ilk bilgisayar dersinde kullandığı cihazın donanım ve yazılım kapasitesi, bugün çocuklarımızın oynadığı elektronik aletlerin bile çok çok gerisindeydi. Bu sıçrama, geçen 30 küsur yılda Türkiye’yi idare eden yönetimlerin değil, bilimin ve Lou Gerstner, Bill Gates, Michael Dell, Steve Jobs gibi girişimcilerin başarı hanesine yazılması gereken bir gelişme. 1970’li yıllarda doğuşta beklenen yaşam süresi dünyanın yoksul yarısında 54, zengin yarısında 69 yıldı. Bugün ise aynı veriler 70 ve 81 olmuş. Bir de şöyle bakın; teknolojik gelişimi, küresel refah artışını filan bir tarafa bırakıp 1975-1979 Türkiye’sinde kişi başına kazanılan 2.000 doları ABD’deki enflasyon oranında güncellerseniz, bugünkü karşılığı 9.550 dolara geliyor. Kısacası değerlendirme yapmak için mutlak göstergelere değil göreceli ölçütlere ihtiyacımız var.
Bilançoya devam edelim. Enflasyon ve Türk lirasının yabancı paralar karşısındaki değeri konusunda her halde yorum yapmaya bile gerek yok. Sadece şu bilgi bile durumu özetlemeye yeter. Türk lirasının, Brezilya realinin ve Güney Afrika randının ABD doları (USD) karşısındaki kurları açıklanmaya başladığından beri TL; geçmişinde dolar karşısında Brezilya realinden ve Güney Afrika randından daima daha değerli olmuştu. Örneğin; Türkiye’de kriz koşullarının kendisini hâlâ hissettirdiği bir dönemde, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerinden önceki ay, USD karşısında TL 1,65’ten işlem görürken USD/real kuru 3,80, USD/rand kuru 10,50 idi. Bugün 1 dolar; 5,40 Brezilya realine, 17,08 Güney Afrika randına eşitken USD/TL kuru 17,60.
Enflasyondaki durum daha da büyük bir vahamet arz ediyor. Üretici fiyatları yıllık enflasyonu tarihimizin ikinci en yüksek düzeyinde. Tüketici fiyat enflasyonunu ise, bırakın Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi öncesini, ancak 1990’lı yılların ağır ekonomik tablolarıyla karşılaştırabilecek durumdayız. Rakiplerimiz Lübnan, Zimbabve, Sudan ve Venezuela. Arjantin’i bile geride bıraktık.
Yoksulluk, gelir dağılımında bozulma, geçim sıkıntısı sokakta gözle görülür, elle tutulur halde. Bu yılın hiç kuşkusuz çok daha ağır tablosunu tanımlayacak somut veri yok elimizde ama geçen yılın resmi istatistiklerine bakabiliriz. 2021’de yıllık ortalama hane halkı kullanılabilir geliri, asgari ücretin 2,3 katına denk geliyordu. Bir başka deyişle, ailelerde ortalama iki kişinin çalıştığını göz önünde bulunduracak olursak toplumdaki ortalama gelir düzeyi asgari ücret düzeyine karşılık geliyor. Durun, daha bitmedi. Uluslararası karşılaştırmalarda da kullanılan standart bir yoksulluk göstergesi var. Şayet bir evde çamaşır makinesi, renkli televizyon, telefon gibi temel dayanıklı tüketim malları yoksa, aile otomobil sahibi olamayacak durumda ise, ekonomik olarak beklenmedik harcamaları yapabilme, evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayabilme, kira, konut kredisi ve faizli borçları ödeyebilme, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek yiyebilme ve evin ısınma ihtiyacını karşılayabilme gibi asgari gereksinimleri sürekli olarak karşılayabilecek güçleri yoksa buna “maddi yoksunluk” deniyor. 2021 yılının Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile uçuşa geçen Türkiye’sinde hanelerin dörtte birinden fazlası bu durumdaydı.
Aslında toplum içinde dolaşan, sokakta gözlem yapan herkesin de rahatlıkla tanık olabileceği bu manzara giderek daha da kötüleşiyor. Önümüzdeki sonbaharın ve kışın çok daha çetin geçeceğini bilmek için kâhin olmaya gerek yok. Merkez Bankası rezervleri, finansal sistemin durumu, işletmelerin dayanma gücü günden güne aşınıyor. Hükümetin tek yaptığı ise düzenlemelerle, kısıtlamalarla, yasaklarla, stratejik planlamadan yoksun biçimde -günü bile değil- sadece o anı kurtarmaya yönelik faydasız çırpınışlar. Ekonomik durumun toplumdaki karşılığına ilişkin çok sayıda anekdot bulunabilir. Sokak röportajlarında ya da muhalefet liderleriyle konuşan insanların ilettiği yakınmaların, ekonomik sorunlar karşısında gösterilen tepkilerin giderek arttığı da yanlış değil. Ama bütün bunların ötesinde, yine bir resmi istatistiğe başvurmak daha sağlıklı. 2004 yılından beri kesintisiz yayımlanan Tüketici Güven Endeksi (TGE), ekonomik durumun toplum tarafından nasıl algılandığının güzel bir göstergesi. Hatta öyle ki -birçok başka ülke örneğinde de kanıtlanmış olduğu gibi- seçimlerdeki oy verme davranışı ile tüketici güveni arasında güçlü bir ilişki var. TGE belli kritik eşiklerin altındayken iktidardaki parti(ler) ciddi oy kaybı yaşıyor ve çoğunluğu sağlayamıyor.
2008 Kasım ayında küresel kriz en ağır biçimde kendini hissettirirken TGE 73,4 olmuştu. Altı ay sonra gerçekleştirilen yerel seçimlerde, Adalet ve Kalkınma Partisi, bir seçimde aldığı en düşük oy oranını gördü; yüzde 38,4. Üstelik 2007 yılında yaşanan ve “e-muhtıra” diye anılan darbe girişiminin, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle sonuçlanan krizin, parti kapatma davasının ve tarihe “one minute” olarak geçen Davos Zirvesi’ndeki çıkışın sağladığı müthiş siyasal ve moral üstünlüğe, muhafazakâr seçmende oluşan güçlü kenetlenme duygusuna rağmen!… İşte bu önemli gösterge şimdilerde 63 düzeyinde. Hesaplanmaya başladığından beri en düşük seviyesi bu.
Ekonomi Politikasından Neden Vazgeçilmiyor?
Akıllara şöyle bir soru gelmesi çok doğal: “Siyasal becerisi, topluma ilişkin sezgileri ve ayakta kalma yeteneği ile kendini kanıtlamış kurt bir siyasetçi; bütün bu olup biteni gördüğü halde neden henüz siyasal ve toplumsal desteğini iyice kaybetmeden seçime gitmiyor?” Bu sorunun sorulduğuna hepimiz birçok platformda tanık oluyoruz. Zaman zaman kendimiz de bunu sorguluyor olabiliriz. Aslında son derece makul ve haklı bir soru. Ekonomide durum bu derece olumsuz iken, bütün göstergelerden tehlike sinyalleri gelirken ve en önemlisi önümüzdeki dönemde durumun daha da kötüleşeceği kesinken rasyonel olan tercih seçimi olabildiğince erkene alıp oy kaybını en azda tutmaya çalışmak olurdu. Aynı soruyu şöyle de düzenlemek de mümkün: “Cumhurbaşkanı, geçmişte defalarca gösterdiği gibi son derece pragmatik bir siyasetçi. Birçok kere geri adım attığına, kesin vurgularla ve sert ifadelerle söylediği sözlerin üzerinden 24 saat bile geçmeden kıvrak manevralar yapabildiğine, üstelik kendi destekçilerini bu iki durum arasında çelişki olmadığına inandırmakta hiç de zorluk çekmediğine tanık olduk. Acaba neden yanlış olduğu artık neredeyse herkesin gözüne girecek derecede aşikâr olan ve kendisine büyük bir siyasal maliyet doğuracak ekonomi politikasından vazgeçmiyor?”
Bu soruların yanıtı televizyonlarda uzun süren bir fenomen olarak gündemde yer tutan bir dizide; “Payitaht Abdülhamid”de bulabilir miyiz dersiniz? James Cameron’un bir aşk destanı halinde sunduğu ama aynı zamanda bir kurgu ve sinematografi şöleni de olan Titanik filminin ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda bir dost sohbetinde, filme neden hiç ilgi göstermediğini sorduğumuz arkadaşımız şöyle cevap vermişti; “Sonunu zaten biliyorum.” Tarihteki gerçekliğiyle Abdülhamid’in kişiliği, tercihleri, yabancı devlet görevlileriyle ilişkilerindeki tavrı, devlet yönetimindeki becerisi oldukça iyi biliniyor. İçeriğinden ve kalitesinden bağımsız olarak bakıldığında Payitaht Abdülhamid dizisi tarih belgeseli değil, kurgusal bir sanat eseri. Dolayısıyla izlediğimiz, senaristlerin kaleminden ve yönetmenin gözünden yansıyan Abdülhamid izdüşümü, tarihin kendisi değil. Ne yazık ki burada işler her zaman böyle olmuyor. 33 yıllık iktidar dönemi birçok bakımdan tartışmalı olan, Osmanlı İmparatorluğu’nun döneminde en büyük toprak kayıplarına uğradığı bir padişahı konu alan seyirlik sanat eserinin buradan bir süper kahraman yaratmasına itiraz etmek anlamsız olduğu kadar bu anlatıyı gerçekliğin yerine koyan kitlelerin tepkisi bir yönüyle ürkütücü. Çok farklı siyasal görüşlerden geniş bir muhalefeti kendi karşısında ittifak ettirecek bir yönetim sergilediği bilinen baskıcı bir monarkı, üstelik de “filmin sonu” apaçık ortadayken gerçek yaşamda örnek alınacak kült bir lidere dönüştüren zihin yapısının ne denli sorunlu olduğu -eski deyimiyle- izahtan varestedir. Perspektif’te bundan üç ay önce yayımlanan yazımda söz konusu zihin dünyasını şöyle tanımlamıştım:
“Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kalkması ve yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kökten ve Jakoben bir modernleşme yöntemi tercih etmesi bu modernleşmeci İslamcılığa darbe vurdu. Böylece 20’nci yüzyılın başına kadar süren bu dinamizm, biraz da 1930’lu yılların baskıcı/tekçi ortamının etkisiyle tevarüs edilebilecek süregiden bir gelenek çizgisi oluşturamadı. Yerine, modası çoktan geçmiş Alman idealizminin Türk-İslam mitolojisiyle harmanlanarak sunulduğu bir kurgu türedi.
İslamcılığın dejenere olmuş bu mutant sürümü, Türkiye’nin tarihini sadece Türklerin tarihi olarak Malazgirt savaşıyla başlatan bir mitosa yaslanıyordu. 15’inci yüzyılda geriye dönük bir tarih inşası ihtiyacına binaen kaleme alınan Osmanlı’nın kuruluş kıssası ideolojik bir referans haline getirildi. Tarih anlatısı, akıncıların fetihleriyle örülen zaferler çağının ardından bir sıçramayla, başta Çanakkale olmak üzere son dönemin savunma savaşlarındaki kahramanlıklara geçiyordu. Çoğunluğu kırsal kesimden gelen Cumhuriyet dönemi muhafazakârlarının/dindarlarının heyecanla izledikleri kanaat önderleri; düşünsel derinlik yerine duygusal gerilimi, kavramsal bütünlük yerine demagojiyi yeğleyen bir anlayış sergiliyordu. Bu akımın en belirgin niteliklerinden biri de Batı karşısında yenilmiş olmanın doğurduğu bir tepkisellikle ilkesel olmaktan çok tarihsel nedenlere dayalı kategorik Batı karşıtlığıydı.”
İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da zihin dünyasında önemli yeri olan Abdülhamid imajı, tarihsel gerçekliğe değil, “düşünsel derinlik yerine duygusal gerilimi, kavramsal bütünlük yerine demagojiyi yeğleyen” şiirsel anlatıya dayanmaktadır. Bu örneği vermekteki amacım, rasyonel düşünmeyi ve akılcı davranmayı deyim yerindeyse “fabrika ayarı” olarak gören kesime bu farklı bakış açısını anlatabilmektir. Gerçek-ötesi kavramının dilden felsefeye, siyasetten sosyolojiye kadar birçok alanda önemli bir açıklama aracı haline geldiği dönemimizde, buna benzer ama daha eski, daha yalın, daha kökten ve daha yerli bir anlayışın Türkiye siyasetinde yansımalarının görünmesi çok da şaşırtıcı olmamalı.
Sadece bu da değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve belki çok yakınındaki birkaç kişi bu ekonomi politikasının pratik olarak uygun, teorik olarak doğru olduğuna ve sonuçta başarılı olacağına kesinlikle inanıyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ilk Hazine ve Maliye Bakanı olmasının yanı sıra aile yakınlığı da olan sabık Bakan Albayrak’ın bu politikayı, nasıl hem siyasal ve ekonomik hem tarihsel-kültürel bağlamda ilkesel-kuramsal bir çerçeveye oturttuğunu, bunu bir medeniyet mücadelesinin, asırlar ötesinden gelen kutsal davanın kızıl elması haline getirdiğini göz ardı etmemek gerekir. Savunucusunun fiziki varlığıyla olmasa da anlayışı ile etkili olduğu hissedilen bu yaklaşımın Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da benimsendiği anlaşılıyor. Öte yandan Erdoğan’ın; “büyüme için yatırım, yatırım için düşük faizli kredi” şeklinde ifade edilebilecek çok daha basit ve politik bakımdan evrensel sayılabilecek ezbere kesin bir biçimde inandığını akılda tutmakta yarar var. Kedisiyle birlikte çalışan ekonomi yönetimlerindeki birçok kişinin de tanık olduğu bu inancın hiçbir somut bulgu ya da veri ile değişmesinin mümkün olmadığını da ekleyelim. Dolayısıyla; faizleri düşürmek (özellikle Merkez Bankası ve banka faizleri, gerisi bizi ilgilendirmiyor), yatırımı ve üretimi artırmak, bu arada enflasyon ve döviz kurları gibi ayrıntıları bir süre görmezden gelmek, oluşacak toplumsal maliyeti gelirler politikasıyla sınırlamaya çalışmak, gerektiğinde piyasalara ve iş dünyasına doğrudan müdahale etmek, devleti merkeze alan bir modele yönelip siyasal tercihleri iktisadın gerçeklerinin üzerinde tutmak, sermaye akımlarının piyasa mekanizmalarındansa siyasal-ticari ilişkiler çerçevesinde yönlendirilmesini yeğlemek şeklinde en genel hatlarıyla tanımlanabilecek bu politikadan dönüş olmasını beklemek gerçekçi değil.
Büyük olasılıkla birileri Erdoğan’a önümüzdeki Aralık-Şubat döneminde işlerin düzeleceğine dair güvence vermiş olmalı. Konuşmalarında bunu sık sık dile getiriyor. 2021 yılının sonunda, Aralık ayında aylık yüzde 13,6 enflasyon gerçekleşmişti. Aralık, Ocak ve Şubat aylarındaki birikimli enflasyon ise yaklaşık 35 puandı. Önümüzdeki dönemde aynı aylarda toplam yüzde 15 enflasyon gerçekleştiğini varsayalım. Bu aslında (yaz aylarında enflasyonun dönemsel olarak daha düşük olacağı varsayımıyla) yıllık yüzde 60-70 arasında çok yüksek bir enflasyon oranına karşılık gelse de geçen yılın 35 puanı endeksten çıkıp yerine 15 puan enflasyon girince, yıllık enflasyonda 20 puan civarında bir düşüş olması son derece doğal. Enflasyonun ana eğiliminde kalıcı bir iyileşmeye işaret etmese de sırf teknik sebeplerle gerçekleşecek böyle bir düşüş, Hükümetin talihinin sonunda döndüğünün, önünün aydınlık olduğunun ve çekilen onca sıkıntının ardından başarının meyvelerini toplama zamanının geldiğinin apaçık delili olarak görülmez mi?
Şimdi siz elinizi vicdanınıza koyup cevap verin bakalım. Böyle düşünen biri politikasını neden değiştirsin, neden erken seçim yapsın? Mesele şu; önümüzdeki dönemde giderek ağırlaşan ekonomik koşullar siyasete ve toplumsal yaşama nasıl yansıyacak? Durumu daha da zorlaştıran ise küresel ortamın da giderek daha zorlu bir hal alması. Küresel düzen; jeopolitik/askeri, siyasal ve ekonomik fay hatlarından boydan boya kırılıyor. Yaşanan durumu nitelendirebilecek tek kavram, “altüst oluş”. Böyle dönemlerde en çok ezilenler, en altta olanlardır. Ne yazık ki böyle bir fırtınaya, teknemiz hasarlı, donanımımız eksik biçimde giriyoruz. Kaptan ve ekibinin haritayı da barometreyi de yanlış okuduğu apaçık. Mürettebat moralsiz. En vahimi de yolcuların yarısı diğer yarısı ile kavgalı. Bakalım bizim tekne bu fırtınadan nasıl çıkacak?