Etiyopya Krizini Türkiye Nasıl Okumalı?
Etiyopya’da yaşanan gelişmeleri sağlıklı analiz etmek için bölgesel dengenin ana öğelerinin iyi anlaşılması ve ona göre siyaset üretilmesi ciddi önem taşımaktadır. Etiyopya krizi Türkiye-Afrika ilişkilerinde yeni bir ciddiyet ve vizyon testi olarak görülmelidir. Bu testten geçmek için 16-18 Aralık 2021’de yapılacak olan 3. Türkiye-Afrika Zirvesi dahil birçok enstrüman Ankara’nın elinde bulunmaktadır.
Yaklaşık bir yıldan fazladır Etiyopya iç siyasetinde çok ciddi bir türbülans yaşıyor. Tigray etnik grubunun siyasal liderliği olan Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) ile Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed liderliğindeki merkezi hükümet arasındaki çatışmalar sadece iç istikrarı ve ülkedeki federal yapının geleceğini değil, aynı zamanda Afrika Boynuzunda neredeyse 30 yıldır hakim olan bölgesel düzeni ciddi şekilde sarsıyor. 2011 yılından beri Afrika Boynuzu’nda profili yükselen bir aktör olan Türkiye için bu durum, yeni fırsatlar kadar, sorun alanları ve yeni politik açılım anlamına gelir. Türkiye, Etiyopya’daki iç krizi şu ana kadar daha çok izleyici konumunda takip etti. Yaz aylarında dillendirilen arabuluculuk teklifi ise, alandaki fiili gelişmelere bakılırsa, bir siyasi söylemin ötesine geçmiş değil. Peki Türkiye krizi nasıl okumalı? Ne yapmalı? ve Nasıl bir politika izlemeli?
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Türkiye Etiyopya’daki gelişmeleri kesinlikle bir iç kriz gibi okumamalıdır. Etiyopya’da yaşanan, 1991-2012 arasında ülkeyi yöneten Meles Zenawi döneminden kalan statükocu, bölgesel istikrarı güvenlik ve güç dengesine oturtan bir zihniyetin bölgede alan kaybetmesidir. Afrika Boynuzu’nda bölgesel düzen ilk defa kökünden sarsılıyor. Uzun yıllar boyunca Batılı ülkelerin en büyük destekçisi olan Etiyopya’nın ABD ve Avrupa ülkeleriyle yaşadığı sorunlar ülkedeki Batı-merkezli düzenin sonunun geldiğine işaret ediyor. İşin özü, TPFL ile Etiyopya merkezi hükümeti arasındaki gelişmeler sıradan bir iç mesele değil, uzun yıllara dayanan bir bölgesel düzenin ana ayaklarının çöktüğünün resmidir ve yeni dönemin ayak seslerine işaret etmektedir.
Bölgenin Jeopolitik Düzeni
Tarih boyunca Doğu Afrika’da siyasi ve jeopolitik olarak iki temel denge olagelmiştir. Bunlardan ana denge hattını Etiyopya-Somali, yan hattı ise Kenya-Sudan sağlamıştır. Bu dengelerin var olduğu dönemlerde Cibuti, Burundi, Uganda ve sonrasında bağımsız olan Eritre bu dengeler çerçevesinde hareket etmişler ve Nil olmak üzere temel su paylaşımı bu denge üzerinden yürümüştür. Aşağı Nil’i kontrol eden Mısır ise bu dengelerin bozulmadığı bir dönemde hep kendisini rahat hissetmiş ve o dengeleri birbirine karşı oynayarak Nil kaynaklarından en fazla faydalanan devlet olmuştur. Fakat Somali’de 1991 yılından beri yaşanan iç çatışmalar ve siyasi istikrarsızlık yüzünden Doğu Afrika’daki ana denge Etiyopya lehine değişmiştir. Aynı şekilde Sudan’ın 2011’de bölünmesi sonrasında yan dengenin Sudan unsuru da oyun dışı kalmış, Kenya ve Etiyopya’ya geniş bir hareket alanı doğmuştur.
Bunun en net siyasal yansıması 11 Eylül sonrası görülmüştür. ABD’nin “Terörle Savaş” söylemi Afrika Boynuzu jeopolitiğini ve özellikle de Kenya ve Etiyopya’nın bölgesel düzendeki merkeziliğini ciddi olarak perçinlemiştir. Afrika Boynuzu’nda genel olarak radikal örgütlerle mücadele konusunda 1998 yılındaki terörist saldırılardan sonra her türlü desteği veren Amerika Birleşik Devletleri ve Batı, 11 Eylül sonrasında bu desteğini bütün boyutlarıyla artırmış, terörizme karşı savaş ortamından en kârlı bu ülkeler çıkmıştır. Bölgesel düzeni istedikleri gibi şekillendiren bu ülkeler 2006 sonrasında İslam Mahkemeleri Birliği’nin Somali’de kurduğu geçici düzenden bile rahatsız olmuşlar ve Somali siyaseti dahil Afrika Boynuzu’nda herkesi gözeten bir bölgesel bir düzen kurmak yerine tamamıyla kendi çıkarlarını maksimize ettikleri bir politika takip etmişlerdir.
Batı ve Afrika Birliği Etkisiz
Bugün Etiyopya merkezli olarak devam eden fakat büyük ölçekte Afrika Boynuzu’nda yaşanan tarihi kriz işte tam da bu düzenin sonunu ilan etmektedir. Sudan ve Somali gibi ülkelerin sorunlarına çözümler bulmak konusunda olduğu gibi bölgesel düzen ihtiyacına yönelik adımlar konusunda da maalesef herkes izleyici konumundadır. Beklenildiği gibi ABD ve Avrupa ülkeleri kriz çözmede en etkili yöntem olarak gördükleri ambargoyu hemen devreye soktular. İnsan hakları ihlalleri üzerinden oluşturulmaya çalışılan dikkat çekme yöntemi dünyanın çoğu yeri gibi Etiyopya’da Batı açısından hiçbir işe yaramadı. ABD’nin özel temsilcisi Jeffrey Feltman üzerinden bölgesel diplomasiyi harekete geçirme çabaları da sonuç vermedi. Bunun sebebi Afrika Boynuzu’nda hâlâ kendilerine yakın, isteklerini kabul edecek ve eski düzeni arayan bir yapının olduğu varsayımıdır. ABD bu krizin çözülmesinde kendisine ilk başvurulan olmadığını, hele yasak ve ambargoların sorun çözmede ters etkiler yaptığını gördü. USAID Başkanı Samantha Power’in Ağustos 2011’de Etiyopya’ya yaptığı ziyarette Power’e üst düzey bir randevu bile verilmemesiyle bunu açık bir biçimde anlamış oldu.
Afrika Birliği (AfB) ise 2000’li yıllarla karşılaştırılınca her geçen gün etkinliğini kaybedip artık sadece salon diplomasisine dönüşen bir kuruluş haline gelmiştir. AfB doğal olarak kendi merkezinin de bulunduğu bir ülkenin iç sorunlarına karışmak istemiyor. Önce Liberya eski Cumhurbaşkanı Nobel Ödüllü Ellen Johnson Sirleaf, daha sonra ise Nijerya eski Devlet Başkanı Olusegun Obasanjo olmak üzere atamış olduğu özel temsilciler ciddi bir pozisyondan ziyade bir tür barış elçisi konumundalar. Hatta Tigraylılar, Obasanju’nun aynen Abiy Ahmed gibi Evanjelist bir Hristiyan olduğu gerekçesiyle onun arabuluculuğuna sıcak bakmıyor.
İşin özü sorun çözme konusunda ABD ve Avrupa ülkelerinin ön çektiği Batı ülkelerinin ve Afrika Birliği’nin opsiyonları bitmiş durumda. Çin ise doğrudan kendi ekonomik ve siyasal konumunu derinleştirme derdinde. Yeni bir arayışın denenmesi lazım. Eğer süreç bu şekilde devam ederse ya yeni devletlerin doğmasıyla ya da Venezuela gibi kendisini çökertmiş bir ülkeyle karşı karşıya kalınabilir.
Türkiye Ne Yapmalı?
Peki batılı ülkeler bu krizde izleyici konumundayken Türkiye ne yapabilir? Kasım ayında ülkedeki Türk vatandaşlarının ülkeyi güvenlik sebebiyle terk etmesini tavsiye eden Ankara, daha sonra bütün Türk diplomatları ve Türk kurumlarını ülkeden tamamıyla tahliye etti. Bu hamle hızlı ve aceleyle alınmış bir karar görüntüsü vermiş olup yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Türkiye’nin Etiyopya’daki merkezi hükümete drone sattığı haberlerinin medyada yer bulmasıyla beraber Tigray Müslümanlarının Türklere yönelik tepki göstermeye başlaması bile Ankara’yı zihinlerinde nasıl konumlandırmak istedikleriyle alakalı bir fikir verecektir.
İşte bu noktada Türkiye iki boyutlu bir politika izlemelidir. Birincisi, Türkiye bölgeyi asla ikili ilişkiler üzerinden değil, geniş bir bölgesel perspektiften okumalıdır. Ankara’nın Somali’de yürüttüğü iç barışa yönelik kolaylaştırıcı görüşmelerin geleceğinin belirsizliğinden, Sudan’da yaşanan darbe sonrası iç karışıklıkların bir istikrara ulaşması dahil her şey aslında bölgesel düzenin çöktüğünü gösteriyor. Türkiye uzun yıllardır emek verdiği Somali-Somaliland arasındaki görüşmeleri kalıcı bir istikrar ile derinleştirmek istiyorsa yeni bir bölgesel yaklaşım vazgeçilmezdir. Afrika Boynuzu’ndaki Etiyopya gibi ülkeler iç çatışmalar sebebiyle federal yapılardan vazgeçmeyi tartışırken Somaliland’ın bunların tersine federalizmi güçlendirmesini beklemek en basitiyle naiflik olur.
Türkiye bu açıdan Etiyopya’da yaşanan bu krizi bir fırsat olarak görmelidir. Bölgesel jeopolitik perspektifiyle bakılınca da Etiyopya’da yaşananlar yeni ufuklara alan açmaktadır. Dolayısıyla Ankara’nın Sudan ve Etiyopya üzerinden de acilen bu tür bölgesel düzen kurucu girişimlerde bulunması gerekir. Ankara’nın en etkin olduğu ülke olan Somali’de Türkiye’nin uzun vadeli varlığı ve etkinliği de doğrudan Afrika Boynuzu’nda kurulacak yeni düzene bağlıdır.
Normal şartlarda çözülebilecek bir sorun iken 2011’de Sudan’ın bölünmesine yol açan sebepler ile BM Barış Gücü’nün 1992 yılında Somali’deki başarısızlığının en temel sebebi, Doğu Afrika’daki tarihi siyasi ve jeopolitik dengelerin lehte olmamasıydı. Aynı şekilde Eş-Şebab’ı büyüten ve bölgedeki dengeyi bozan politikaların bir diğer sebebi dış etkinin negatif varlığıydı. Bugün için bu iki etken de devre dışı kalmış durumdadır. Çok konuşulan fakat nasıl olması gerektiği konusu pek dillendirilmeyen barış girişimi veya arabuluculuk burada devreye girebilir.
İkincisi, Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerinde ikili ilişkilerin ötesinde bölgeyi, kıtayı ve hatta küresel siyaseti kapsayan ortak bir söylem, vizyon ve proje geliştirmesi için Etiyopya krizi bir fırsat olarak görülmelidir. Afrika ülkelerinden ve bölge dışından etkin birkaç ülkeyle bir çözüm arayışına girilebilir. Ankara kendisinin inisiyatifi ile Güney Afrika ve Nijerya gibi ülkelerin dahil olduğu bir şema üzerinden de Etiyopya’da yaşanan krize bir çözüm bulmak için girişimlerde bulunabilir. Herkesin diline pelesenk ettiği “Afrika’nın sorunlarına Afrikalı çözümler” söylemi felsefi olarak cazip gelse de bu vizyonun kıtada bugün için bir aktörü yoktur, dolayısıyla bir klişeden öteye geçememektedir. Ankara bu minvalde kıtayla yeni bir üst dil kurmak istiyorsa Etiyopya krizi bir fırsattır. Türkiye askeri işbirliğinden kalkınma yardımlarına, eğitimden ticarete kadar elindeki kartları ve kıtadaki birikimini bunun için kullanabilir. Sonuçta hiçbir başarı elde etmese bile kazanılacak prestij en azından Türkiye-Afrika ilişkilerinde yeni alanlar açacaktır.
Etiyopya’da yaşanan gelişmeleri sağlıklı analiz etmek için bölgesel dengenin ana öğelerinin iyi anlaşılması ve ona göre siyaset üretilmesi ciddi önem taşımaktadır. Etiyopya krizi Türkiye-Afrika ilişkilerinde yeni bir ciddiyet ve vizyon testi olarak görülmelidir. Bu testten geçmek için 16-18 Aralık 2021’de yapılacak olan 3. Türkiye-Afrika Zirvesi dahil birçok enstrüman Ankara’nın elinde bulunmaktadır. Bu durum söylemden aksiyona geçmek için fırsat olarak değerlendirilmelidir.