Eyyamcı Okuryazarlık

Türkiye gerçekten bir akademik üretim patlaması yaşıyor ama en azından benim şahit olduğum son yarım yüzyılında Türkiye’de var olan sorunların hiçbiri çözülmüş değil. Bu durumu eyyamcılıkla nitelendirmek çok mu insafsızlık olur?

Gazete Duvar’da ve Perspektif’te yazdığım en azından birkaç yazıda “eyyamcı” sıfatından söz etmiştim. Bu yazıda meseleyi biraz daha geliştirmeye çalışacağım. Türkiye’de futbola ilgi duyanlar “eyyamcı” sıfatının özellikle hakemlere yönelik olarak çok sık kullanıldığını hatırlarlar. Ayrıca sol gelenekten gelenler de “oportünist” sıfatının çok özel bir eleştiri, hatta hakaret biçimi olduğunu bilirler. Aslında ikisi aynı şeydir. Belki bu ikisine “fırsatçı” gibi bir seçenek de ekleyebiliriz. “Eyyamcı okuryazarlık” terimi ise benim zihnimde zaman içinde oluştu. Bu terimi özellikle “kanonik okuryazlık”ın zıt anlamlısı olarak kullanıyorum. Haftaya Perspektif’te yazacağım yazının başlığı da bu nedenle “Kanonik Okuryazarlık “olacak.

 

Türkiye’de elbette yaygın bir okuryazarlık, çok dar olsa da bir kültürel kamusal alan, bir kültür piyasası, bir maarif, mektepler, üniversiteler, kütüphaneler, yayıncılık sektörü, bir kültür endüstrisi mevcut. Hatta bütün bunların son yıllarda en azından niceliksel olarak hızla genişlediğini de söyleyebiliriz. Ancak meselenin niteliksel boyutuna geldiğimizde işlerin biraz karmaşıklaştığını da söyleyebiliriz. Bütün bu alanlarda göreli olarak nasıl bir katma değer üretildiği sorusu önemlidir. Artık sektörleşmiş, kurumlaşmış bu alanlardan ne kadar randıman alındığı ciddi bir tartışma konusudur. İşte tam da bu tartışmalar bağlamında sözünü ettiğim alanların verimini düşüren temel bir özellik olarak önermek istiyorum “eyyamcı okuryazarlık” terimini. Türkiye’nin maarifinin, akademik dünyasının, kültürel piyasasının, okuryazarlık pratiklerinin çok tipik bir özelliği olduğunu düşünüyorum eyyamcılığın. Yazının geri kalanında bu konuyu açmaya ve örneklendirmeye çalışacağım.

 

Öncelikle maariften başlayalım. Osmanlı modernleşmesinden yakın zamanlara kadar maarif ciddi bir sosyal mobilite ya da vülger ifadeyle sınıf atlama aracı oldu. Bu aslında ilgili alanlardaki literatüre de uygun bir gelişmeydi. Bugün maarif bu özelliğini de yitirdi. Ancak bu elbette başka yazıların konusu olabilir. III. Selim’den beri maarif hep biraz fazla araçsal olarak kurgulandı. Çünkü geri kalmışlığı aşabilmek için acil kadroya ihtiyaç vardı. Savaşacak eğitimli askere, köprü yapacak mühendise, ameliyata girecek hekime, yabancı dil bilen memura gereksinim had safhadaydı. Dolayısıyla Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin maarifi fazla gündelik, araçsal ya da benim deyimimle eyyamcı bir biçimde algılamış olduğu söylenebilir. Bu sadece devletin bir politikası değil, aynı zamanda toplumun zihniyetini de yansıtan bir tercihtir.

 

Maarifin öncelikli hedefi nitelikli insan, yurttaş yetiştirmekten önce asgari mesleki donanımdır. Bu daha işin en başında ortaya çıkan bir eyyamcı tercihtir. Sınıf atlamak için çocukları iyi okullara, daha iyi okullara göndermek gerekmektedir. Maarif içindeki farklı aşamalar arasındaki geçişler hep ulusal sınavlar üzerinden gerçekleşmektedir. Bu da zaten maarifi içeriksel olmaktan çok test sınavı başarısı odaklı bir hale dönüştürmektedir. Liseden diploma almak ama üniversite sınavını aslında dershane üzerinden kazanmak nasıl bir eyyamcılıktır? Lise son sınıfta nisan ve mayıs aylarında mekteplerde devam mecburiyetinin olmaması ne anlama gelir? Yani Türkiye’de eyyamcılık, maarif eşyasının doğasının bir parçası olmuştur her zaman.

 

Eyyamcılaşan Akademik Okuryazarlık

 

Türkiye’de son yıllarda çok ciddi bir üniversiter genişleme oldu. Buna paralel olarak akademik kadroların sayısı inanılmaz bir biçimde arttı. Akademik yükselme kriterleri tamamen niceliksel hale geldi. Bu noktada siyasi, ideolojik filtrelere hiç değinmiyorum bile. Akademik teşvik sistemi de bütün bunların üzerine tüy dikti. Akademik okuryazarlık tamamen eyyamcılaştı. Aslında niteliğin niceliksel ölçümünün egemen olmasının doğal sonuçlarından biriydi bu. Bugün Türkiye’de akademik yükselme ve teşvikin bir yan sanayii oluştu; özellikle yayıncılık, dergicilik, sempozyum turizmi alanlarında. Kimsenin okumadığı, hatta belki hakemlerin bile okumadığı kitaplar, makaleler; insanlığın, memleketin hangi derdine deva olduğu şüpheli sempozyumlar, kongreler ortalığı sardı. Türkiye gerçekten bir akademik üretim patlaması yaşıyor ama en azından benim şahit olduğum son yarım yüzyılında Türkiye’de var olan sorunların hiçbiri çözülmüş değil. Bu durumu eyyamcılıkla nitelendirmek çok mu insafsızlık olur?

 

Üniversite hocalarının ne kadar okuduklarını en iyi bilenler genelde kitapçıların kasiyerleri, internetten kitap satışı yapan sitelerin kuryeleri ve kütüphane çalışanlarıdır. Uzun yıllardır aynı kütüphanede görev yapan biri, yıllardır aynı kütüphaneden kitap alan emekli bir profesöre şöyle diyebilir: “Hocam emekli oldunuz hâlâ okumaya devam ediyorsunuz. Oysa benim tecrübelerime göre üniversite hocalarında unvan arttıkça okuma oranı düşer. Emeklilikle birlikte de tamamen sona erer.” Bu değerlendirmede ifadesini bulan tutum aslında tam da sınav için, not için okuyan öğrencinin tavrına benzer. Öğrenciyken not için okuyan, hoca olunca da akademik teşvik için okur zaten. Dolayısıyla söz konusu süreklilik, bu toprakların eşyasının tabiatına uygundur. Asıl mesele ise bu eşyanın tabiatının neden böyle olduğudur.

 

“Askeri” Okuryazarlık Kamuları

 

Maariften sivil okuryazarlık kamularına doğru hareket etiğimizde çok benzer bir eyyamcılığın orada da sürdüğüne şahit olabiliriz. Türkiye’de sivil okuryazar kamuları siyasi, ideolojik öncelikler üzerinden yapılanırlar. Dolayısıyla bunlara aslında “sivil” demek bile zordur. Bu anlamda bu topraklarda okuryazarlık da gayet askeridir! Yani okuryazarlıklar toplam kaliteyi artırmaktan çok ideolojik genişlemeyi ve katılımcılarını sivriltmeyi öncelerler. Bunun tipik tezahürlerin biri daha önce çeşitli yazılarımda, konuşmalarımda değindiğim okuma listesi fetişizmidir. Listecilik de diyebileceğim bu tutum üstelik çift yönlüdür. Birtakım okuryazarlık kamusu reisleri önüne gelene acil okuma listeleri verir, sosyal medyada yayımlar. Ama diğer yandan bunu talep eden bir kitle de yok değildir. Örneğin benim akademik ve okuryazarlık hayatım bu tür taleplere direnmeye çalışmakla geçmiştir. Elbette derslerimin çok ciddi kaynakçaları, zorunlu okuma listeleri olmuştur. Hatta sınavlarda bunları mutlaka test etmeye çalışmışımdır. Ama bütün hayatım boyunca da “Hocam bana bir kitap listesi ver de hayatım değişsin!” türünden taleplere ters cevaplar vermekten geri durmamışımdır.

 

Listecilik “table d’hôte” okuryazarlık üretir. Oysa nitelikli bir kültürel inşa için “à la carte” okuryazarlığa geçmek şarttır. Ceplerinde okunması gereken kitaplar listesiyle dolaşanların, akıllarının bir yerinde mutlaka okunmaması gereken kitaplar listesi de vardır. Okuryazarlığı sadece kendi köyleri, mahalleleri, partileri, ideolojileri, dinleri, mezhepleri çerçevesinde ele alırlar çünkü. Okumayı ufuk açmak için değil, ufuk kapatmak, en azından sınırlamak için bir vesile olarak düşünürler. Hemen herkesin az çok okuduğu modern zamanlarda, ciddi bir kültür endüstrisinin olduğu dönemlerde listecilik bir bakıma belli bir araziyi çitle çevirme işlevi görür.

 

Uzun lafın kısası bir ülkede yazının başında saydığım kurum ve alanların varlığı tek başına yetmez kültürel niteliği artırmak için. Meselenin bir boyutu da bunların nasıl kullanıldığıdır. Boşuna dememiş Sakallı Celal “Bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkündür” diye.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.