Fikri ve Ahlaki Devrime Neden İhtiyacımız Var?
“İnsanlar nizamı yıkmak istiyor” nidaları ile sokakları inleten Arap protestoları gösterdi ki, adalet arayışının her geçen gün arttığı, yolsuzlukların had safhaya ulaştığı, doğruluk, dürüstlük gibi değerlerin artık sadece retorikte kaldığı ortamlarda ahlaki ve fikri devrimlere duyulan istek eskilerden daha fazladır.
Bu yazı daha önce ahlak ve fikir üzerine yapılmış çalışmaların üzerine yeni şeyler eklemiyor, böyle bir iddiası da yok. Fakat halihazırda var olan sorunların ve özellikle can yakıcı Arap Baharı tecrübelerinin, fikir ve ahlak harmonisi ile aşılacağı vurgusunu tekrarladığı ve bu alanda bir farkındalık oluşturmak istediği kesin. Muhtevayı ise Cezayirli mütefekkir Malek Bennabi’nin, “medeniyetleri zengin yapan onların sahip olduğu nesnelerin niceliklerinin toplamı değil; ancak düşünce ve fikirlerinin sayısıdır” mucibince oluşturuyor ve Mağripli feylesof Taha Abdurrahman’ın ahlak projesi ile de bunu destekliyor.
Tunus’un 11’inci Cumhurbaşkanı Moncef Marzouki tarafından kaleme alınan iki yazıdan esinlenerek derlenen bu düşünce yazısı, konuyu iç içe geçmiş iki perspektiften (fikir ve ahlak) ele alarak, Arap Baharı düzleminde uzun soluklu ve ciddi efor isteyen bir yol haritası ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Bu hususta edilmiş bütün kelamların, uzun ve hararetli tartışmaların ardından bütün toplumlara ciddi merhaleler ile geldiği unutulmamalı ki artık kışa döndüğü söylenen; fakat görece nihayetlenmemiş Arap hareketlenmeleri bunun en güzel örneklerinden birini teşkil etmektedir.
Ahlaka Dair
Moncef Marzouki “Muhtaç olduğumuz ahlaki devrim” adlı yazısında hasta, hemşire ve doktor örneğinden bahsederek sırasıyla disiplin, merhamet ve mesleki etik yoksa bütün düzenin çatlayacağına değinir. Yine bu minvalde, Malek Bennabi de bireylerin toplumu oluşturan yapı taşları; toplumun da bireyin gelişip o kültürü edinmesine katkıda bulunacak kurumlar olduğundan bahseder. Bu iki görüş, müesses nizamin kaliteli bir şekilde sürdürülebilmesi için birbiriyle ilintilidir. Yani ahlaki tavır ve davranışlar bir bakıma o toplumun ortalamasının bir yansımasıdır. Kurumlar ise buradaki örnekten yola çıkılarak sadece bir hastane değil, toplumsal ahlaki yapının sirayet etmekte olduğu her alandır.
Dolayısıyla ahlaklı bir toplum için ahlakçı bir tavır takınıp ya da sürekli bu konularla ilgili konuşup pratikte hiçbir işle iştigal etmemek yerine, bireylerin kişisel inşa süreci için azami özen göstermesi ve kurumların devlet eliyle çeki düzene sokulması en mühim konulardır. Halkın ve devletin, bir bütün olarak ise zenginin ve fakirin kendi nispetinde sorumlu olduğu alanlar inşa ederek, bir kültür oluşumuna öncülük etmeleri de ahlakın yegâne alametifarikalarından olabilir. Bu bağlamda, kurumların inşasını bir kenara bırakalım, var olanların dahi uçuruma sürüklendiği bir anda, yolsuzluk ve yoksulluk bataklığına sürüklenmiş Arap toplumlarında başlayan ayaklanmalar, içerisinde her türlü iktisadi, içtimai ve politik dinamikleri barındırmış olmasına rağmen meselenin temelinde bireysel düzlemden toplumsal anlayışa ve ahlaka evrilememenin yattığını düşünüyorum.
Taha Abdurrahman perspektifinden ise dinin siyasetten ayrılamayacağı gibi dinin ahlaktan da ayrılamayacağına daha fazla kafa yorarak, Müslümanlık iddiasında bulunan ülkelerin önünde bireylerinden başlayarak peyderpey inşa etmesi gereken bir süreç var. Sadece devlet adamlarına ya da ülkeleri yöneten tebaalara değil aynı zamanda kurumlar vesilesi ile fertlere de anlatılması gereken bir pedagojik sürece de ihtiyaç vardır. Velakin siyasetin kısa zaman odaklılığı ve bireylerin yoğun yolsuzluk, yoksulluk ve adaletsizlik altında ezilirken yaşamlarını idame ettirme kaygıları göz önüne alındığında, Müslüman dünyanın bir kısır döngü içerisinde olduğunu da değerlendirmek gerekir.
Peki ahlaki yozlaşmışlığı -yöneten ve yönetilenlerden bağımsız olarak- nasıl ortadan kaldırabiliriz? Bunu Malek Bennabi külliyatında da geçtiği gibi günümüz dünyasının gereklerine uygun bir din eğitimi, bu din eğitiminin nasıl verileceğine dair bir pedagojik yol haritası ve bu haritanın nasıl gittiğine dair bir pratik hayat tecrübesi ile aşabiliriz. Bu pratiği ise günün gerekliliklerine yanıt vererek, teknoloji ve çağın ilerleyişine ayak uydurarak, ama kendi değer ve norm kümesinden çıkmayarak, ahir zaman edebiyatlarına girmeyerek, dogmatik veya kendini yenileyemeyen fetvalardan sıyrılarak başarmanın yolu ise, yine Malek Bennabi’ye göre “bürokratik karışıklığın içerisindeki kibirli memurlardan, kamuoyuna yalakalığa alışık anarşistlerden ve en önemlisi ahlaki ölçüsü partisinin ya da cemaatinin/grubunun direktifleri ile şekillenen” insanlardan ayrılmış bir güruh ile mümkündür.
Böyle bir grup ile verilecek ahlaki eğitimin, kendi kültür havzaları içerisinde büyümesi ve gelişmesi ile geçmişte olduğu gibi başarabileceği iktisadi, içtimai ve siyasi başarılar ise bir coğrafyanın içerisinde bir ülkeden diğerine kolaylıkla aktarılabilecektir. Bunu yapabilmenin yegâne şartı ise özgür düşünceye açılan ahlaki pedagoji metodolojisinin revize edici diyalog -bu ifade Taha Abdurrahman’a ait olup aşağıda da değinilecektir- ile üreteceği fikir ve düşüncenin mütemadiyen yenilenmesi ve taze şekilde zuhur etmesidir. Dolayısıyla din eğitimi ile sosyal hayat arasında dinamik ve bir o kadar da eleştiriye tahammüllü bir etkileşim vuku bulacaktır.
Arap aklı ve medeniyeti, bu imtihanları önce devlet ve kurumları, daha sonrasında ise yaşanan iktisadi problemlerden ötürü bir türlü aşamadığı için, çoğu zenginlik içinde fakirlik yaşıyorken Arap Baharı başlamıştı. Konunun özünün kendi geçmişlerinde var olan fikir gücünü ahlak ile birleştirecek gücü bulamayışları ya da ulaşmaya çalışırken devlet mekanizmalarının tamamının bu hedeflere ket vurmasıyla açıklanması kuvvetle muhtemel. Ancak, Arap Baharı’nda ister devlet eliyle olsun ister bireysel bağlamda, ahlaki çöküşün yeri fazlasıyla mevcuttur.
Fikre Dair
Al Jazeera Türk’te yayınlanan “Muhtaç Olduğumuz Fikri Devrim” adlı bir diğer yazısında Moncef Marzouki, az evvel ahlaka dair kısımda zikrettiğim kendini sürekli yenileyen bir fikir inşasının da gerekliliğinden bahseder. Marzouki, “sürekli hareket/devinim halindeki bir dünyayı sabit düşüncelerle anlayamaz ve geliştiremezsiniz” diyor. Yani fikri dünyamıza dair duyduğumuz ihtiyaç sadece salt fikirlerle donatılmış geçmişe özlem veya tamamen Batılı bir felsefi altyapıya dayalı unsurlardan değil, sürekli bir değişim ve gelişimle ama aynı zamanda kendisini de sürekli eleştiren ve eleştiriye açık hale getiren bir fikri süreci inşa ile mümkündür. Belli bir ideolojinin arkasında kayıtsız şartsız saf tutarak değil, soğukkanlı ve derinlemesine düşünerek, kendi medeniyetinin değerlerinden ve insanlığın birikiminden en azami şekilde faydalanarak elde edilmiş fikirler kümesi, insanlığı da her seferinde Wael Hallaq’ın tabiriyle bir üst ahlaki ve etik seviyeye çıkaracak, insanı meta olarak değil, düzeni kuran ve şekillendiren bir yapı olarak görecektir.
“İnsanlar nizamı yıkmak istiyor” nidaları ile sokakları inleten Arap protestoları gösterdi ki, adalet arayışının her geçen gün arttığı, yolsuzlukların had safhaya ulaştığı, doğruluk, dürüstlük gibi değerlerin artık sadece retorikte kaldığı ortamlarda ahlaki ve fikri devrimlere duyulan istek eskilerden daha fazladır. Sadece kendi aşiret mensubu üyelerinin işe girdiği, devlet ile olan dirsek temasları neticesinde sadece belli kesimlerin karar mekanizmalarında yer aldığı, her zaman bir adım daha yakın olunan kamu ihalelerinin temini, bireysel ve toplumsal yıpranmışlığın nerelere kadar uzandığını gösteriyor. En önemlisi fikri devrim sağlanamamışken, konuşulan ya da üzerinde keskin ifadelerle durulan demokrasi kavramı, içini dolduracak ve istikrarlı bir şekilde gelişimini devam ettirecek beşerî ve sosyal sermeye olmadığı için belki de hiçbir zaman konsolidasyona ulaşamayacak.
Bu sebeplerdendir ki, devletlerin ve tabi grupların farklı düşüncelere olan tolerans ve kendinden olmayana empati ile bakma anlayışının noksanlığı, 10 yıl önce Tunus’ta başlayan sokak protestolarını hemen hemen bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasına yaymıştır. Fakat umulan sonuçlara yine aynı sebeplerden dolayı ulaşılamamıştır. Süreç Suriye’de iç savaşa, Yemen’de Houthileri bertaraf etmek için Suudi Arabistan liderliğinde bölgesel bir çatışmaya, Libya’da bir türlü kurulamayan hükümetlere, Mısır’da gelmesine ramak kala uzun bir süre bir daha rafa kalkan demokrasi arayışına ve sonunda en başarılı kabul edilen Tunus’ta bir türlü varılamayan toplumsal mutabakata kadar uzandı. En son geçen yıl Tunus’ta gerçekleşen örtülü darbe, yaşanan sosyal, iktisadi ve politik çıkmazları bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır.
Körfez ülkelerinin ise bu süreci en az hasarla atlatmış olmalarındaki yegâne sebep, var olan finansal kaynakların seferber edilmesi ve sahip oldukları az nüfus olsa gerek. Yoksa süreç en tabii şekilde Körfez ülkelerini de derinden etkiyebilirdi. Arap Baharı’ndan ise geriye çoğu yerde ekonomik problemler ve batma noktasına gelen hükümetler, irili ufaklı devam eden protestolar, ambargoların ardından daha da sertleşen politikalar, ayaklanmaları küçük makyajlamalarla geçiren; ancak esas problemlerini çözemeyenler ve en nihayetinde zulüm altında toprakları işgal altında kalan ülkeler kaldı.
Tüm bu yaşananlar, bir zamanlar eğitimin ve kültürün başkentleri sayılabilecek ülkelerde olurken, son iki yüzyılda yaşananlar, aslında sorunun çok taraflı olmasına rağmen fikri tükenmişlikten kaynaklandığını gözler önüne seriyor. Batılı ülkelerin bu coğrafya üzerindeki düşünce ve hedefleri bir bir sonuca ulaşırken, Malek Bennabi’nin bu durumu “al-qabiliyya lil-isti’mar” kavramıyla, yani sömürüye olan yatkınlık ile açıklaması ise çok derin anlamlar içermektedir. Sömürgecilik düşüncesi halen mevcut, fakat Malek Bennabi var olan beşerî ve sosyal kaynakları en verimli şekilde kullanmayıp, kendisini sömürülebilir hale getiren toplumlara da seslenerek bu durumun esas müsebbibi biz olabiliriz demek istiyor. Sömürge haline gelmemek içinse yine fikre ve onun önemine değiniyor.
Bu cihetten bakılınca, esas uzlaşı ve toplumsal mutabakatın anayasa maddeleri üzerinde değil de fikirlerin çarpışmasından oluştuğu kanaati bizlerde hasıl olabilir. Kendi üzerimize düşenleri yapmayıp bir de üzerine emperyalist güçleri suçlamak, içinden çıkılmaz bir kısır döngüyü beraberinde getiriyor. Pekâlâ, buraya kadar bahsedilen ahlaki ve fikri temeller nasıl atılacak da, sömürü olmaya yatkınlık ortadan kalkacak? Bu can alıcı soru içinse ahlak ve fikrin beraber inşasının nasıl olacağını incelememiz gerekmektedir.
Ahlak ve Fikrin Beraber İnşasına Dair
Malek Bennabi’nin bahsettiği bir medeniyetin inşası için gerekli şahıs -fert değil-, toprak ve zaman mefhumlarının oluşumu, üzerinde yıllar sürecek ayrı ayrı çalışmalardan sonra mümkün olabilir. Öncelikle bütün bireyleri toplumun bir parçası olarak görerek, yani onlar olmadan toplumun da olamayacağı anlayışını aşılayarak oluşturulacak şahsiyet mefhumu, daha sonrasında ise ekonomik, sosyal ve politik olarak nasıl kullanılacağı uzun istişareler sonucunda kararlaştırılan toprak fikri. Sonunda ise en verimli şekilde kullanılan zaman kavramı neticesinde ortaya çıkacak olan bir medeniyet tanımı.
Taha Abdurrahman, “bir kültür ya da alt kültür başkalarının uygulamalarını tamamen alarak değil en başta onları terk edip, kendi içinden, kendine has materyalleri inşa edip günün ruhunu yakalayabilmelidir” der. Buradan da anlaşılacağı üzere, eğer kendi düşüncelerimizi inşa edeceksek, modern dünyanın bize uygun ve yatkın taraflarını da kullanarak, ama daha sonra bunların tamamını ciddi bir yerel eleştiri süzgecinden geçirerek, kendi içimizde sorunların çözümünü aramak, iktisadi ve bir o kadar da sosyal ve politik muvaffakiyetimiz için bir gerekliliktir. Dünyanın bütün ülkelerinde en başta kendimizden başlayarak nasıl daha müreffeh ve adil bir nizamı inşa etmeliyiz noktasını reaksiyoner değil aksiyoner olarak belirlemek istiyorsak bu süreç hayli mühimdir. Direkt imitasyon ile çağımızın hastalıklarını yaşamaya devam eder ve bunlara sistematik bir çözüm bulamayız.
Arap Baharı’nın ardından gelen çoğu tartışma ya direkt olarak şeriatın gelmesi ya da Batı modernitesinin tamamen taklidi üzerine olmuştur. Aslında olaylar da bir hayli hızlı şekilde bütün ülkelere yayılınca bu konu ile alakalı bizim kültürümüzün derin analizleri fikir ve ahlak zaviyesinden pek yapılamamıştır. Ancak ilerleyen zamanlarda bu tarz konular muhakkak konuşulabilir, çünkü ahlak tek başına ulaşılabilir ve sadece kendi ev sınırları içerisinde yaşanılır bir konu olmamakla beraber, fikir ya da fikirler de uygulanması bireysel bir başlangıçla olmasına rağmen, enerjisini toplumsal hareketlerden alır. Yani gerçek devrimler, muhtevasında her zaman derin ahlaki sinerjiler ve fikri dinamikler barındırırlar.
Devrime Dair
Yazıya gelebilecek eleştirilerden en önemlisi, bu yazılanların tamamının birer ütopya olduğu ya da pratiğe dair bir şeyler söylemediğidir. Bu eleştiride haklılık payı olmasına rağmen, yazılanlar ütopya değil, olsa olsa bizlerin asimptotik idealleri olabilir. Dr. Ovamir Anjum’un da bahsettiği asimptotik idealler -matematikteki bir değerin sürekli ve an be an sıfıra yaklaşması; ancak tam sıfıra ulaşmasının çok yakın bir gelecekte değil de epey ileride olacak olması gibi- yazılanların peyderpey de olsa bir gün “asimptota” ulaşacağı ama bunun çok uzun zaman alacağı gerçeğidir.
O halde soru, kısa vadede neler yapılabileceği olabilir. Dünyada yaşanan fakirliği, yoksulluğu, yolsuzluğu ve adaletsizliği düşününce, Taha Abdurrahman’ın tabiri ile revize edici ve müzakereci bir diyaloğa girilmesi gerektiği bizlerde hasıl olacaktır. Yenileyici, günün şart ve imkânlarına göre kendini sürekli yenileyen; ancak içinde olduğu iktisadi ve sosyal doktrinleri de ötelemeden, onun içinden kopup gelerek, yani eleştirileri sunup yerlerine yenilerini ikame etmeye çalışmak en rasyonel yöntem olabilir. Bunun için ise içinde var olan paradigmalarla can yaksa da belli bir süre devam ederek, yenileyici müzakere ile onları sürekli eleştirip nelere yanıt vermediklerini anlatmak da en mantıklı yol olabilir. Bir yandan da var olan düzenin dünyadaki her bir ferdin ahlaki, etik ve beşerî kalkınması için değil de birkaç milyon milyarderin daha da zenginleşmesine uzanan bir gayesi olduğunu müzakere edici diyalog ile sürekli anlatarak kitleleri ikna etmek gerekiyor. Bunu yaparken ise, inandığı ve yaşadığı değerlerden şüphe etmeden bunu başarabileceğini önce kararlı şekilde göstermek ve asimptotik idealleri unutmamak gerekmektedir. Bu kararlılıkla ahlak ve fikirle temelleri atılmış devrim nevi zuhur edecektir.
Hülâsa
İhtiyaç duyduğumuz ahlaki ve fikri devrimi, kısaca şahsiyet meselesini, derinlemesine düşünerek ve bu düşünceyi kendi kültürel havzalarımızdan geçirerek medeniyet oluşumuna aralanan bir kapı olarak tanımlayabiliriz. Arap Baharı’na iten sürecin bütün çalışmalarda farklı çıkmazlardan kaynaklandığını fazlasıyla dinledik; ancak ahlaki-fikri düzlemde yapıla(n)cak çalışmalar belki birileri tarafından “ütopya” olarak görüldüğünden ya da kısa vadede hiçbir şeye merhem olmayacağı düşünüldüğünden göz ardı edilmiş olabilir. Ahlak ve fikre olan vurgu, gelecek nesiller açısından ve onlar için oluşturmak istediğimiz kurumlar açısından da son derece önemli.
Bireysel gelişimin yanında, devlet olarak yapılması gerekenler ise yaşanan sorunlara karşı ikiyüzlü ve çıkarcı politikalar üretmek yerine daha uzun vadeli ve müreffeh bir dünya oluşturma gayreti olmalı. Salt ekonomik büyüme odaklı belirlenen politikalar kısa vadeli çözümler muhakkak üretecektir; fakat uzun vadede herkes başladığı yere dönecek ve belki de başladığı yeri dahi mumla arayacaktır. Elde edilmesi istenen devrimlere, asimptotik idealler çerçevesinde el ele vererek, dayanışma ve diğerkâmlık sayesinde ulaşılacaktır.
Kaynaklar
Umran’dan Uygarlığa – Cemil Meriç
Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu– Malek Bennabi
İslam Dünyasında Fikir ve Put – Malek Bennabi
Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında – Taha Abdurrahman
Reforming Modernity: Ethics and the New Human in the Philosophy of Abdurrahman Taha – Wael Hallaq
https://www.perspektif.online/ahlakin-sosyolojisi/
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/muhtac-oldugumuz-fikri-devrim
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/muhtac-oldugumuz-ahlaki-devrim
https://yaqeeninstitute.org/read/paper/who-wants-the-caliphate