Filistin Davasının Küresel Şiddet ile İmtihanı

Dünyanın farklı şehirlerinde gerçekleşen protesto ve destek yürüyüşleri, boykot çağrıları ve belirli markaların boykotlarla hedef alınması Filistin’le dayanışmanın örnekleri. Ancak madalyonun öteki ve daha karanlık yüzünde küresel güvenlik bürokrasisinin cevabını merakla beklediği bir soru var: Filistin’de yaşanan bu çatışma uluslararası terörizmde bir artışa neden olur mu?

israil filistin

Filistinli direniş gruplarının 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’e yönelik gerçekleştirdiği saldırının ardından, İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı hava ve kara operasyonunun bilançosu giderek ağırlaşıyor. İsrail’in kadın, çocuk, yaşlı, genç, kilise, cami, okul, hastane ayrımı gözetmeksizin intikam hırsı ile sürdürdüğü işgal harekâtı sosyal medya başta olmak üzere yaygın iletişim araçlarıyla dünya çapına yayılmaya devam ediyor. Günbegün sayılarına yenisi eklenen çarpıcı görsellerin, çatışmalardan fiziksel olarak etkilenmeyenler için dahi tahammül edilemeyecek boyutlara ulaşmasının zihinlerde kalıcı etkiler bırakacağını tahmin etmek güç olmayacaktır.

 

İsrail’in bu saldırganca tavrına karşılık Filistin ile dayanışmanın ne şekillerde yürütülebileceği de tartışılan konular arasında. Dünyanın farklı şehirlerinde gerçekleşen protesto ve destek yürüyüşleri, boykot çağrıları ve belirli markaların boykotlarla hedef alınması bu dayanışmanın örnekleri. Ancak madalyonun öteki ve daha karanlık yüzünde küresel güvenlik bürokrasisinin cevabını merakla beklediği bir soru var: Filistin’de yaşanan bu çatışma uluslararası terörizmde bir artışa neden olur mu?

Bu yazı kaleme alınmaya başladığında konuya ilişkin olarak en çarpıcı örnek Filistin’deki saldırıdan sadece dokuz gün sonra, 16 Ekim tarihinde Belçika’nın başkenti Brüksel’de gerçekleşen ve iki İsveç vatandaşının ölümü ile sonuçlanan terör eylemiydi. Saldırının Filistin’deki olayların başlamasından kısa bir süre sonra yaşanıyor olması akıllara az önceki soruyu getirse de yetkililer motivasyonun İsveç’teki Kur’an yakma eylemlerine misilleme olduğu yönünde görüş bildirdiler. Ancak bu tarihten sonra da Fransa, İngiltere, Almanya gibi çeşitli ülkelerde Yahudileri hedef alan saldırıların sayısında önemli bir artış gözlenmeye devam etti. Son olarak Fransa’daki Eyfel Kulesi yakınlarında bir Almanya vatandaşının ölümü ile sonuçlanan olayın medyaya yansıyan tarafında IŞİD’e bağlılık yemini videosu bulunan İran asıllı Fransa vatandaşının “Afganistan ve Filistin’de ölenlerden rahatsızlık duyduğu” için bu eylemi gerçekleştirdiği iddia edilecekti.

 

Filistin Direnişinin Kara Eylül’ü

 

Söz konusu küresel terörizm ve Filistin olduğunda hafızalarda canlanan, 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren yine çoğunlukla Avrupa şehirlerinde yaşanan, ancak bu sefer daha ziyade devrimci-Marksist bir söyleme sahip eylemciler oluyor. Özellikle 1970 tarihi Filistin direniş grupları açısından tarihi bir kırılmaya işaret etmekte. Tarihe “Kara Eylül” olarak geçen ve Filistinli “direnişçi gruplar” ile Ürdün yönetimi arasında, isminden de anlaşılacağı üzere Eylül 1970’te başlayan çatışmalar Filistinliler açısından büyük bir yenilgi ile sonuçlanacak ve örgütler Lübnan’a çekilmeye zorlanacaktı.

 

Ürdün’de bulunan mülteci kamplarını kendilerine üs olarak seçen el-Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi dönemin önde gelen grupları, bölgeden İsrail’i hedef alan sınır ötesi saldırılar gerçekleştiriyorlardı. 1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşının gölgesinde Ürdün yönetimi Filistinli grupları kendisi açısından bir avantaj olarak görme eğilimindeydi. Öyle ki Altı Gün Savaşları’ndan bir yıl sonra İsrail’in Ürdün’ün Karameh kasabasına karşı başlattığı saldırıda Filistinli grupların geri adım atmaması, kendileri açısından tarihi bir kazanım olacak ve özellikle Yaser Arafat’ın ünü bu olaydan sonra giderek artacaktı.

 

1970’in yaz aylarına gelindiğinde ABD’nin sunduğu barış anlaşması planına dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır ve Ürdün Kralı Hüseyin’in olumlu yaklaşmaları Filistin sokağında şok etkisi yarattı. 1952’deki Hür Subaylar darbesiyle Arap siyasetinde yeni bir sayfanın açılmasına neden olan ve Arap milliyetçiliğinin sembollerinden birisi haline gelen Nasır’ın bu çıkışı, Filistinli direniş gruplarının kendilerini ihanete uğramış hissetmelerine yol açacaktı. Arap-İsrail çatışmasında daha önce örneği görülmemiş yeni bir statüko ile karşı karşıya kalınmıştı: Filistinli direnişçi yapılara karşı olan Arap devletleri.

 

Adeta köşeye sıkışmış hisseden Filistinli gruplar hedef olarak açıkça Ürdün Kralı Hüseyin’i seçmişlerdi. Haziran’dan Eylül’e kadar Kral’a yönelik iki suikast girişimi gerçekleştirilmişti. 20’nci yüzyılda adlarının hafızalara kazınacağı bir stratejiye girişeceklerdi: Uçak kaçırma eylemleri. 6 Eylül 1970 günü Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyeleri Frankfurt, Zürih ve Amsterdam’dan kalkan üç uçağı kaçırarak ikisini Ürdün’e birini Mısır’a inmeye zorladılar. Bu olaydan üç gün sonra Bahreyn’den kalkan bir uçağı daha Ürdün’e indirmeyi başardılar.  Mesaj çok açıktı: Her iki ülkeyi de geri adım atmaya zorlamak. Bölgesel ve küresel güçler içinse Filistin sorunu kendileri açısından geleceği belirsiz bir soruna dönüşmekteydi. Yaşanan çatışmalarda sayıları 4.000’e varan Filistinli direnişçi hayatını kaybedecek ve örgütler Lübnan’a çekilmeye zorlanacaktı.

 

Filistin Davası Sınırları Aşıyor

 

Ürdün’de yaşanan kayıplar ve Filistin siyasi hareketinin sürgüne zorlanması, aynı zamanda Filistin sorununun kitleselleşmesi ve küreselleşmesine zemin hazırladı. Bu süre zarfında 1970’lerde yükselişte olan devrimci şiddet Filistin davası ile gerek ideolojik gerekse de kurumsal irtibatını kuvvetlendirme yoluna gitti. Batı Almanya merkezli Baader-Meinhof Grubu olarak da bilinen Kızıl Ordu Fraksiyonu ve Japonya’daki Yeni Sol’un önemli temsilcilerinden benzer bir isme sahip Japon Kızıl Ordu, Filistin sorununda olabildiğince aktif iki yapılanma olarak kendini göstermekteydi.

 

1970’lerdeki uçak kaçırma eylemlerine ek olarak sorunun uluslararası kamuoyunun gündemine gelmesi adına dönüm noktası denebilecek olay, 1972’de Münih Olimpiyat Oyunları’nda yaşanmıştı. İsrail’i temsil eden sporcu grubunun üyeleri “Kara Eylül” adı verilen Filistinli grup üyeleri tarafından rehin alındı. Filistinlilerin öncelikli talebi Filistinli mahkûmların ve o tarihlerde tutuklu bulunan Batı Almanya Kızıl Ordu Fraksiyonu üyelerinin serbest bırakılmasıydı. Bu eylem sonucu saldırganlar dâhil toplam 17 kişi hayatını kaybetmişti. Elbette bu olay daha sonra ünlü yönetmen Steven Spielberg tarafından beyazperdeye uyarlanarak kültürel hafızadaki yerini de sağlamlaştıracaktı.

 

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin başını çektiği saldırıların çarpıcı bir şekilde yalnızca İsrail’i değil diğer ülke vatandaşlarını da hedef seçtiği dikkatlerden kaçmamalı. Uçak kaçırma eylemlerine daha sonra havalimanı saldırıları da eklenmişti. Bunun en çarpıcılarından birisi İsrail’in Lod Havalimanı’na yönelik saldırıydı. İsrail-Filistin çatışmasının küreselleşmesinin en belirgin örneklerinden birisi olan Mayıs 1972’de gerçekleştirilen bu saldırıdan sağ yakalanan tek kişi -Kōzō Okamoto- Japon Kızıl Ordu üyesiydi. 26 kişinin hayatını kaybettiği eylemin ardından yargı karşısına çıkarılan Okamoto, 13 yıl hapsin ardından esir takası sonrası serbest bırakıldı ve yaşamına Lübnan’da devam etti.

 

Bu noktada hafızalardan çıkartılmaması gereken ve özellikle 7 Ekim saldırısı sonrasında Türkiye’de yaşanan Seküler-İslamcı tartışmasında sıkça gündeme getirilen bir soruyla karşılaşıyoruz: “Devrimciler Filistin’e giderken İslamcılar neredeydi?” Soru aslında 1968’den başlayarak Filistinli direniş grupları ile irtibat kuran ve özellikle Lübnan’daki kamplarda eğitim gören Türkiye vatandaşı sol devrimcilere referans yapmakta. Sayıları net olmamakla birlikte 1.000’den fazla kişinin bu kamplara gittiğini söylemek yanlış olmayacaktır ve toplamda 39 kişi bu bölgede hayatını kaybetmiştir. Burada temel motivasyon Türkiye’de artan siyasi baskılardan kaçarak kamplarda aldıkları eğitimin ardından dünyadaki benzerleri gibi bir devrimi kendi ülkelerinde gerçekleştirmekti. “Filistin kampları” imgesinin Türkiye devrimci solunun hafızasında, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının buralarda bulunmalarının ardından yer etmiş olmasıyla birlikte PKK ve ASALA gibi örgütlerin de Filistinliler ile yakın temas içerisinde olduğu akıllardan çıkarılmaması gerek. Bu hareketliliğin Türkiye’nin o tarihlerde “problemli” ilişkiler içerisinde olduğu ve Filistinli grupları kendi dış politika hedeflerinin aracı olarak kullanan Suriye üzerinden yürütülmüş olması önemli bir detay. Türkiye solunun devlet dışı şiddet ile olan ilişkisinin İslamcılara kıyasla daha erken dönemlere dayanması, Türkiye’deki İslamcıların aynı tarihlerde Filistinli gruplarla angaje olmalarının önündeki engellerden biri olarak sayılabilir.

 

Filistin direnişinin, uçak kaçırma eylemleri, rehin alma operasyonları ve dünyanın farklı başkentlerindeki İsrail diplomatik temsilciliklerine gönderilen bombalı paketler gibi eylemleri kendisinin hızla küresel şiddet sarmalının motifi haline gelmesine sebep oldu. Ancak bu durum Filistinli grupların Ürdün’den sonraki güvenli bölgesi Lübnan’ın, İsrail tarafından işgal edilmesi ve örgütlerin dünyaya dağılmasının ardından sönümlenecekti. Arap devletlerinin, başta Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ve Ürdün kralı Hüseyin’in İsrail ile normalleşme çabaları, kaçınılmaz olarak Filistin davasının sembol siyasi karar alıcılarını da belli geri adımlar atmaya zorlamıştı. Bunda elbette Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat’ın İsrail’i tanımasının ve iki taraf arasında barış anlaşmaları sürecinin başlamasının da etkisi büyüktü. 1987 yılında lidersiz bir halk hareketi olarak patlak veren İntifada ise sürecin tekrar “Filistinlileşmesi” ile sonuçlanacaktı. 

 

Aksa Tufanı Sonrası Küresel Şiddet Olasılığı

 

Hamas örgütünde sembolleşen Filistin İslami hareketinin direniş ve şiddet ile bütünleşmesi, yukarıda ele alınan tarihsel sürece kıyasla daha ulusal bir kurtuluş mücadelesinin de başlangıcıydı aynı zamanda. Silahlı direnişi tek çözüm yolu olarak gören, İslami söyleme sahip yapıların Afganistan, Bosna, Çeçenistan ve Irak gibi çatışma bölgelerinde isimlerinden söz ettirmeye başladıkları 1990’lar ve erken 2000’lerin aksine, Filistin-İsrail çatışmasının her geçen gün yerelleştiği gözlerden kaçmamalı. Bürokratik nedenlerle yabancı devletlerle dış politika hamleleri gerçekleştirse de, Hamas’ın diğer savaş bölgelerinde olduğu gibi ülke dışından kendi saflarında çarpışacak gönüllülerin katılımına karşı tutumu sert olacaktı. Bunun belki de tek istisnası 2000 yılında İngiltere vatandaşı iki yabancı gönüllünün Tel Aviv’de gerçekleştirdiği intihar saldırısıydı. Saldırganlardan birisi üzerindeki bombayı patlatırken diğeri başarısız olacak ve cesedi şaibeli bir şekilde deniz kıyısında bulunacaktı. Gerek yabancıların intihar eylemleri düzenlenmesinin yarattığı operasyonel karışıklık gerekse de takip eden yıllarda Afganistan ve Irak’ta yabancı savaşçılık kavramına uluslararası kamuoyunda yüklenen olumsuz anlam, Filistinli grupları bu gibi eylemlerden uzaklaştıracaktı.

 

Bu, Hamas’ı İslamcı gruplar arasında hangi noktaya yerleştireceğimiz ile de yakından ilişkili bir konu. İsrail, 7 Ekim’den sonra karşı propaganda hamlesiyle “Hamas=IŞİD” sloganında görüldüğü gibi bir ilişki oluşturmaya çalışsa da gerçeğin bundan çok farklı olduğunun altını çizmek gerekiyor. Hamas, 1987 yılında yayınladığı bildirgesinde özellikle “Küresel Cihad” diye adlandırılan yaklaşımın düşünürlerinden Abdullah Azzam’ı andıran, nerede olursa olsun yardımına koşulması gereken bir Müslüman ulusun parçası olduğu imajı vermesine rağmen örgütün siyasi faaliyetlerinin el-Kaide ve IŞİD gibi “küresel hedefleri olan örgütlerden” olabildiğince farklılaştığı görülüyor. Bu nedenle Hamas’ı, tıpkı Rusya’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren Çeçenistan’da görüldüğü gibi, dini ve milliyetçi söylemi aynı potada eriterek kendi ulusunun bağımsızlığına şiddet kullanarak ulaşmak isteyen bir ulusal kurtuluş hareketi olarak tanımlamak daha uygun olacaktır. Filistin toprağının ve sürgündeki Filistinlilerin kendilerine yer buldukları bu hedefe giden yolda, kendisi gibi Filistin özgürlüğünü amaç edinen ancak ideolojik farklılıklara sahip Marksist-Leninist gruplarla ortak bir masada strateji geliştirmekten kaçınmaması da bu birikim ve bakış açısından ileri gelmektedir. Hamas’ın Müslüman Kardeşler bağı -ki 2023 yılı itibarıyla bu bağın çok zayıf veya neredeyse olmadığını söylemek daha doğru olacaktır- aidiyetinin ve sorumlu olduğu mercinin bu üst kimlik olduğu şeklinde yanlış bir okumaya yol açabilmektedir. Örgütün Filistin’e ve Filistinli olmaya yaptığı vurgu ve bu amaca yönelik gerektiğinde şiddet kullanarak Gazze’deki el-Kaide’ye biatlı kişi ve grupları bastırmasını “Küresel Cihad” ile Hamas arasındaki gergin ilişkiyi göstermesi açısından tarihsel bir veri olarak örnek gösterebiliriz.

 

Filistin-İsrail çatışmasının 75 yıllık tarihinde, şiddetten barışçıl eylemlere her şeyin denendiğini söylemek hatalı olmayacaktır. 7 Ekim’de Hamas ve beraberindeki Filistinli silahlı direniş gruplarının İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırı, ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı işgal girişimi ve devam eden soykırımın, bu tarihsel çerçeve içerisinde okunduğunda yeni bir küresel şiddet dalgasına neden olma ihtimali olabildiğince güç gözüküyor. Bunun tersi bir durum ancak Filistinli gruplar içerisinde, tıpkı 1970’teki Kara Eylül hadisesinde olduğu gibi, direnişin farklı fraksiyonlara bölünerek bağımsız hareket eden yapılar kurmalarıyla mümkün olabilir. Filistin’i, etrafında birleşilecek bir hareket noktası olarak belirleyen ve küresel şiddeti tekeline alma çabasına girişecek bir grubun bu süreçte ön plana çıkması sürpriz olmayacaktır. Ancak bu da temelde Filistin’in özgürlük mücadelesine zarar vereceğinden ve benzer hadiselerin yeniden yaşanmasının ortaya çıkaracağı olumsuzluklar da göz önüne alındığında “Filistin’deki şiddetin küreselleşmesi/teröristleşmesi” oldukça uzak bir ihtimal olarak görünmektedir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.