Filistin-İsrail: Yeni Bir Arap Baharı mı?
Hamas ve birbirinden ideolojik olarak farklı grupların Filistin tarihinde ilk defa ortak kapsamlı bir operasyon yapma iradesi ve dünya kamuoyunda yaşanan derin bölünme, yeni bir Ortadoğu’nun habercisi olarak okunabilir.
Arap Baharı 2010 yılında başlayıp etkileri günümüze kadar devam eden bir dizi sosyal ve siyasal olayın genel adı. Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendini yakması birçok Arap diktatörün sonunu getirse de ülkelerin hiçbirinde halkın talep ettiği iyileşme ve istikrar ortaya çıkmadı. Hatta devrik liderlerin yerini alan yeni liderler ülkelerin 2010 öncesi ayarlarına dönmesine sebep oldular.
Filistin, 1948’de İsrail devletinin bir proje olarak bölgede “yaratılması”na kadarki süreçte çeşitli halklara ve din müntesiplerine ev sahipliği yapan bir ülke. Filistin halkı aradan geçen 75 senede savaşlara, direnişlere, çatışmalara, göçlere ve ölümlere çokça şahit oldu. 2023 yılının 7 Ekim tarihi ise yeni bir dönüm noktası olarak görülüyor.
İsrail uzun yıllar gücünün başka ülkelerin halklarının zihninde yarattığı mitolojik imaj ile birçok kazanım elde etti. Türkiye’de muhafazakâr camiada her şeyi bilen ve gören, tanrısal yetkinliğe sahip olarak tanımlanan Siyonizm miti Osmanlı’nın son dönemine, oradan da Yahudi kimliği ile neredeyse tarihin tüm kritik aşamalarında gizemli tarihsel figür olarak yaratıldı. Bu mitolojik ve tanrısal figüre karşı Filistin’deki çeşitli yapıların gerçekleştirdiği saldırılar ise genelde komplo teorilerine kurban edilerek yok sayıldı. Öte yandan Arap ulusu ile İsrail arasında yaşan gerilim ve çatışmaların galibi olması da İsrail’in elini bölgede ciddi derecede güçlendirdi. Bugün gelinen noktada hem dünyada yaşanan bazı krizlerin hem de değişen politik ve siyasal dengelerin etkisi ile bölgesel figürlerin hamlelerinde değişiklik gözlemliyoruz.
Arap Baharı Eksenindeki Ülkeler
İslam dünyası yeknesak bir şekilde Filistin’in yanında yer almadığı gibi Batılı devletler de bütünüyle İsrail yanlısı bir politika gütmüyor. Fakat ilginç şekilde 7 Ekim olayları politik ayrışmanın sınırlarının daha net ve katı şekilde çizildiğini gösterebilir.
2000’li yılların başına kadar karşılıklı ilişkilerin normal düzeyde devam ettiği Tunus’un 2000 sonrası İsrail’in Gazze saldırılarının ardından değiştiğine şahit oluyoruz. Tunus, Arap Baharı olaylarının ilk başladığı ülke ve Müslüman toplumun yaşadığı ülkeler arasında modernleşme politikalarını en erken uygulayanlardan. 1 Ekim 1985’te İsrail’in Tunus’taki FKÖ (Filistin Kurutul Örgütü) kamplarına yaptığı operasyon sonunda Tunuslu siviller de öldürüldü ama yine de ilişkilerin seyri değişmedi. Abdülnasır başta olmak üzere Arap devletlerinin İsrail’i bölgede izole eden tavırlarına karşın Tunus’un tavrı, Tunus ve İsrail arasında çeşitli ilişkilerin gelişmesini kolaylaştırdı. Fakat Tunus Cumhurbaşkanı Kais Saied birkaç ay önce basına verdiği bir demeçte Filistin davasına sahip çıkmanın önemine vurgu yaptı.
Cezayir’in, Tunus’tan farklı olarak hem halk hem de yönetim kademesinde Filistin’in yanında bir politika izlediğine şahit oluyoruz. Özellikle uzun yıllar Fransız sömürgesi altında derin acıların yaşanması ve Fransa’nın İsrail’e verdiği koşulsuz destek bunda etkin rol oynamış gibi görünüyor. Ayrıca Cezayir yine sömürgeciliğin bir yansıması olarak örgütlü İslami yapıların etkin olduğu bir ülke. Bu durum, yönetimin İsrail karşıtı karar alma süreçlerinde toplumsal tabanı ikna ve onunla uyum içerisinde olma süreçlerini olumlu etkilemiştir diyebiliriz.
Libya, Cezayir’den farklı olarak Kaddafi’nin İslami söyleme sırtını dayayan ama onunla da çelişen Arap milliyetçiliğini tetikleyen politikaları sayesinde İsrail karşıtı sol, sağ ve İslamcı yapılanmalara destek sağladı.
İspanya’dan sürgün edilen Yahudilerin tarihte ana güzergâhlarından biri olan Fas ise genelde denge politikası izlemeyi sürdürdü. 2022’de yayınlanan bir ankete göre Faslıların yalnızca yüzde 31’i İsrail ile normalleşme politikalarına destek veriyor.¹ Bu oran ciddi manada yüksek görünse de ülkenin yakın zamanda yaşadığı siyasal olaylar ve devam eden istikrarsızlık, Afrika’da Fransız sömürgesine karşı yükselen siyasi konjonktür, Batı karşıtı haliyle İsrail’i de odağa alan itirazları baskın ve güçlü kılabilir.
Mısır, Arap ülkeleri arasında politik bilinç düzeyi olarak en önde gelen ülkelerden denilebilir. Ayrıca kadim kültürel değerleri ve Nil vadisinin bereketli toprakları merkez olma iddiasını her zaman pekiştirmiştir. İdeolojik İslamcı kimliğin doğduğu topraklar olmasının yanında tarihsel olarak da İslam dünyasının liderliğini yapmış halkların başında Mısır geliyor. Toplum içinde ciddi etkin olan İhvan hareketi ve benzeri İslami hareketler halkın inanç düzeyinde siyasal paradigmanın etkin olmasını kısmen sağladılar. Yahudi toplumu ile kurulan tarihsel bağın çatışmacı yönünü, 1948 yılında İsrail devletinin “Araplar”a ait bir toprak parçasının üzerinde kurulması daha da derinleşti. Fakat Enver Sedat’ın halk düzeyinde herhangi bir ikna sürecine ihtiyaç duymadan İsrail ile ilişkileri normalleşme sürecine sokması, çeşitli grupların öfkesini üzerine çekmesine neden oldu. 1967’de Gazze ve Sina Yarımadası’nın işgali 1979’da karşılıklı adımlarla ortak bir noktada yumuşatıldı ve Mısır’a Yarımada tekrar verildi. Sedat’ın Batı merkezli politikaları sadece Mısır içindeki İslamcı kanadın tepkisini çekmekle kalmadı; aynı zamanda Rusya ve çeşitli ülkeler de bundan rahatsızlık duyuyordu. 1981’de bugün hâlâ çeşitli Selefi fraksiyonlara ilham olan Halid El-İslambuli tarafından suikast sonucu öldürülen Sedat sonrası Mısır’ın politikaları daha da Batı’ya yakınlaştı. İslambuli Mısır İslamcılığı içerisinde Selefiliğe kaymanın da bir sembolü gibidir. Onu önemli kılan şey bu suikast sonrasında İslamcılığın içinde yaşanan ayrışmanın Müslüman ülkelerdeki İsrail’e bakışı önemli ölçüde etkilemesi denilebilir.
Şii-Sünni Ayrışması
79 İran devrimi sonrasında teolojik alandan politik arenaya taşınan Şii-Sünni ayrışması Ortadoğu politikalarını da önemli ölçüde etkiledi. İran’ın Sünni dünya içerisinde ilişki kuramadığı devletlerin toplumları ile İslamcı organizasyonlar üzerinden ilişki kurması, İsrail ilişkilerinde çeşitli çatışmaları daha da artırdı. İran, Rusya ile kurduğu iyi ilişkiler sayesinde İslam dünyasındaki sol grupların da içinde etkili bir pozisyon alabildi. FKÖ’nün devrim sonrası İran tarafından gördüğü teveccüh, İran’daki İsrail Büyükelçiliği’ne asılan Filistin bayrağı ve FKÖ’nün resmî ofisi haline gelmesi ilişkileri daha da derinleştirdi.² İran’ın Arap dünyası ile yaşadığı tarihsel gerilimin politik yansıması olarak İsrail, Sünni dünyanın ev sahipleri ile daha yakın ilişki kurmaya çalıştı. Mısır ile 1978’de yapılan Camp David Anlaşması, İsrail’in bölgede kalıcı bir devlet haline gelmesini sağladığı gibi İslam dünyasındaki Şii-Sünni geriliminin politik ivme kazanmasına da olanak tanıdı. İran, Mısır ve diğer İslam ülkelerinden farklı olarak halkın politik kararları destekleme oranı bakımından avantajlı bir yapıya sahip. Mısır’da ve bölgedeki birçok ülkede karar alma süreçlerinin tepeden inme olması ve halkın inanç değerleri çatışması pratiğe geçme süreçlerini gerilimli çatışmalarla engelleyebiliyor.
Ürdün 1994’te İsrail ile barış antlaşması imzalayan ikinci ülke. Her ne kadar bugüne kadar iki ülke arasında sınır hatları da dahil çeşitli konularda gerilimi tırmandırmaktan uzak politika yürütülse de Netanyahu döneminde ilişkiler en alt düzeylere kadar geriledi. Ürdün Mısır’dan farklı olarak İsrail ile antlaşmasını daha kritik kavramlarla tanımayı tercih etti. Ürdün-İsrail anlaşmasında “saygı” vurgusunun yerini “ortaklık” kavramı, “güvenlik” vurgusunun yerini ise “işbirliği” kavramı aldı.³ Bu kavramsal çerçeve hem devletin tanınması hem de ilişkilerin ilerleyen süreçte aksaması ihtimalini göz ardı etmemek içindi. Öte yandan Ürdün ortaklık ve işbirliği ekseninde Avrupa ülkeleri ile ilişkiler kurmanın yollarını arıyordu, çünkü onu bölgede merkezi devlet haline getirmenin başka bir imkânı görünmüyordu. Ekonomik refahı düşük ve zenginleşme kaynakları sınırlı olan ülkenin en önemli güvencesi siyasal aktör olmaktan geçiyordu denilebilir. Bir diğer neden olarak bölgedeki siyasi istikrarsızlıklardan kaynaklı göç hareketlerinin kesişim noktasında olması da Ürdün’ü bölgesindeki ülkelerden farklı davranmaya itiyor gibi görünüyor.
Olası Sonuçlar
Arap Baharı tartışmalarının eksenindeki bu ülkelerin politik tavırlarını belirleyen önemli güçlerden Rusya, 1967’de Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail’le zaten sorunlu olan ilişkilerini sonlandırmıştı. Rusya, İsrail ile çatışmalarında Mısır ve Suriye’yi önemli ölçüde destekledi. Fakat Mısır’ın Sedat döneminden itibaren yaşadığı politik değişim, 2011 Arap Baharı sürecinde Suriye iç savaşı, bölgede Rusya’nın elinin daraldığı bir tabloyu ortaya çıkardı. SSCB’nin çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Orta ve Doğu Avrupa’nın demokratikleşme süreçlerindeki devletler İsrail’le diplomatik ilişkiler kurmaya istekli görünüyorlardı ve kurdular da. Rusya’nın yalnızlaşma süreci olarak ortaya çıkan bu tabloda Türkiye ve Rusya arasında yakın zamanda kurulan ilişkiler ve Afrika’da yaşanan siyasal darbeler bize yeni bir dönemi haber veriyor olabilir. Sahel bölgesinde yaşanan olayların sahada İran-Rusya-Çin yakınlaşmasını, buna karşı BAE, ABD ile İsrail’in ittifakını beslediği söylenebilir. Peki Afrika ve Ortadoğu’daki olaylar Filistin sorununu bölgesel kamplaşmanın öznesi haline getirebilir mi?
Bu soruya cevap vermek için henüz erken olabilir, fakat Hamas ve birbirinden ideolojik olarak farklı grupların Filistin tarihinde ilk defa ortak kapsamlı bir operasyon yapma iradesi ve dünya kamuoyunda yaşanan derin bölünme, yeni bir Ortadoğu’nun habercisi olarak okunabilir. Arap Baharı denilen süreci yaşayan ülkelerin neredeyse tamamı Gazze’ye uygulanan ambargoyu ve gayri insani şartları eleştiriyor. Öte taraftan Körfez ülkeleri arasında yaşanan ayrışma da çeşitli ittifak arayışlarını gündeme getiriyor. BAE ile Suudi Arabistan arasında yaşanan üstü örtülü gerilim ve uzaklaşma, tarafları farklı ittifakların kucağına itiyor. BAE hem bölgede hem de Afrika’da İsrail ile yakınlaşma stratejisi geliştirirken, Suudi Arabistan’ın kendi içinde normalleşme ve demokratikleşme hamleleri ılımlı bir İsrail ve Filistin talebi ortaya koymasını tetikliyor. Öte yandan artan ekonomik rekabet siyasal bir güç olarak merkezileşme iddialarını ve yeni ortaklık kurgularını pekiştiriyor.⁴ İsrail hükümeti bugün Afrika kıtasını yoğunlaştırılması gereken eski bir etki alanı (Etiyopya, Eritre, Kamerun, Gana, Fildişi Sahili, Uganda ve 20 yıldır Ruanda) ve yatırım yapılabilecek yeni bir etki alanı olarak görüyor.⁵ Bu ülkeler Arap Baharı süreçlerinden dolaylı veya doğrudan etkilenmiş ülkeler. İran’ın stratejik olarak yakın zamanda Suudi Arabistan ile ilişki kurma çabası, Türkiye-Mısır ve Türkiye-Suriye arasında 10 yıla yakındır devam eden krizin aşılma çabasında alınan yol gibi bazı kritik süreçler, Filistin’in içindeki güçleri tetiklemiş olabilir. Zira İsrail’in Ortadoğu’da ortaya çıkan krizlerden ve istikrarsızlıktan siyasi avantaj elde ettiği bariz şekilde gözlemlenebilir. Olası ortaklaşma çabalarının İsrail’in operasyonel alanını daraltması kaçınılmaz. Filistin’in başta İran olmak üzere kültürel ve siyasal müttefikleri ile başarı elde etmesi, ABD ve diğer Batılı ülkelerin bölgede merkezileşme çabasını sekteye uğratarak eksen kaymasına sebep olacaktır. Tüm dünyada artan ekonomik daralmanın yarattığı göç dalgasının en çok etkilediği ülkeler olan Cezayir, Tunus, Fas, Mısır, Türkiye, İran, Irak ve Ürdün bölgesel istikrarın ve ılımlı politikaların getireceği olası avantajlarla halklarını ikna etmek istiyorlar. Haliyle bu operasyona destek verilmesi ve Gazze’ye yapılan baskı ve saldırıları dünya gündemine alma çabası mutabakatların önünü açma stratejisi olarak görülebilir.
İsrail’in birçok alanda ekonomik anlamda başarılı olmasına rağmen yüksek askeri harcamaları her geçen sene dış borcun artmasına neden oluyor. İsrail kamuoyuna göre bu durumun temel sebebi hem kültürel hem de sosyal olarak baskın olan Ortodoks Yahudilerin devletin sosyal politikalarındaki etken olmaları. Haliyle olası bir Arap açılımının ve ılıman politikalara dayalı anlaşmaların daralan ekonomik ve sosyal sınıflara da refah getireceğine inanıldığı için Yahudi milliyetçisi hükümete karşı sık sık eylemler organize ediliyor. İsrail’de olası bir iktidar değişimi Filistin ile oluşturulacak mutabakatın iki taraf içinde esnekliğini artırıp hız verebilir. 7 Ekim operasyonunu Hamas veya Filistinli grupların bitişi olarak okumak, 2006 yılındaki İsrail-Hizbullah savaşını dikkate aldığımızda anlamsız kalıyor. Hizbullah’a o savaştan sonra artan teveccüh hem insan kaynağını hem de ekonomik gücünü artırmış gibi görünüyor. Hamas için de benzer bir süreç işlerse Ortadoğu’da değişen ittifaklar, Biden döneminde bölgedeki etkisi zayıflayan Amerika’nın merkezilik rolünü kırıp bölgesel yönetimlerin saha etkinliğini artırabilir.
__
¹https://www.lemonde.fr/afrique/article/2023/10/10/guerre-israel-hamas-le-maroc-en-position-d-equilibriste_6193587_3212.html
²Koç, Engin. İran ve Suudi Arabistan Rekabetinin İsrail ve Filistin Sorunu Üzerinden Analizi. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi ISSN:2147-7523, E-ISSN: 2630-5631 Cilt: 7, Sayı: 2, ss. 233-263
³Samuel Ghiles-Meilhac, «Tunisia’s relations with Israel in a comparative approach», Bulletin du Centre de recherche français à Jérusalem [En ligne], 25 | 2014, mis en ligne le 30 octobre 2014, consulté le 11 octobre 2023. URL : http://journals.openedition.org/bcrfj/7352
⁴https://www.perspektif.online/muhammed-bin-selmani-anlamak-vi/
⁵https://www.ifri.org/fr/publications/etudes-de-lifri/relations-israel-afrique-retenir-de-decennie-netanyahou