“Filistin Meselesi Kuvvetle Çözülür”

Filistin meselesi, güçle ve kuvvetle çözülür. Ortadoğu’da ve Filistin’de kim kuvvetliyse ve caydırıcı güce sahipse, onun borusu öter. Müzakereler, toplantılar, iki devletli çözüm çabaları, barış girişimleri, anlaşmalar, imzalar… Tüm bunların neticesi ve gidişatı, sahada kimin güçlü olduğuna bağlı olarak şekillenir.

taha kılınç

Mülakat: Naman Bakaç

 

7 Ekim’den beri Gazze’de dünyanın gözleri önünde yaşanan katliam ve soykırım, neredeyse canlı olarak izlenmesine rağmen hâlâ durdurulabilmiş değil. Dünyada halklar, sokaklarda protestolarını sürdürmeye devam ederken, Türkiye’de gerek yerel seçimlerin gerekse de hayat pahalılığının getirdiği gündemden dolayı arzu edilen protesto ve tepkilerin gerçekleştiği söylenemez. 

 

Gazze savaşı ile ilgili Batılı ve Doğulu elitlerin gündeme getirdiği uluslararası düzenin kaosa girdiği, uluslararası norm ve kurumların işlemez hale geldiği argümanları yazılıp çizilmekte. Filistin sorununun bu kaos ve tıkanıklıkta nasıl bir modelle çözülmesi gerektiğini, ABD’nin koşulsuz desteğinin uluslararası düzende alternatif güç merkezleri çıkarıp çıkarmayacağı, katliam ve soykırımın neden bir türlü engellenemediğini, İslam dünyasının içinde bulunduğu içler açısı hali ve son olarak da Dil ve İşgal isimli kitabı üzerinden Filistin’in işgalinin 20’nci yüzyıldan itibaren dil üzerinden nasıl şekillendiğini Ortadoğu uzmanı, Yeni Şafak gazetesi yazarı, Derin Tarih dergisinin Genel Yayın Yönetmeni, gazeteci-yazar Taha Kılınç ile konuştuk. 

 

GAZZE’DE PRATİK ADIM ATILMAMASININ NEDENLERİNDEN BİRİ, MÜSLÜMAN KANININ NE YAZIK Kİ UCUZ VE DEĞERSİZ OLUŞUNDANDIR

 

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırıma karşı Batı’dan ve Doğu’dan halkların tepkisinin yoğunluğuna rağmen, Batılı ve Doğulu liderlerin neredeyse altı aydır soykırımı engellememesini neyle izah ediyorsunuz? Pratik adımlar atılmasını engelleyecek sorun nedir? Neden harekete geçilemiyor?

 

Şu anda karşı karşıya bulunduğumuz insani dramın arka planında, meselenin bir türlü istenen ciddiyette ele alınmamasının yattığını söylemek durumundayız. Pratik adımlar atılmamasının birinci sebebi, Aksa Tufanı’nda başrolü oynayan Hamas’a uluslararası sistemin gözünde biçilen konum. Hamas’ı bir “terör örgütü” olarak kodladıklarından dolayı, Gazze’nin tamamen yakılıp yıkılmasının insanların gözünde Hamas’ın kredisini tümüyle tüketeceğini hesaplıyorlar. Sadece Batılı ülkeler değil, Suudi Arabistan başta olmak üzere İslam coğrafyasından bazı ülkelerin de hesabı bu yönde. Ama gelinen noktada, bu hedefe ulaşmanın imkânsızlığını hepsi ikrar ediyor. 

 

İkinci sebep, İsrail’le birçok sahada derinleşmiş bulunan ilişkiler ağı. Dünyanın hemen her ülkesinin bu türden bağlantıları olduğu için, kestirip atmak ve İsrail’i tümüyle izole edebilmek mümkün olmuyor. Üçüncü sebep ise, ne yazık ki, Müslüman kanının ucuzluğu ve değersizliği. Suriye’de 2011’den günümüze 500 binden fazla insan katledildi, boğazlandı, kurşuna dizildi. Yüzbinlerce insan yerinden yurdundan edildi. Dünyanın kılı kıpırdadı mı? Hayır. Unuttuk gitti hepsini.

 

Ben bugün Gazze için ses çıkaran ve tepki gösteren insanlara bakarken, “Acaba Suriye’de yüzbinlerce Müslüman boğazlanırken tepkileri nasıldı?” sorusunu da sormadan edemiyorum doğrusu. Ve maalesef, bugün Gazze için -haklı olarak- ortalığı yıkan birçok kişinin, Suriye konusunda tamamen sessizliğe bürünmüş olduğunu görüyorum. Bu söylediğim, ölü yarıştırmak gibi anlaşılmasın kesinlikle. Aksine, tepki gösterirken katilin kimliğine odaklanmanın, Müslüman kanının dökülmesini kolaylaştırdığını söylemeye çalışıyorum. Gazze için bağırırken Suriye için susarsanız, bu ikiyüzlülükten başka bir anlama gelmez. Suriye’deki mazlumlara terörist diyen nice insan tanıyorum, Gazze için ağıt yakıyor. Oysa bu çirkin tarafgirlik, İsrail’in ve İslam düşmanlarının işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramıyor.

 

BAZI BATILI DEVLETLERİN SESİ, İSLAM DÜNYASININ TAMAMINDAN DAHA FAZLA ÇIKIYOR

 

Siz sadece masayla sınırlı kalmayan, sahayı, yani Ortadoğu, İslam dünyası, Orta Asya ve Batı’yı da dolaşan bir gazeteci olarak, Gazze savaşının Batılı lider ve kurumlar ile İslam/Arap liderleri ve kurumlarına neleri öğrettiğini gözlemliyorsunuz? Bize bir döküm çıkarabilir misiniz?

 

Bazı Batılı devletlerin sesi, İslam dünyasının tamamından daha fazla çıkıyor. İrlanda başından beri Gazze’nin en önde gelen destekçilerinden. Keza İspanya’daki sosyalist hükümet -ideolojik saiklerle de olsa- Filistinlilerin yanında duruyor. Hem devletler hem de halklar olarak, İsrail’in gücünün gittikçe aşındığını, Siyonist projelerin dünyanın dört bir yanında gittikçe daha tartışılır hale geldiğini gözlemliyoruz. Ben, doğrusu, bu işin burada kalmayacağını ve İsrail için uluslararası arenada işlerin gün geçtikçe zorlaşacağını düşünüyorum. Bazı adımların neticelerini görmek için belki henüz erken, ama bundan mesela 10-15 yıl sonra, bugünkü İsrail’in gücünün ve etkisinin yerinde yeller esecek. Ömrü olan bunu görecek. İslam dünyasındaki devlet yöneticileri ve hükümetler bu hakikati fark eder de politikalarını buna göre şekillendirirlerse, kendileri kazanırlar. 

 

AMERİKA’NIN ÖMRÜNÜ UZATAN UNSUR, KARŞISINDA ONU ALT EDECEK GÜÇLÜ VE TESİRLİ BİR GÜCÜN BULUNMAMASI

 

Joschka Fischer, Taha Abdurrahman, Joseph Stiglitz, Muhammed El-Baradey, Ferid Zekeriya, Salman Sayyid, Richard Falk gibi Batılı ve Müslüman elitlerin; uluslararası düzenden düzensizliğe geçildiği, uluslararası normların işletilmediği, uluslararası kurumların felç olduğu gibi tespitler yaptığı bu dönemde, 7 Ekim 2023’ün Ortadoğu ve küresel düzen denkleminde nasıl bir değişime yol açabileceğini düşünüyorsunuz? Mesela Pax Americana’nın sonu diyebilir miyiz? Bir gelecek okuması yapabilir misiniz?

 

Amerikan Düzeni’nin sonunun geldiğini söylemek için bence erken. Zira bütün dünyada askeriyle, üsleriyle, kültürüyle, parasıyla ve dolaylı-dolaysız tesirleriyle güçlü bir imparatorluktan söz ediyoruz. Öte yandan ABD’nin zayıfladığını, kendi problemlerini bile çözmekte zorlandığını ve dünyaya artık verecek bir şeyinin kalmadığını da gözlemliyoruz. Amerika’nın ömrünü uzatan unsur, karşısında onu alt edecek derecede güçlü ve tesirli bir gücün bulunmaması. Rusya ve Çin, iki süper güç olarak ABD’nin karşısına konumlandırılabilir, ancak her ikisinin de dünyanın farklı yerlerinde ciddi sorunlarla boğuşmak durumunda olduğunu görmek gerekiyor. Çin, “merkez coğrafya”ya fizikî uzaklığının sancılarını yaşarken, Rusya’nın kuyruğu -Ukrayna başta olmak üzere- birkaç deliğe birden kısılmış halde. Bu açıdan bakınca, dünya üzerinde şimdi güçleri ve ağırlıkları birbirlerine yakın süper devletlerin ağır çekim bilek güreşlerine tanıklık ettiğimizi söyleyebilirim. Herhangi birinin diğerini ya da diğerlerini alt ettiğini söylemek için henüz çok erken diye düşünüyorum.    

 

ORTADOĞU’DA VE FİLİSTİN’DE KİM KUVVETLİYSE VE CAYDIRICI GÜCE SAHİPSE, ONUN BORUSU ÖTER

 

Ortadoğu üzerine 15’e yakın kitabınız, coğrafyayı dolaşan araştırmacı gazeteciliğiniz, bir tarafıyla İlahiyatı bitirmiş, diğer tarafıyla da Filistin tarihine hâkim bir uzman olarak, İsrail-Filistin sorununa dair çözüm perspektifiniz nedir? İki devletli modelden İsrail’in işgalci devlet karakterinden kaynaklı yok sayılması paradigmasına, üç dinin mensuplarının barışçıl bir arada yaşaması modelinden savaşın bu şekilde yüzyıllar sonra da devam edeceğinin kaçınılmazlığına kadar birden çok çözüm perspektifi içinde sizin modeliniz nedir?

 

Filistin meselesi, güçle ve kuvvetle çözülür. Ortadoğu’da ve Filistin’de kim kuvvetliyse ve caydırıcı güce sahipse, onun borusu öter. Müzakereler, toplantılar, iki devletli çözüm çabaları, barış girişimleri, anlaşmalar, imzalar… Tüm bunların neticesi ve gidişatı, sahada kimin güçlü olduğuna bağlı olarak şekillenir. Filistin meselesini konuşurken, adeta mutfak tezgâhının üzerinde kek hamuru karıştırır gibi tozpembe tasvirler yapanları görüyorum bazen. Trajik ve gülünç işler. Coğrafyanın katı, somut ve sıklıkla acı gerçekleri karşısında, kâğıt üzerinde müzakere ve barış planları çiziktirmek, ciddi birer vakit kaybı. Yakın tarihteki sayısız girişim de bu söylediğim noktayı teyit ediyor zaten. 

 

Ben, Müslümanlar olarak, henüz yeterince dayak yemediğimizi, bu nedenle problemlerin ciddiyetini kavrayamadığımızı, dolayısıyla akıllanmak için biraz daha dayağa ihtiyacımız bulunduğunu düşünüyorum. Bu söylediğim, bazı kişilere insafsız bir değerlendirme gibi gelebilir. Ama bir değerlendirme yapıyor değilim, aksine sahada yaşanan gerçekliklere baktığımda, harekete geçmemiz için konforumuzun biraz daha bozulması gerektiğini gözlemliyorum. 

 

İstikbali kestirmek ve tahmin etmek kolay değil. Fakat Filistin’in ve Kudüs’ün içine yuvarlandığı çözümsüzlüğün ilanihaye gitmeyeceğini görmek için de kâhin olmak gerekmiyor. Bir patlama noktası olacak diye düşünüyorum. O zaman, infilak edecek olan yanardağın lavları her yeri kaplayacak. İntifadalar, bahsettiğim patlamanın küçük provalarıydı sadece. Tarih bunun örnekleriyle dolu.       

 

ELİEZER BEN-YEHUDA’NIN İBRANİCEYİ DİRİLTMESİ, KADİM FİLİSTİN TOPRAKLARININ İŞGALİNİN ALTYAPISINI OLUŞTURDU

 

Modern İbranicenin doğuşunu seküler bir Siyonist olan dilbilimci-gazeteci Eliezer Ben-Yehuda’nin hayatı üzerinden anlattığınız Dil ve İşgal isimli son kitabınızda “Siyonistlerin Filistin topraklarını işgal sürecinde İbranicenin kritik bir rol oynadığı ve işgale zemin hazırladığı” argümanını öne sürüyorsunuz. İbranicenin, yani bir dilin işgale giden süreçte nasıl bir rol oynadığını biraz açar mısınız?

 

Şu anda dünyada yaklaşık 20 milyon Yahudi’nin konuştuğu İbranice, geçtiğimiz yüzyılın başına kadar sokaklarda konuşulan bir dil değildi. Yahudiler İbraniceyi sadece havra ve sinagoglarda bir “din dili” olarak kullanıyor, dışarı çıkıp da yaşadıkları şehrin kalabalığına karıştıklarında ise hangi ülkede yaşıyorlarsa o ülkenin dilini konuşuyorlardı. 

 

Dil birliğinin kültür birliğinin sağlanmasındaki rolünü fark eden ve Filistin topraklarının işgalinin ancak Yahudiler arasında ortak bir şuur oluşursa gerçekleşebileceğini gören kişi, Belaruslu bir dil bilimci olan Eliezer Ben Yehuda (1858-1922) oldu. 1881’de eşiyle birlikte Kudüs’e yerleşen Ben-Yehuda, ölümüne kadar yorulmak bilmeyen bir azimle çalıştı. Çıkardığı gazete ve dergilerle, kaleme aldığı kitap ve broşürlerle, açtığı okullarla ve Filistin dışında sürdürdüğü yoğun lobi faaliyetleriyle, İbraniceyi konuşulan bir iletişim dili haline getirmeyi başardı. 

 

İbranice Yahudiler arasında iletişim ve kültür diline dönüşten sonra, Filistin topraklarında birbirinden bağımsız adacıklar şeklinde yaşayan Siyonist işgalciler bir ideal etrafında birleşmeye başladı. Böylece daha İsrail’in kuruluşuna uzun yıllar varken, Filistin’de Siyonist işgal kök saldı, taban buldu ve Yahudiler arasında ortak ülküye dönüştü. Bu açıdan, Eliezer Ben-Yehuda’nın adeta insanüstü bir çabayla İbraniceyi diriltmesi ve sokaklara indirmesi, İsrail’in kuruluşuna giden süreçte çok kritik bir tesir yaptı ve kadim Filistin topraklarının işgalinin altyapısını oluşturdu.        

    

BEN-YEHUDA’NIN ÖYKÜSÜ, NASIL ÇALIŞMAMIZ GEREKTİĞİNİ BİZE GÖSTEREN, BÖYLECE BİZİ SARSAN VE KENDİMİZE GETİREN BİR SERÜVEN

 

Dil ve İşgal kitabınızda Ben Yehuda’nın, İbranicenin ibadet dili dışında gündelik hayatta iletişim dili olması için mücadele eden bir profile sahip olduğunu görüyoruz. Bunun için okuduğu dinî okulu küçücük yaşta terk etmesi, çıkardığı gazete ve dergileri bu tutkusu için kullanması, ikinci evliliğini de Cezayir, Paris, Londra, Moskova, İstanbul, Kahire vb. seyahatlerini de bu amaçla yapması, Siyonist kongrelerde İbranicenin eğitim dili olması için lobicilik uğraşısı, tüberküloz hastalığına rağmen günde 16-18 saat çalışması, Filistin’de kurulan kolonilerde ilkokul, lise, sanat akademisi, üniversite kurulmasına öncülük etmesi, 17 ciltlik İbranice sözlük  ve diğer dil çalışmaları için İngiliz Baron Rothschild’dan aldığı mali desteği vs. gördüğünde okur, cenazesinin yakılmasını eşine vasiyet eden seküler bir Siyonist’in tüm bunları yapmasını sağlayan motivasyonun ne olduğunu, yani ne amaç uğruna bunca cefaya katlandığını merak etmiyor değil… 

 

Kitabın girişinde de sonsözünde de ifade ettiğim üzere: Ben Dil ve İşgal’i bir Yahudi’nin kendi ideolojisini gerçekleştirmek üzere gösterdiği çabayı övmek üzere yazmadım. Eliezer Ben-Yehuda, aslında tarih boyunca Müslüman âlimlerin de kullandığı yöntemleri kullandı, onların çalışma prensipleri çerçevesinde çalıştı. 60 küsur yıllık ömrü boyunca, yaptıklarına baktığımızda, üç ana kuralı benimsediğini görüyoruz: 

 

  1. Tarih huzurunda kendisine bir rol biçmek ve bir boşluğu doldurmaya odaklanmak.
  2. Dıştan gelecek hiçbir olumsuz tesire kapılmamak ve hedefine kilitlenmek.
  3. Son nefesine kadar azimle, disiplinle ve ciddiyetle çalışmak. 

İslam tarihine baktığınızda, herhangi bir şekilde iz bırakmış ve eserleri günümüze ulaşmış herkesin yukarıdaki üç prensip çerçevesinde çalıştığını fark edersiniz. Sünnetullahtır çünkü bu. Oyunu kurallarına göre oynarsanız, netice de sizin kucağınıza düşer. Ben-Yehuda’nın öyküsü aslında unuttuğumuz şeyleri bize hatırlatan, nasıl çalışmamız gerektiğini gösteren, böylece bizi sarsan ve kendimize getiren bir serüven. Kitabı da zaten kendimize gelmemiz ve bizden öncekilerin çalıştığı disiplin ve ciddiyetle çalışmayı hatırlamamız için yazdığımı söyleyebilirim.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.