Garip Hüseyin’in Derdini Kim Tel Vuracak Ankara’ya?
Bir zamanlar “tel vurmak” tabiri varmış, telgraf çekmek anlamında. Yaşar Kemal, 1969 yılında kaleme aldığı bir kitabında, “Garip Hüseyin’in derdini tel vuracaksın Ankara’ya” diyor. Bir türküde benzer bir ifade şöyle yer alıyor: “Çaresiz derde düştüm, tel vurun efendime”. O dönem memlekette hâlini tel vurabilen bahtlı olsa gerek. Peki ya bu dönem?
Türkiye’de, kendi muhitinin zehirli sabitelerinden sıyrılan ve farklı düşünce geleneklerine uğramayı ayıplanacak bir şey olarak görmeyen bir çevre oluşuyor. Kurucu ve dönüştürücü bir vasıfla hareket etmeseler de bu potansiyele sahip insanların zamanla daha belirgin olması, kriz dönemlerinde eleştiri kültürünün diri kalması için umut verici. Ancak bu umudu sürdürülebilir kılmanın önüne geçen durumlar da söz konusu. Eleştiri araçlarını doğru kullanan bu zümrenin işaret ettiği bir konu veya sorun, yatay konumun paydaşları arasında anlam bulurken; dikey düzlemde istenen değişimleri meydana getiremiyor. Bu kimseler ne seçkinleşebiliyor ne de arzuları ve kültürel bilinçleri özdeş olmasa da ekonomik düzeyde kendilerine daha yakın görünen grupların dertlerine sırt çevirebiliyorlar. Borçlu doğan, hiçbir zümre karşısında kendini sembolik anlamda üstünleştiremeyen insanların mevcut siyasal yapıda görünür kılınması için yol arayanlar onlar; işte tam ortada bulunanlar. Kendini bildi bileli borç ödemek için yaşayan insanlar seslerini, onların sivil çabalarına bağlanarak duyurabiliyorlar. Ancak öyle durumlar var ki gönüllülük hareketleri, birçok şeyi aşamıyor.
Ayşem’in Evi
2018 yılında kayda alınan Orhan Pamuk: A Strange Mind adlı BBC belgeselinde Pamuk, sokakta karşılaştığı seyyar poğaça satıcısına “Merhaba poğaçacı!” diye sesleniyordu. Bir süre gündemde kalan bu seslenişe, Pamuk’un ayrı kâğıtlarda rica ettiği poğaçaları afiyetle yediği görüntüler eşlik ediyordu. Tarihi yarımadayı bilen hemen herkesin tanıyabileceği bir sokaktan geçiyordu Pamuk. Poğaçacı, Zeyrek’in arka sokaklarında almıştı o merhabayı. Kameranın esas odak noktasında olmasa da, iki katlı, kırmızı boyalı derme çatma bir ev de kadraja giriyordu. Ve ben yarı gülümsemeyle “Ayşem’in evi!” diyordum.
Onu tanıdığımda iki-üç yaşlarında küçük bir kız çocuğuydu Ayşem. Derme çatma o kırmızı evin içerisinde koşuşturan altı kardeşin en küçüğüydü. Annede şizofreni, babada işsizlik. Baba, sabah kimseler uyanmadan evden çıkıp akşam dönüyordu ve gün içerisindeki tüm bu hengâmede cebine 5 liracık koyabilirse kahraman bir babanın kız çocuğu oluyordu Ayşem. Şayet eli boş dönerse omuzları düşük, yere bakarak yürüyen, ceketinin içine içine saklanan bir babanın kızı oluyordu. O gün annesi, psikoz nedeniyle kendini kaybetmemişse saçı okşanan kız çocuğu oluveriyordu Ayşem. Ancak hezeyanların etkisiyle evdeki eşyaları kırıp dökmeye başlamışsa, tek gözlü evin ikinci bir odasına kaçamayan, olduğu yerde kendi bedenine sarılan bir kızcağız oluyordu. Çoğu kez onu bir yere sığınmış, kendine, beş karışlık bedenine sarılmış halde bulurdum. Kapıyı kim aralamış, kim gelmiş, kim gitmiş; onun için pek fark ediyor gibi görünmüyordu.
İlk tanışmamız odanın bir ucunda o, bir ucunda ben, tedirgin bir bakışmayla olmuştu. Uzun bir süre seyrettim onu. Zamanla başını kaldırdı, o da beni seyreder oldu. Zamanla dediysem, pek de kolay değildi. Bir değil iki değil… Ancak belirli bir süre sonra elini elime alabilmiştim. Bir çiçeğin yavaş yavaş açılmasını seyrediyordum. Ayşem annesini hiç emmemişti. Anne, sağlık durumu nedeniyle, süt veremediği gibi iç dünyasını da emziremiyordu. Sekiz-dokuz yaşlarındaki ablası, mahalle bakkalında ne bulursa öyle doyuruyordu sabinin karnını. Sulu yemeğe hasretti midesi.
O dönem arka mahallelerde yaşayan ihtiyaç sahibi bazı aileleri gözetmek amacıyla bir araya geldiğimiz arkadaş grubumuzla çocukları paylaşmıştık. Herkes birini kardeşi yerine koyacak, öğrenci halimizle elimizde ne varsa bölüşecektik. Paramızı, kitabımızı, derdimizi, neşemizi, saçları bitlenmişse berberimizi… Saçları üç numara Ayşem, kız çocuğuna bu yüzden benzemiyor, benzeyemiyordu. Bazen evlerine gidip yemek pişiriyor, bazen onları alıp evimizde yediriyorduk. Bir gün, altı kardeşi de alıp Reyhan ablamıza gittik. Daha eve girmemiştik ki çocuklar yemeklerin kokusunu alıp gülümsemeye başladılar. Ayşem her zamanki gibi sessiz, halsiz, soluk benizliydi. Neyse ki huysuzlanmıyordu; hem kucağımıza da alışmıştı artık. Tin tin girdik içeri. Reyhan abla yer sofrası hazırlamıştı, sofrada yok yoktu. Aldı Ayşem’i kucağına. Kaşık kaşık yedirdi ne varsa. Ayşem doyuyordu ama bir farklılık vardı yüzünde. Sanki görmeye yeni başlamış gibi, gözlerine can geliyordu.
Hava kararmıştı. Eve dönmemiz gerekiyordu ve bir taksiye atlamıştık. Taksici, çocukların kıyafetlerindeki nem kokusunu almış olmalı ki huzursuz, “Aman kirletmesinler abla!” diye ikaz ediyordu beni. Sessizce çocuklara bakıyor, camdan sarkmamalarını tembihliyordum. “Aman bir yeri kirletmeyin!” demeyi yakıştıramıyordum kendime. Ayşem kucağımda, başını yaslamış, yolu seyrediyordu. Taksici, kısa bir müddet sonra arıza çıkardı: “Başım ağrıdı abla, biraz sussunlar!” Münakaşa çıkmasın diye henüz gelmemiş olmamıza rağmen durmayı rica ederek ücreti uzattım. Taksiden indiğimizde Ayşem omzumda uyuyordu. Birkaç sokak geçtikten sonra Pamuk’un yürüdüğü yokuşa geldik. Şuncacık Ayşem, gittikçe ağırlaşıyordu. Yokuş bitti mi kırmızı ev görünmeye başladı. Gider gitmez onu annesinin kucağına bırakmayı düşünüyordum. Kapıyı vurduk, zilleri yoktu. Çocuklar, anneleri duysun diye kapıyı yumrukluyorlardı. Eşlik ediyordum yumruk seslerine: “Annesi biz geldik!” Kapı açıldı. Ayşem’i kimse fark etmiyordu. Anne sadece gülüyordu. Kardeşleri çoktan eve girmişlerdi. Onları takip ederek içeri girdim. Ayşem’i halıya yatırdım, başının altına da bir yastık koydum.
Gündem: “Ekmek Parası”
Ayşem artık o kırmızı evin sakini değil. Bir süre sonra İstanbul’a yenilen ailelerden biri oldular ve memleketlerine döndüler. Onu tanıdığım o evin içerisinde “ekmek parası” diye bir gündem vardı. Duvarların bu tarafından, perdenin ardından bakıldığında pek görülemeyecek olan, karın tokluğuna çalışan insanların dünyasına girebilenlerin fark edebileceği bir para cinsi, ekmek parası.
6 Şubat depremi, bana yeniden o günleri hatırlattı. Toplumun üyeleri, aceleyle birbirinin yardımına koşarken gerçek bir sivil dayanışma açığa çıkıyordu. Toplumun sivil katmanlarında yardım faaliyetlerinin oldukça akışkan ve çözümcül olduğunu gözlemliyorduk. Bu esnada seçim rekabeti gündeme yön tayin etmeye başladı ve gözler bir depreme bir de siyasilerin demeçlerine çevrilmek durumunda kaldı.
Sosyal medyadan anlaşılacağı üzere toplum, refleksleriyle siyasileri görüyor, gözetliyordu. Peki ya siyaset, seçmenin durumunu, hangi evlerde yaşadığını, adres bilgisinin ötesine geçerek, merhabalaşma düzeyinde görebiliyor mu? Evlerin ne tür gündemleri olduğunu, o evlerin sakinlerinin hangi kaygılara gark olduklarını fark edebiliyor mu? Bir yabancıdan yardım alırken mahcup olan vatandaşı, birikimi olmadığı halde elindekini verenleri gören ve gösteren bir siyasi süreç görebiliyor muyuz? Bazı lirik demeçler aracılığıyla, geçimini zor sağlayan vatandaşın yardımperverliğine yer verilirken bu söylemin seçkinleşmenin aracı olan simgeselliğin bir parçası olduğunu gizlemeden, tahterevallinin yukarısında oturanlar için de geçerli olması gerektiğini hatırlatan bir mekanizma var mı? Bütün birimleriyle paranın halka doğru dolaşımını sağlama yönünde işleyen bir siyasi süreç görebiliyor muyuz? Garibanlar kendileri adına konuşabiliyor mu?
Şayet bu sorulara yanıt verecek bir toplumsal ve siyasal ortam yoksa; özneler, kendi durumlarını ifade edebilecek dilden yoksunlarsa ve temsil edilebilmek adına ancak ve ancak ekonomik ve kültürel düzeyde sıçrama yapamayarak ortada kalanların gönüllülük pratiğine muhtaç iseler, Pamuk’un yürüdüğü yokuşun bitimindeki kırmızı evde olan biteni kim bilebilir? Bir zamanlar “tel vurmak” tabiri varmış, telgraf çekmek anlamında. Yaşar Kemal, 1969 yılında kaleme aldığı bir kitabında, “Garip Hüseyin’in derdini tel vuracaksın Ankara’ya” diyor.[1] Bir türküde benzer bir ifade şöyle yer alıyor: “Çaresiz derde düştüm, tel vurun efendime”. O dönem memlekette hâlini tel vurabilen bahtlı olsa gerek. Peki ya bu dönem?
[1] Yaşar Kemal, Tek Kanatlı Bir Kuş, 2013.
* Yazı adres bildirdiği için kız çocuğunun ismi Ayşem olarak değiştirilmiştir.