Gazze Savaşında Ortadoğu Devletleri Nerede Duruyor?
7 Ekim, sadece Ortadoğu’daki halklar için bir çaresizlik hissi doğurmadı, aynı zamanda Batılı devletlerin de kendi kamuoyları ve genç nesilleri için vaat ettiklerini tekrar gözden geçirecekleri yılların bir tetikleyicisi oldu. Ancak gelinen noktada Gazze’nin kuzeyi el değiştirirken ve küresel çapta bir vicdan savaşı verilirken, Ortadoğu devletlerinin yapıcı bir birliktelik sağlayamadığı görülüyor.
7 Ekim’den bu yana sadece Ortadoğu’nun değil bütün dünyanın kucağına bırakılmış bir savaş gündemimizde. Aslında ne savaş yeni bir durum ne de savaş sonrası verilen karmaşık tepkiler. Fakat İsrail işgalinin yıllar içinde değişerek geldiği noktada özellikle sosyal medya ve teknolojik imkânlar üzerinden yaşananların saniye saniye nakledilmesi, aynı siyasi çatışmaya dair önceki bulguların üzerine daha yoğun bir toplumsal vicdan ekledi. Küresel devletlerin Filistin’in yaşadıklarına elle tutulur bir tepki göster(e)memesi, özelikle Batı’da gençlerin siyasi algıları, devletlerden beklentileri, hukuka ve sisteme güvenlerini ciddi manada etkileyecek bir sürecin parçası oldu. Uluslararası kurumlara ve işlevlerine dair benzer kaygıları Ukrayna savaşında da yaşamıştık, fakat gözle görülür çifte standart uygulaması zannedildiği gibi yalnızca Ortadoğu’daki halklar için bir çaresizlik hissi doğurmadı: 7 Ekim, Batılı devletlerin de kendi kamuoyları ve genç nesilleri için vaat ettiklerini tekrar gözden geçirecekleri yılların bir tetikleyicisi oldu.
Bölgedeki insanların da bireysel olarak ikincil travmalar yaşadıkları aşikâr bir durum. Peki devletlerin, üzerinden iki ay geçen bu operasyon sonrasında projeksiyonları ne oldu? Önceki yazılarda ilk süreçteki tepkileri ve aktörlerin sessizliğinin nedenlerini kısaca konuşmuştuk.
Önce Lübnan, Önce İran
Bugünden baktığımızda ise temelde üç farklı kategoride manevra yapan Ortadoğu devletleri görüyoruz. İlk grupta, Hamas’ın saldırısı sonrası başlayan savaştan fiziksel olarak etkilenmesi mümkün, askeri olarak da sürece kısmen dahil olmuş devletler var: Lübnan ve İran. Aslında Ürdün ve Mısır da bu noktada etki alanındalar, fakat davranış biçimleri ve Ortadoğu sistemindeki yerleri farklı. Lübnan ve İran, Şii ekolünün Filistin meselesindeki tutumunu temsil ediyorlar. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah saldırıdan sonra beklenen konuşmasında bir yandan Hamas’ı yaptığı eylem için destekleyip överken bir yandan da bu eylemin bağımsız bir karar olduğunun altını çizdi. 8 Ekim’den bu yana biz de savaşa girdik dese de belli çevrelerin beklediği gibi bütünüyle Hizbullah’ı cephe savaşına süren bir konuşma yapmadı. Tuba Yıldız’ın ifadesiyle Nasrallah,
“Siyonistler ve onların işbirlikçileri” terimlerini sıkça kullansa da tek hedefinin Filistin’i özgürleştirmek olmadığı anlaşılıyor. Bundan daha da önemlisi Hizbullah Filistin’i İsrail işgalinden kurtarmanın yanında “Lübnan’ı korumak” için var olduğunu, verdiği mesajda net bir şekilde aktarmaktadır.
Bu tepki aslında Şii siyasi söyleminin her daim gündemde olan Filistin davasında pratik bir savaşa girmek noktasında temkinli olduğunu gösteriyor. Tuba Yıldız bu tutumu Lübnan’ın içinde bulunduğu politik ve ekonomik duruma ve aslında Hizbullah’ın ‘önce Lübnan’ politikasına geçmesine bağlıyor. Benzer bir tutum İran’da da gözlemleniyor. İran’la yakın siyasi ve askeri ilişkilere sahip Yemenli Husi hareketi ABD savaş gemisini hedef alarak füze atışları yapıyor ve Husi lider, sahada savaşmaya hazır olduklarını demeçlerinde sık sık dile getiriyor. Fakat İran bunun ötesinde bir hamle yapmadı. Hizbullah’ın stratejisine benzer şekilde en azından söylemsel düzeyde, Oral Toğa’nın da belirttiği gibi, ‘Aksa Tufanı Operasyonu’nu gerçekleştirenler ile İran İslam Cumhuriyeti arasına bir mesafe’ koymaya çalıştı.
İlk gruptaki devletlerin kendilerinin yahut yakın ilişkide oldukları siyasi aktörlerin (Hizbullah gibi) temel olarak fiziken sürece dahil olmaları mümkün. Fakat bu güçler temkinli adımlarla ilerledi ve söylemsel olarak Hamas’ı destekleseler de askeri olarak kendilerini aktif bir girişimden uzaklaştırdılar. Bu noktada şunu da eklemek gerekiyor ki İran ve Suudi Arabistan Gazze savaşından hemen önce Yemen’de anlaşmak üzereydiler. Suriye konusunda da benzer şekilde ekonomik ve siyasi olarak yorgun bir İran figüründen bahsediyoruz. Bölgenin 2011’den bu yana düşmeyen tansiyonu, hemen her siyasi aktörü ideolojik ve jeopolitik hesaplamalara rağmen bir tükenmişlik noktasında getirdi. Ki konu Filistin olduğunda İsrail’in resmen askeri olarak karşısında geçmek şu an bölgede hiçbir devletin önceliği değil.
‘Normalleşemeyen Normalleşmeciler’
İkinci gruba giren devletler, ‘normalleşemeyen normalleşmeciler’: Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Suudi Arabistan. Bahreyn şaşırtıcı bir hamle yaparak İsrail’le ilişkilerini normalleştirmeyi askıya aldığını ve büyükelçisi geri çektiğini açıkladı. Şaşırtıcı diyoruz, çünkü Bahreyn dış politikasının bölgenin hegemon gücü Suudi Arabistan’dan kopuk ve onu takip etmediği (bandwagoning) bir seçim yapması yaygın bir örüntü değil. Fakat 7 Ekim’den bu yana Bahreyn halkının belli aralıklarla protesto düzenlediğini görüyoruz. Bahreyn’in çoğunluğu Şii olan bir toplum olması, böylesi bölgesel kriz anlarında diğer Körfez monarşilerinin aksine dinamik bir sosyolojik tepki görmemize neden oluyor.
Diğer bir ülke, BAE. Bahreyn’in aksine İsrail’le normalleşmeleri askıya almadı, protestolara izin vermedi hatta Dubai’de düzenlenen COP28’e İsrailli temsilciler de geldi. BAE siyasi elitleri dışişlerine bağlı resmî hesaplardan sivillerin bombalanması ve uluslararası hukuk ihlalleriyle ilgili tepki gösteren açıklamalar yapıyor, fakat elle tutulur bir girişimde bulunmadılar.
Suudi Arabistan ise veliaht prens Muhammed bin Selman’ın (MbS) basın açıklamaları ve demeçlerle şahsen İsrail’i kınadığı, fakat ülke genelinde herhangi bir siyasi protestoyu yasakladığı düşük profil bir diplomatik süreç takip ediyor. Daha önce MbS’nin önünde iki senaryo olduğunu ve onun Filistin’i Suudi Arabistan gündemine mümkün olduğunca az taşıyacak bir yolu tercih ettiğini söylemiştik. MbS’nin Suudi Arabistan’ın uzun yıllardır yürüttüğü küresel politikadan tamamen saparak İsrail ve ABD karşısında büyük bir risk almasını beklemiyorduk, fakat bu süreci kendisini ‘daha çok parlatarak’ geçirebilirdi. Diğer bir deyişle, sert bir diplomatik hamle yapmak ve Filistin’e dair Suud halkının duyarsızlaşmasına neden olmak iki uç hamleydi. Mekke ve Medine’den gelen gözaltı haberlerinden anlıyoruz ki MbS, haremi şeriflerde bile İsrail’i lanetleyen duaların yüksek sesle yapılmasını, özellikle cuma günleri okunan hutbede siyasi bir atıf olmasını yasakladı. Muhtemelen haremi şerif içinde kullandıkları özel bir teknolojik sistemle ziyaretçilerin kullandığı kelimelerden riskli kabul ettikleri takibe takıldığı an polis gönderiyorlar. Çünkü ziyaretçilerin sosyal medyada tepkilerini dile getirerek, ‘içimizden İsrail’i geçirsek polis geliyordu’ ifadesi kullanmaları aslında kullanılan takip sisteminin en ufak bir sesi bile deşifre ettiğini gösteriyor. MbS’nin ekonomik ve siyasi reformlarının, yaptığı mega yatırımların, Krallığı dünyaya açmayı amaçlayan stratejilerinin aksine dünyanın vicdanına dokunan bu konuda ülkesinin ve kendi liderliğinin çıkarı için daha anlamlı adımlar atması beklenebilirdi. Yani, Mescid-i Haram’da dua edenler göz altına alınmasa, protestolara izin verilse ve Katar’ın hamlelerine benzer arabuluculuk girişimlerinde bulunsa, bir sonuç elde edemese bile, Filistin’in için çabaladığı görülecekti. Körfez araştırmacısı Sinem Cengiz’e göre, konu Filistin bile olsa Suudi Arabistan gibi kalabalık ve hassas bir demografik yapıya sahip bir Ortadoğu devletinin protesto kültürüne yer açması ulusal çıkarlarla uyuşan bir tercih değil. Tam olarak bu sebeple, sadece MbS için değil bütün KİK liderleri için toplumun mobilize olduğu ve büyük kalabalıklar haline protestolar düzenlediği bir tasavvur, Körfez’deki toplum-devlet ilişkisinde tercih edilen bir denklem değil.
Dış politikaya baktığımızda, özellikle saldırının ilk ayında, Suud dışişlerinin bütün paylaşımları, oldukça diplomatik buluşmalara dairdi. Suudi Arabistan’ın hegemon bir güç olarak yapılandırabileceği bölgesel tepki ve ufak adımlarla da olsa diplomatik girişimleri, hem MbS için hem Krallığın vatandaşlarına duyarlı bir liderleri olduğunu göstermek adına önemliydi. Yemen’deki yapısal sorunlara Körfez devletlerinin yalnızca ekonomik yardım yaparak çözüm beklemelerini eleştiren literatürün ‘monarşiler sorunun üzerine para atıyorlar’ benzetmesinde olduğu gibi, MbS yönetimindeki Suudi Arabistan, Gazze için devasa ekonomik yardımlar topladı. Suudi Arabistan’ın diplomasi ayağında yürüttüğü politikalar is de facto liderin şahsi rolünün dışında, devletin kurumsal yapısıyla paralel ilerleyen adımlar oldu. Diğer bir deyişle MbS, kendi liderliğini ön plana çıkaran bir adım atmadı, fakat hem BM’deki Arap devletlerinin temsilcileriyle ortak basın açıklamasında Suudi Arabistan yürütücü bir rol aldı hem de İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi’nin Gazze için ortaklaşa yürüttüğü acil toplantıya ev sahipliği yaptı.
Çözüm Odaklı Adım Atanlar
Son kategorideki devletler, Filistin sorununa dair farklı organik ve tarihsel ilişkilere sahip olsalar da çözüm odaklı adımlar atmaya çalışan aktörler: Katar, Mısır ve Türkiye.
Katar’ın 7 Ekim’den sonraki politikaları küçük monarşi için büyük diplomatik anlamlar taşıyor. Sosyal medyada bile siyasi elitlerin Hamas’ın Doha’da olmasını eleştirdiği, ABD tarafından bunun teklif edildiğini görmezden geldiği bir kutuplaşma ortamında Katar’ın hem Arap sokağı için çok hassas bu meselede Arap tarafında kalabilmesi hem de İsrail’in müzakereye aracı olmasını kabul edeceği bir yerde olması büyük bir başarı. Katar’ın Başbakan Danışmanı ve Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Macid El-Ensari’nin geçtiğimiz hafta Doha Forum esnasında yaptığı konuşmada belirttiği gibi, Filistin gibi bir meselede arabuluculuk yapmak, bölge ülkelerinin, küresel güçlerin ve iç politikanın dengesini sağlamak oldukça zor bir görev. Katar iş birliği yapmak isteyen milletlerle bu sorumluluğu paylaşmaya hazır olduğunu söylüyor.
Mısır ise fiziki manada kapısına dayanmış bir sorunla tekrar yüzleşti. Bir yandan ilk kategorideki Lübnan gibi fiziken bu durumdan etkilenme ihtimali yüksek bir yandan da insani yardım için bile Refah Sınır Kapısı’nı belli koşullar altında ancak açıyor. Mısır için en temel problemlerden biri, Gazze’nin ve temelde Filistin sorununa dair pek çok dinamiğin kendi sınırlarına taşınıp taşınmaması. Filistin meselesi, Mısır dış politikasında uzun yıllardır etkili bir unsur ve Kahire’nin hem bölgesel okumalarında hem de küresel projeksiyonunda önemli bir yer tutuyor. Temelde Hamas’ın temsil ettiği direnişin Gazze’ye sıkışması ve Körfez monarşilerinin de harekete tavrının değişmesi, Mısır’ın memnun olduğu bir durumdu, çünkü Hamas’ın Filistin için tasavvur ettiği model, Müslüman Kardeşler’in (İhvan) Mısır için çizdiği çizgilerle uyumluydu. Yalnızca pratik Hamas-İhvan ilişkisinin ötesinde Hamas’ın statükoya karşı değişim çağrısı Mısır’ın isteyeceği bir bölgesel durum değil; kendi ülkesinde değil yanı başında, Filistin’de olsa dahi. Gazzelilerin Mısır sınırına, Sina Çölü’ne sürülmesi, Filistin meselesini Mısır’ın kucağına bırakabilir. Karşılığında ekonomik yardımlar ve Mısır’ın borçlarının kapatılması gibi ihtimaller olsa da Mısır böylesine kritik bir rolü üstlenir mi? Henüz cevabını bilmiyoruz.
Türkiye’nin konumu ve tutumu da en az Mısır kadar ilginç ve zor bir zeminde. Bir yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Filistin için küresel bir destek figürü olması, 7 Ekim’den bu yana da tekrar eden bir durum oldu. Diğer bir deyişle İsrail, BAE, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle ilişkilerini yeni yeni ısıtan Türkiye için savaşın zamanlaması oldukça ters oldu, fakat dış politika yönetimi kefil olarak yürütücü bir yol alabileceklerini, meseleye rasyonel bir yerden bakılmasının çözüm için önemli olduğunu ve İsrail’in sivil kayıplarını söylemlerinde öne çıkarırken, savaşın dozunun artmasıyla Ankara’nın ifadeleri de sertleşti. Aslında şu an önemli bir durum söz konusu: Özellikle Cumhurbaşkanı’nın demeçlerinde ön plana çıkan isim Netenyahu. Yani İsrail yönetimi yahut topyekûn devleti değil Netanyahu’nun şahsi siyasi ajandasına bağlı hareket eden şu anki yönetim suçlanıyor.
Türkiye barış görüşmeleri ya da rehine takası için kefil olmadı, fakat en azından bu konuda bir ajanda oluşturma çabası vardı. Ankara’nın asıl etkisi, Katar-ABD ve Mısır’ın resmen dahil olduğu müzakerelerin arka kapı aktörü olması. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinde “Katar’la ortak çalışıyoruz” ifadelerine yer vermesi, Hakan Fidan’ın bölgeye ziyaretleri bu noktada göze çarpan detaylar. Diğer bir gelişme ise, 44. Körfez Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı zirvesine Türkiye’nin de onur konuğu olarak katılması. Normalde Türkiye-Katar arasındaki stratejik zirve için Doha’ya giden Erdoğan, hemen sonrasındaki KİK görüşmesine de katıldı. Bu durum Ankara’nın tekrar Körfez monarşileri için tamamen masada bir aktör olduğunu gösteriyor. Filistin meselesinin temel ajanda olduğu bir toplantıda Arap olmayan bir ulusun da bulunması, Erdoğan’ın bu meseledeki ağırlığını ortaya koyuyor.
Sonuç olarak, gelinen noktada Gazze’nin kuzeyi el değiştirirken ve küresel çapta bir vicdan savaşı verilirken, Ortadoğu devletleri yapıcı bir birliktelik sağlayamıyor.