Gençlerin Kökleri
Gençler, kendilerini gerçekleştirecekleri, değerlerinin bilindiği, nepotizm yüzünden emeklerinin yok sayılmadığı ortamlara taşıyorlar köklerini beraberlerinde… Çünkü bu küresel köyde artık kökler kişinin huzurunu bulduğu, mutlu olduğu, emeklerinin karşılığının verildiği, geleceklerinin belirsizlikle sınanmadığı yerlerde derinleşiyor.
Uzun zamandır beni hiçbir roman pasajı bu kadar etkilememişti. Amin Maalouf’un Yolların Başlangıcı adlı romanının Başlangıçlar isimli bölümüne şöyle adım atar şanslı okur:
“Başka biri olsaydı ‘kökler’den söz ederdi… Benim sık kullandığım bir sözcük değil bu. ‘Kök’ sözcüğünü sevmem, imgesinden daha da az hoşlanırım. Kökler toprağa gömülür, çamurun içinde kıvrılıp bükülür, karanlıklarda dal budak salar; daha doğumundan başlayarak ağacı tutsak eder ve gözünü korkutarak beslerler: ‘Özgür kalırsan ölürsün!’
Ağaçlar, boyun eğmek zorundadır, kökleri onlara gereklidir, insanlara değildir oysa. Bir ışığı soluruz, gözümüz göklerdedir ve toprağın altına girdiğimizde, çürüyüp gitmek içindir bu. Doğduğumuz toprağın cansuyu, ayaklarımızdan başımıza doğru yükselmez; ayaklar yalnızca yürümeye yarar. Bizim için, yalnızca yollar önemlidir. Bize göz diken, bizi isteyen onlardır – yoksulluktan zenginliğe ya da başka bir yoksulluğa, kölelikten özgürlüğe ya da kanlı bir ölüme giderken. Bize sözler verir, bizi taşır, itekler, sonra da terk ederler. Ve o zaman, tıpkı doğduğumuz gibi, kendi seçmediğimiz bir yolun kıyısında ölüp gideriz.”
Kökler dendiğinde yıllar önce Jean Monnet Burs Programı’yla Belçika’da Avrupa Birliği (AB) alanında yüksek lisansımı tamamlayıp onur derecesiyle mezun olduktan sonra, orada kalıp doktorama devam etme ve çalışma imkânım olmasına rağmen koşar adım ülkeme geri döndüğüm, köklerimden kopmayı istemediğim yıllardaki heyecanım ve motivasyonum beliriyor gözlerimin önünde…
O zamanlarda bir nevi “Yolumuz uzun, heyecanımız yüksek, gençliğimiz var” mottosunu yaşıyordum iliklerime dek…
AB-Türkiye ilişkilerinin “altın yılları”ydı. Birbiri ardı sıra Katılım Ortaklığı Belgeleri hazırlanıyor, onlara cevaben Ulusal Programlar belirleniyor, AB uyum paketleri birbiriyle yarışırcasına Meclis’ten geçiyordu.
Ben de mevzuat uyum sürecinin özel sektör ayağında çalışıp bu “çorbada” tuzumun olması için didiniyordum. Çalıştığım şirket aracılığıyla birçok özel sektör kuruluşunun Gümrük Birliği ve AB mevzuatına uyumlanma adımlarında teknik ve stratejik danışmanlık veriyor; o altın yılların soluğunu daha güçlü kılmak için uğraşıyorduk.
Sonrası malum… AB sürecinin eski ışıltısını yitirdiği, taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin sinir uçlarını zorladığı için ilişkilerin buzdolabına kaldırıldığı bir konjonktürde, temel hak ve özgürlüklere dair belirlenen “Ankara Kriterleri”yle geldiğimiz noktada ancak AB dosyasını 9 Mayıs’larda düzenlenen ışıltılı resepsiyonlarda anımsar olduk. Takvimler 10 Mayıs’ı gösterdiğinde ise gündem yine eski rutinine döndü. Yıllarını AB idealine verenlerin kalbinin ortasına koca bir hüzün oturdu. Gönül Kıvılcım’ın son muhteşem romanı Küçük Umutlar’daki o güzel ifadesindeki gibi, “kaybedenlerin gözyaşları birbirine değmese bile aynı denize döküldü”.
Z Kuşağı Sorunsalı
Hele takvimler 19 Mayıs’ı gösterdiğinde başka bir rutinle karşı karşıya kalıyoruz. Herkes bir yandan ülkenin tüm geleceğini yaklaşık 11,7 milyon gencin omzuna yıkmaya çalışırken, perde arkasından da “Şu Z kuşağına güvenebilir miyiz?” endişeleri işitiliyor.
Atatürk’ün zamanında yurt dışına eğitim için gönderdiği üstün yetenekli gençlere öğütlediği “Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz” sözünün toplumdaki yansımasından ise fersah fersah uzak olduğumuzu unutacağız.
Peki ama tek sorun -ne şekilde formüle edilirse edilsin- “yeni genç nesilde” mi? Yoksa o nesle kendisini ifade etmesi, bir alev olarak ülkesine geri dönmesi, AB adaylık sürecinin zamanında simgelediği temel hak ve özgürlükleri korumak ve geliştirmek adına elinden geleni yapması için gerekli bir zemin ve yeşerme alanı sunulmamasında mı?
Geçtiğimiz günlerde SEÇBİR-Öğretmen Ağı Akademi Buluşmaları’nda, Galatasaray Üniversitesi’nden gençlik sosyoloğu Hakan Yücel ile Türkiye’deki gençlik çalışmaları alanında “Bugünün gençleri: Z kuşağı mı, çoklu krizler kuşağı mı?” başlığı altındaki çok verimli ve ufuk açıcı bir tartışmayı izledim.
Yücel, birbirinden değerli bilgileri paylaştığı konuşmasında, Z kuşağı etiketini reddederek gençleri tek bir terminolojiyle etiketlemenin yanlış olduğunu belirtiyor ve bir kuşak geliştirmek için ortak sorunların olması ve bunlar karşısında ortak değerler geliştirmeleri gerektiğine dikkat çekiyor. Örneğin 68 kuşağı, Cumhuriyet kuşağı ve pandemi kuşağı gibi…
Günümüzde Türkiye’de ve dünyada neoliberalizmin kucağına doğan gençler “çoklu krizler kuşağı” olarak nitelendiriliyor. Zira ekonomik krizden ekolojik krize dek birçok sorunla aynı anda karşılaşıp başa çıkmaları gerekiyor.
Gençlik Miti Yıkıldı
Haziran ayında Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk kez oy kullanacak gençlere dair yapılan son araştırmalara göre temel endişeleri iklim değişikliği, güvenlik ve eşitlik. Avrupa’da son dönemde gençler arasında artan evsizlik konusunda ise birçok AB ülkesi ciddi çalışmalar yürütüyor, sosyal adaleti sağlamak üzere adımlar atıyor, emlak piyasasının düzenlenmesi, sosyal transferler, dayanışma fonları gibi destek mekanizmalarını gündeme getiriyor.
Bir yandan da, Yücel’e göre, özellikle 1980’lerden itibaren Türkiye’de genç olmak zorlaştı ve gençlik miti yıkıldı. “Gençler, giderek kontrol edilmesi gereken kişilere dönüştü” diyor Yücel ve ekliyor: “Buna karşın, yeni nesil gençler arasında temel bir benzerlik var: Duyarlılıkları, kendi özgürlüklerine önem vermeleri, başkalarının özgürlüklerine de saygı göstermeleri, toplumda adalet ve hayatın her alanına katılım talep etmeleri…”
Yakın dönemde yaptıkları bir gençlik araştırmasında bir gencin gelecekten beklentisini aktarıyor Yücel: “İleride huzur istiyorum.”
Türkiye’de gençliğin iyi olma haline ve dolayısıyla “huzuruna” dair tablo ürkütücü. Ve bu tablo, her ile bir üniversite açarak da çözülmüyor. Habitat Derneği’nin geçen sene yayımladığı ‘Gençliğin İyi Olma Hali Raporu’na göre hayatından memnun gençlerin oranı son 5 yılda düştü ve 2023 yılında yüzde 45,6’ya geriledi. Memnuniyet en çok iş arayan gençler arasında düşük seyrediyor. İş bulamıyorlar; 21’inci yüzyılın gerektirdiği yeni iş becerileri konusunda yeterince bilgili değiller; yurt dışında gelecek hayali kuruyorlar, çünkü ülkede özgürlükler ve yaşam tarzı konusunda çekinceleri günbegün yükseliyor.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de 2.525.000 ev genci var; yani bu gençler ne okuyor ne de çalışıyor. Toplam gençler arasındaki payları ise yüzde 21. Avrupa Birliği’nde bu ortalama yüzde 11,7 düzeyinde. Yani Türkiye yine zirveye oynuyor. AB ülkeleri arasından en yüksek ev gencine sahip olan ülke, yüzde 17 ile Romanya.
Toplam üniversite sayısının 208’e ulaştığı ülkemizde gençler mezun oldukları bölümlerin yerel gerçeklikleri karşılamaması karşısında kendilerini değersiz hissediyorlar, emekleri görmezden geliniyor, kendilerini ciddi bir psikolojik çöküşün içinde buluveriyorlar.
TÜİK verilerine göre Mart ayında genç işsizlik oranı yüzde 15,1 oldu. İş bulma ümidini kaybeden gençler iş gücüne de mesleki eğitime de katılmıyor. Son açıklanan kamuda tasarruf önlemlerinin de, israfın kökenlerine inmek yerine gençlerin istihdamını daha da kısıtlayacağı gözden kaçmamalı.
Hisar Okulları’nın KONDA Araştırma’ya 78 ilde ve 15-29 yaş aralığındaki 3.147 kişiyle telefon araması ile yaptırdığı ve yeni açıkladığı “İkinci Yüzyılın Eşiğinde Gençlik ve Toplumsal Değerler” adlı araştırmaya göre; her beş gençten biri “ne işte ne okulda”; her 10 gençten yedisi Türkiye’de çağdaş ve iyi bir eğitim sağlanmadığını düşünüyor. Gençlerin yarısı -evet doğru okudunuz- imkânı olsa yurt dışında yaşamak istiyor. Bu oran modern gençlerde yüzde 62, geleneksel muhafazakârlarda ise yüzde 50. Gençlerin yine yarısı, gelecekte ülkede eğitim, sağlık, demokrasi gibi temel konularda daha iyi bir yerde olmayacağımızı düşünüyor.
Genç Beyin Göçü
AB-Türkiye ilişkilerinin geçmişteki altın yıllarında bu denli fazla olmayan genç beyin göçü giderek artıyor.
Örneğin genç müzisyenlerin aileleri üniversite için Avrupa’daki konservatuvarlarda okumak üzere dört koldan burs ararlarken, bu gençler okulları bittikten sonra Türkiye’ye dönmüyorlar, dönemiyorlar. Onları kollarını açarak karşılayan bir ortam, sürekli kadro yenileyen orkestralar veya konservatuvarlar da yok. İstihdam olanağının, umudun, yaşam sevincinin olmadığı topraklarda da gençler köklerini bulamıyor.
Maalouf’un “Ağaçlar, boyun eğmek zorundadır, kökleri onlara gereklidir, insanlara değildir oysa” dediği durum bu işte… Kendilerini gerçekleştirecekleri, değerlerinin bilindiği, nepotizm yüzünden emeklerinin yok sayılmadığı ortamlara taşıyorlar köklerini beraberlerinde… Çünkü bu küresel köyde artık kökler kişinin huzurunu bulduğu, mutlu olduğu, emeklerinin karşılığının verildiği, geleceklerinin belirsizlikle sınanmadığı yerlerde derinleşiyor.
Geçtiğimiz günlerce CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “Bu yüzyılın beka sorunu, gençlerin başka bir ülkeye gitme hayali” demişti. Gidene “Gitme!” denmesini doğru bulmuyorum; dolayısıyla bu beka sorununu çözmek için bu terk edişlerin, köklerini alarak evinden, yuvasından ayrılma hüznünün ardındaki dinamikleri sadece STK raporlarıyla analiz etmekle kalmayıp, politikalarla ve ayakları yere basan önlemlerle irdelememiz gerek.
Gençlik gibi soyut bir kavram etrafından değil, gençler hakkında, gençlerle birlikte konuşmamız gerek. Çünkü gençlerin sorunları aslında toplumun geneline yayılan sorunlar… Gençlerin sorunları, temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra toplumsal adalet gereksinimlerinden kaynaklı ve onunla bağlantılı sorunlar.
“Ah şu Z kuşağı!” demek yerine, gençlerin sürekli “isyan” halinde olduğundan dem vurmak yerine, “Ah şu yeni nesle de iş beğendiremiyoruz” demek yerine, bu gençlik mitini parçalarına ayırarak analiz etmemiz gerek.
“Gençsen çıkar telefonunu” sendromundan muzdarip olmak ve onları ait oldukları kuşağa dair soyut çerçeveli bir nankörlükle suçlamak yerine, içine doğdukları yüzyılın nimetlerinden yararlanacakları, son derece doğal gereksinimlerini karşılayabilecekleri bir ortamı sağlamak, onlara insan onuruna yaraşır bir yaşam inşa etmelerini sağlayacak, yüksek getirili iş pozisyonlarında yer almalarına imkân tanıyacak becerileri kazandırmak gerek.
Kısacası, gençleri anlamamız gerek. Demografik fırsat penceresini herkes için etkin hale getirmemiz gerek. Ancak o şekilde yurt dışına giden kıvılcımlar, alev olarak dönüp parlatacak hepimizi…
“Anlamak, sevgilim, o bir müthiş bahtiyarlık. Anlamak gideni ve gelmekte olanı” der ya Nâzım Hikmet. Geleceksizleştirilen, huzurunu yitiren, mutsuz, umutsuz, parasız pulsuz, adalet duygusunu yitirmiş, üstelik neşesi kaçmış gençleri anlayın. O müthiş bir bahtiyarlık…