Geride Kalanların Karşı Konulamaz Yükselişi
Çin ve yakında Hindistan GSYİH açısından ABD’yi geçecek olsa bile, Batı, Hugh Peyman’ın deyimiyle “üstünlükten dolayı kör olmuş durumda.” Gücünün azaldığını kabul etmek istemiyor. Dünya nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan Batılı olmayan ülkelerse, küresel karar alma süreçlerinden dışlanmayı artık kabul etmeyecek.
ABD yeni dünya düzeninde üç numara mı olacak? Eski gazeteci Hugh Peyman’ın yakında çıkacak kitabındaki iddiası bu yönde. Çin’in ekonomisi bazı ölçütlere göre şimdiden ABD’nin ekonomisini geçti ve yüzyılın ortalarında Hindistan’ın ekonomisi de aynı seviyeye ulaşmış olacak. Peyman geniş anlamda “Geride Kalanlar”ın Batı’ya meydan okumaya başlayacağını, Batı’nın da kendisine meydan okuyanları küçümsemeyi sürdüreceğini savunuyor.
Jeopolitik anlamda Batı’da yer almayan ülkelerin (bu anlamıyla Japonya da bu grupta) yükseleceğini ilk öngören de Peyman sayılmaz. Britanyalı iktisatçı Angus Maddison 2007’de Çin’in GSYİH’sinin bir süre sonra ABD’ninkini (1990 sabit ABD doları karşılığı satın alma gücü paritesi) geride bırakacağını, Hindistan’ın üçüncü sıraya yerleşeceğini biliyordu. OECD de Hindistan’ın 2050 yılına kadar GSYİH’de ABD’yi geçeceğini, 2060 yılına kadar da Çin, Hindistan ve Endonezya’nın toplam GSYİH’sinin 116,7 trilyon dolara (GSYİH’nin yüzde 49’una) ulaşacağını ve böylece ABD ekonomisini üçe katlayacağını tahmin ediyor.
Batı dışında kalan ülkelerin çok daha fazla insana ev sahipliği yaptığı dikkate alındığında bu pek şaşırtıcı olmasa gerek. Peyman’ın da belirttiği gibi Çin’in ve Hindistan’ın nüfusları ABD’nin sahip olduğu nüfusun dörder katı. Bu nedenle iki ülkenin toplam GSYİH’si ABD’nin kişi başına düşen gelirinin dörtte biri kadar olsa bile Amerika’nınkinin iki katı olur. Peyman’ın ifadesiyle “Nüfus oranları Batı’nın yalnızca yüzde 10, kalanınsa yüzde 90 olduğunu söylüyor.”
GSYİH söz konusu olduğunda elbette Batı demografik anlamda genel olarak kapasitesinin üzerinde bir başarı sergiliyor.1950’de Batı (Japonya da dahil) dünya GSYİH’sinin sadece yüzde 22,4’üne, küresel GSYİH’ninse yüzde 59,9’una tekabül ediyordu. Aynı dönemde dünya nüfusunun yüzde 51,4’üne ev sahipliği yapan Asya (Japonya hariç) ise dünya GSYİH’sinin ancak yüzde 15,4’ünü oluşturuyordu.
Sömürgeci yayılmacılıkla birlikte Batı’ya ekonomi anlamında önemli avantajlar sağlayan Sanayi Devrimi, rakamlardaki bu tutarsızlığı açıklayabilir. 1820’de dağılım çok daha dengeliydi. Asya (Japonya hariç) dünya nüfusunun yüzde 65,2’sini, küresel GSYİH’ninse yüzde 56,4’ünü oluşturuyordu.
Batı Dışı Dünyaya Yatırım
İçinde bulunduğumuz yüzyılın ortalarında Batı dışında kalan dünyanın nüfusu Batı’nın (Japonya dahil) nüfusundan 3,8 kat daha fazla olacak, GSYİH’si de 1,7 kat büyüyecek. Peyman’ın işaret ettiği gibi, eğitim değil de Batı dışında kalan dünyaya yatırım artışı, üretkenliğin artmasında ve küresel gelir giderin yeniden dengelenmesinde önemli rol oynuyor.
Bu yatırımlar ileride de karşılığını veriyor olacak. McKinsey Global Institute, geçen sene, “çok kutuplu yeni dünya düzeninde teknolojinin jeopolitik rekabetin ön sıralarına yerleşebileceği” tahmininde bulunmuştu. Teknolojik gelişmenin verimlilik artışına dönüşmesinde yönetişim gücüyle birlikte beşerî sermayenin oldukça önemli olduğu göz önünde bulundurulursa, Asya daha avantajlı. 2030’da G20’deki bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik mezunlarının yüzde 70’inden fazlası bu bölgeden olacak. Çin tek başına bu oranın yüzde 35’ini Hindistan ise yüzde 27’sini oluşturacak.
Bunların yanı sıra Batı dışında kalan dünya ileri araştırmalar bakımından Batı’ya yetişemiyor olsa da Batı’nın yeniliklerini tüketim mal ve hizmetlerine uygulama konusunda oldukça becerikli. Peyman, Çin’in kentlerinde yaşayıp Çinli şirketleri çalışırken edindiği deneyimlerine dayanarak Çin’in, Batılı olmayan dünyanın diğer yerlerinde farklı derecelerde denk bir biçimde seyreden moderniteye geçişini anlatıyor. Peyman’ın Çin hakkındaki kitabında Çin’in hızla yaşlanmakta olan bir nüfus, ezici otoriteryanizm, büyük bir borç yükü ve yavaşlayan büyümenin altında kalacağı uyarılarının hepsine cevap olacak nitelikte, Çin’i hedeflerinde ve çıkarlarında ileri götürecek güç aktarımı ayarlaması, girişimcilik ve yenilikçilikten başarıyla yararlandığına dair örnekler var.
Yalnız Peyman, ABD’nin “üstünlüğü nedeniyle körleştiğinden”, bunun da “gücündeki azalmanın farkına varmasını geciktirdiğinden” yakınıyor. Aslında Batılıların büyük çoğunluğu, dünyanın Batılı olmayan kısmının dünya düzenine uzun zamandır egemen olan ülkelere uzun süre, birbirleriyle uyumlu bir biçimde sorun yaratamayacak kadar muhtelif bir yapıda olduğunu kabul ediyormuş gibi görünüyor.
Çin, Hindistan, Endonezya, Singapur ve Güney Kore gibi ülkeler, Batı dışında kalan ülkelerin fırsatını bulmaları halinde üretim, ihracat, altyapı yatırımı ve idare konusunda en az Batılı emsalleri kadar yetkin olduğunu kanıtlıyor. Batı’da önde gelen şirketlerin bazılarını Hindistanlı yöneticiler işletiyor. Ayrıca Batılı ülkelerin pek çoğu kendi ülkelerinde “sosyal uyum, genel refah ve kamu sağlığı”nı sağlama hususunda başarısız oluyor.
Peyman, Batı’nın konumunun zayıfladığını kabul etmesi halinde dahi bu duruma uyum sağlamasının kolay olmayacağına dikkat çekiyor. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu Batı dışında yaşadığı için dünyanın kalanının küresel karar alma süreçlerinin dışında bırakılmayı kabul etmesi artık pek mümkün değil. Batı dışında kalan ülkeler Batı’yı bir şekilde dışarıda bırakma arayışında değil ama Batı’nın formüle ettiği küresel oyunun kurallarının 21’inci yüzyılda geçerli olacak şekilde yeniden yazılmasında yönlendirici bir rolleri olmasını istiyorlar.
Peyman, sözlerini, Batı’nın ve Batı dışındaki dünyanın liderleri olan ABD Başkanı Joe Biden ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i, 1970’lerin başında Richard Nixon’un Mao Zedong ile girdiğine benzer büyük bir pazarlığa varmaya çağırarak bitiriyor. Böyle bir pazarlık, yıkıcı bir çatışma olasılığını azaltırken, iklim değişikliğinden başlayarak zamanımızın önemli sorunlarında kapsamlı bir işbirliğine destek sağlayabilir.
Gücü artmakta olan devlet ile giderek ağırlığını kaybetmekte olan piyasa güçleri arasında da bir pazarlık olmalı. Yaptırımlarda bulunma veya yaptırımları sıkılaştırma gibi ani, tek taraflı politika değişiklikleri özel şirketlerin faaliyetlerini aksatmakta ve kârlılıklarını baltalamaktadır. Jeopolitik gerilimler süresince ekonomik dinamizmi sağlamak için özel ticareti ve yatırımı yönlendiren kurallara (herhangi bir ulusal güvenlik kırmızı çizgisi de dahil) açıklık kazandırılmalı ve bunlara uyulmalı. Bu kuralları koyan ülke, en büyük GSYİH’ye ya da nüfusa sahip olmasa bile, yeni küresel düzeni şekillendirecek.
Bu yazı Project-Syndicate sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için buraya tıklayınız.