Gıda Sisteminin “Önlenebilir” Krizi
Son 100 yılda sanayi üretimini önceliklendiren kalkınmacı bakış, tarımı ikinci plana attı; üretim ve tedarik güvence altında görüldüğü için tarımsal üretim ve çiftçi refahı göz ardı edildi. Kriz zamanı gıdanın daha fazla konuşulması ve kriz geçtikten sonra gündemden düşmesi çok genel bir durum. Ama şoklar bize bu konunun daha fazla gündeme geleceğini söylüyor. Türkiye’nin üretim, tedarik, perakende, girdi, üretici refahı gibi alt başlıklarda kapsamlı politika üretmesi, krizlere karşı dayanıklılığını artırabilir.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan süreç ile birlikte pek çok ülkede “gıda krizi” yeniden gündeme geldi. Elbette Türkiye de bir istisna değil. İki aydır yaşanan savaş durumunun, iki yılı aşkın süredir hayatımızda olan COVID-19 salgınının, her ikisinden de çok daha uzun süredir her alana sirayet eden ancak büyük ölçüde görmezden geldiğimiz iklim krizinin ve tüm bunların karşısındaki plansızlığın gıda sistemlerinde bozulmalara yol açtığını, artan gıda fiyatları ile ciddi olarak hissediyoruz.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki İstanbul Planlama Ajansı’na bağlı Vizyon 2050 Ofisi’nde tarım-gıda politikaları araştırmacısı Berkan Özyer ile gıda sisteminin aktörlerini, tedarik zincirlerinde yaşanan kayıp ve israfı, tarım-gıda politikaları ile yasal düzenlemeleri ve Türkiye’de belli dönemlerde gündeme gelen ancak şoklar sonrasında yeniden rafa kaldırılan gıda sisteminin sorunlarına yönelik çözümleri konuştuk.
Öncelikle bir süredir yine gündemde olan gıda krizi meselesinden başlamak istiyorum. Halihazırda hem dünyada hem de Türkiye’de bir gıda krizi yaşadığımızı söyleyebilir miyiz? Bunun eşiği nedir ve hangi durumda bir krizden bahsedebiliriz?
Kriz, şok gibi başlıklar medyada çok sevildiği için çok kolay telaffuz ediliyor. Ben bunların daha tedbirli kullanılması gerektiğini düşünüyorum. 20’nci yüzyıldan bu yana devam eden, sürecin bozulduğu bir dönem yaşadığımız muhakkak. Bu bozulmayı şöyle açıklamak mümkün: Sanayi Devrimi’ne, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar insanlık tarihinde gıda hep aşırı pahalı olmuştur. Örneğin, Raj Patel ve Jason W. Moore’un Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi kitabında yer aldığı üzere, 15’inci yüzyıldan günümüze kadar bir İngiliz duvar ustasının hane halkı harcama kalemleri üzerine bir çalışma yapılmış. 1453’ten 1913’e kadar geliyor araştırma ve ustanın gıda harcaması, genel bütçesinin yüzde 80’inden sadece yüzde 77,5’ine düşüyor 500 yıl içinde. Bugüne geldiğimizde İngiltere’de bu oran yüzde 8. Türkiye’de hane halkı harcamalarına bakıldığında yüzde 17-23 arasında değişiyor.
Neticede insanlık tarihi boyunca gıda aşırı pahalıyken, 20’nci yüzyılda olağanüstü bir ucuzlama oluyor, bunun da bir sürü sebebi var. Enerji ucuzladı; tarımsal dönüşümle endüstriyel tarıma geçince verim arttı; girdiler, nakliye, uluslararası ticaret ucuzladı vs. Besin değerlerini dışarıda tutarsak, böyle bir gelişme yaşandı. Ucuzlama ile birlikte küresel açlık da azaldı. Fakat genel ekonomik yapının ya da genel uluslararası siyasetin yetersiz kaldığı noktalarda bugün üç şeyin arttığını görüyoruz: Dünya Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre açlık çok uzun bir süre sonra, son 10 yıldır tüm dünyada artıyor. Yine FAO’nun Gıda Fiyatları Endeksi’ne göre fiyatlar şu sıralar son 20 yılın zirvesinde. Buna mukabil obezite oranları da dünyada korkunç bir şekilde artıyor. Kentlerde de durum böyle. Şu an İstanbul’da obezite ve kilolu oranı, toplam nüfusun yüzde 70’i civarında. Muazzam bir yaygınlık var. Ucuzlaşmanın çok büyük bedelleri oldu. Bununla birlikte girdi kullanımı, kimyasal ürünler, pestisitlerin neden olduğu toprak kirliliği, toprağın aşınması, besin değerinin azalması beslenme bozukluklarına, bunlar da başka hastalıklara yol açtı.
Dışa bağımlılık da burada çok ciddi bir kalem. Aslında pek çok alt kalem var ve bunların hepsinin birleştiği noktaların sonucunu kriz zamanlarında görüyoruz. Özellikle son dönemde COVID-19 salgını ile ortaya çıkan şöyle bir durum söz konusu: Son 100 yıldaki dönüşümden ötürü gıdanın rafta kesinlikle olacağına dair bir güvencemiz var, böyle bir kültüre doğup büyüdük. Fakat bugün geldiğimiz noktada, krizler olduğunda; özellikle de gıda bağımlılıkları, üretimin azalması, büyük ölçüde hizmet sektörüne yaslanması üzerinden kentler bağlamında bu güvencenin ne kadar kırılgan olduğunu görüyoruz. Ekonomik ya da herhangi bir şok durumunda daha çarpıcı bir şekilde kendini gösteriyor durum. Böyle dönemlerde gıda konusu çok daha önem kazanıyor. Fakat bir şekilde kriz sönümlendikten sonra yine gündemden düşüyor gıda, ta ki bir sonraki krize kadar.
Ne tür şoklar bunlar? Örneğin salgın etkisini nasıl gösterdi gıda sistemleri üzerinde?
FAO’nun gıda fiyat endeksi incelendiğinde, her artış bir sosyal patlamaya denk geliyor. Mısır’daki “ekmek ayaklanmalarının” olduğu 2008-2009’da artmış örneğin. COVID-19 ile de aynı sorun oldu. Uluslararası ticaretin serbestliği algısı, bize gıdanın çok kolay erişilebilir olduğuna dair bir hissiyat veriyor. Ancak, kriz zamanında ilk yapılan korumacılık oluyor. Gümrük duvarlarının yükselmesi, kendine yeterliliği önceliklendirme vs. Salgın zamanında da böyle olduğu için tarımsal hasılası yüksek olmayan yerlerin ilk etkilenecek yerler olduğunu gördük. Özellikle Avrupa’da tarım sektöründe çalışan sayısı Türkiye’ye göre çok düşük. Orada da mevsimlik tarım işçisine bağımlılık var. Ve salgın zamanı üretimdeki sorun ciddi biçimde kendini gösterdi orada. Trajikomik bir olay, Romanya’dan Hollanda’ya gidecek tarım işçilerinin önünü Almanya’da kestiler, Alman hükümeti ekstra teşvikler vermek istedi örneğin. Çünkü son 100 yılda sanayi üretimini önceliklendiren kalkınmacı bakış, tarımı ikinci plana attı; üretim ve tedarik güvence altında görüldüğü için tarımsal üretim ve çiftçi refahı göz ardı edildi.
TEDARİK ZİNCİRİNİN HER NOKTASI DÖNGÜSEL OLARAK DEĞERLENDİRİLMELİ
Bugün gıda ile ilgili konuları değerlendirirken gıda sistemi kavramı kullanılıyor artık. Gıda dediğimizde sadece tarımsal üretim, dekar başına verim, tonaj vs. değil, bütün sistemin, tedarik zincirinin her bir noktasının döngüsel bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor. Göç politikaları, istihdam, toplumsal cinsiyet, enerji politikaları, lojistik, altyapı, planlama hepsinin dahil olduğu bir süreç bu. Gıda iaşesinin böyle bir sistemik yaklaşımla iyileştirilebileceği, kalıcı çözümler sunulabileceği yönünde sivil toplumda da akademide de bir anlayış oluşmuş durumda. Geçmişi 40 yıla uzansa da gıda sistemi yaklaşımının son 10 yılda anaakımlaştığını söyleyebiliriz. Kırılma noktası, 2008 kriziyle birlikte gıda fiyatlarının artması ve kentlerin kırılganlığının iyice gözle görünür olmasıydı.
Salgının yanı sıra uzun zamandır gündemde olan iklim krizi ve iki ayı aşkın bir zamandır kendini gösteren savaş durumu da var. Tüm bunların yansıması nasıl oluyor Türkiye’deki tarım ve gıda sektörüne?
İklim, gıda ile ilgili konularda mutlaka önceliklendirilmesi gereken bir konu. Burada daha da önemli olan Türkiye’nin özellikle meyve-sebzede, hatta endüstriyel ürünlerde de en önemli üretim havzasının bulunduğu Akdeniz Bölgesi’nin iklim krizinden en çok etkilenecek yer olması. Etkinin arttığını son yıllarda görüyoruz. Tarım Sigortaları Havuz İşletmesi’nin (TARSİM) verilerine baktığımızda, iklim ya da hava olayları kaynaklı sigortalanma çok artmış durumda. Örneğin, 2019 yılı başındaki gıda enflasyonu ve tanzim satış girişiminin çok önemli bir sebebinin de 2018 ortalarından itibaren, özellikle Akdeniz’de, Güneydoğu’da yaşanan olağanüstü hava olaylarının hasada etkisinin olduğunu gördük. Bunun giderek artacağını biliyoruz. Fakat iklim krizi ile ilgili şöyle de bir durum var küresel olarak: Her şeyi iklime bağlamak. Karar alıcılar açısından, planlama eksikliğine rağmen “her şey iklim kaynaklı” demek bir rahatlık sağlıyor.
Neden yapılmıyor iyi planlama? Sorunlar mı bilinmiyor?
Dünyada da Türkiye’de de tarımın sorunları o kadar iyi biliniyor ki. Tarım şuraları, Tarım Bakanlığı’na bağlı politika araştırma merkezlerinin raporları, eski kalkınma planlarından yorumlar; bütün bunlar çok iyi çalışılmış, üzerine yüzlerce makale yazılmış. Fakat bunların çözümü sistemik bir yaklaşım gerektirdiği için ve siyaset Türkiye’de doğası gereği uzun vadeli planlama yapamadığı için hep krize karşı reaktif bir şeyler çıkabiliyor ortaya, tabii bir sonraki krize kadar.
Gıda enflasyonu yaşandığında, hasat zamanı ya da tedarikte bir sorun olduğunda artık Türkiye’de devletin ilk attığı adım ithalat, gümrüğün düşürülmesi vs. oluyor. Bu da üreticiyi etkiliyor, çünkü üretici ürününün karşılığını asla alamıyor, piyasa koşullarında bir şekilde fiyatı artan ürünün karşısında, rekabet edemeyeceği, yurt dışından gelmiş ucuz ürün oluyor. Türkiye’de tarımsal planlama olmadığı için hep aynı şey söyleniyor. Üreticisiniz, bakıyorsunuz bir sene soğan fiyatları tavan yapıyor, soğan ekeyim diyorsunuz ama herkes soğan ektiği için ürün fazla, fiyat düşük kalıyor, ondan sonraki sene ekmiyorsunuz, fiyat artıyor, ürün düşük kalıyor… Böyle bir döngü var. Bunun nedeni de planlama yoksunluğu ve her krizde kendini gösteriyor. Ne kadar dayanıklı olduğunuz, planlama politikaları ve uzun vadeli kalkınma politikalarıyla alakalı.
Buna karşın bir şekilde de devam edebiliyor sistem…
Evet, Türkiye gibi ülkeler olanca yapısal sorununa rağmen bu tür krizleri bazen nispeten daha hafif atlatabiliyor. Bunun da sebebi tamamen güvencesizlik bence. Özellikle sağlık sistemine baktığımızda, COVID-19 zamanı Türkiye’nin diğer ülkelere göre daha başarılı olduğu durumlar oldu. Bu, sağlık sisteminin kusursuzluğundan ziyade sağlık çalışanlarının inanılmaz emeği ile gösterdi kendini. Pek çok ülkede yaşanmadı bu, çünkü orada güvence olduğu için insanlar çalışma koşullarının niteliğini korumaya çalıştı. Tarımsal üretim ve gıda tedarik sisteminde de benzer bir durum söz konusuydu. Market çalışanları, tarım üreticileri, hale ürün getirenlerin güvenceden tamamen yoksun olduğu enformal bir sistemde, bir şekilde Türkiye’deki bu tedarik sistemi yürüyor, “gittiği yere kadar” şeklinde bir düzen var.
Savaşa gelecek olursak…
Ukrayna ve Rusya’daki tarımsal üretimin dünyadaki gıda enflasyonunun artışı üzerine doğrudan bir etkisi var. Türkiye konumundaki daha kırılgan bazı ülkeler bundan doğal olarak daha fazla etkileniyor. Tek başına Türkiye ya da tek başına savaş üzerinden okuma yapmak genel resmi eksik bırakır. Türkiye’nin üretim, tedarik, perakende, girdi, üretici refahı gibi alt başlıklarda kapsamlı politika üretmesi, krizlere karşı dayanıklılığını artırabilir. Bunun sonuçlarını da iklim krizi, salgın, olağanüstü silahlı çatışmalar gibi durumlarda, yarın ansızın başka bir sorun olduğunda göreceğiz. Nitekim önümüzdeki süreçte hem salgınların hem iklim krizi kaynaklı olayların da daha fazla olacağı öngörülüyor.
Son 15 yılda herhalde Yunanistan, Bulgaristan hariç bütün çevre coğrafyasında silahlı çatışma, darbe ya da isyanlar yaşandı Türkiye’nin. Dolayısıyla bunları yaşamamız ve bunlar karşısında tüketicinin ve üreticinin etkilenmesi asla bir sürpriz değil. Bunların şiddetinin artacağını öngörmek de mümkün.
GÜNÜ KURTARAN POLİTİKALAR ÇÖZÜM GETİRMİYOR
Meselenin ciddi anlamda cep yakan bir yönü de var şu sıralar. Bahsettiğiniz bu şoklar ve plansızlık, artık birebir insanlara dokunan, çok somut, bireysel krizlere yol açan bir aşamaya geldi. Kötü sonuçları öngörmemiz gerektiği açık ama mevcut durumda sizce gıda ve tarım politikalarında değişiklik bekleyebilir miyiz?
Bekleyebiliriz ama gerçekleşebilir mi bilmiyoruz ve süreç pek umut vermiyor. Aslında bahsettiklerimin hepsi, bütün bu sürecin ne kadar politik olduğunun, siyasi tercihlerle oluştuğunun altını çiziyor. Bir şey yapılacaktır muhtemelen, çünkü bütün insanlık tarihi boyunca bütün siyasi yapılar, özellikle insanların toplandığı kentlerde gıda iaşesini güvence altına almak üzere sürekli politikalar geliştirmiş. Bizans’ta da Osmanlı’da da örnekleri var, hatta örnek değil bizzat devlet politikası bunlar. Osmanlı iktisatçısı rahmetli Mehmet Genç’in, Osmanlı ekonomisine dair öngördüğü üç ilke vardı. Bunlardan birini iaşecilik olarak adlandırıyor. O da şu: Osmanlı’nın devlet yapısında, tarımsal üretimde her zaman ihracata geçmeden önce başkentin doymasına öncelik veriliyor. İmparatorluk içindeki bütün gıda artığı önce İstanbul’a geliyor; önce İstanbul doyacak, eğer oradan artık olursa ihracat yapılacak. O zamana kadarki devlet yapısı, ithalat-ihracat, merkantilist ekonomi de olmadığı için önce tarih boyunca dünyanın en kalabalık kentlerinden biri olmuş İstanbul’un doymasına odaklanıyor. Bugüne geldiğimizde de o yüzden bir şeyler yapılacağını söyleyebiliriz. Hakikaten böyle devam edemez. Daha önce tanzim satışı gibi uygulamalar yapıldı ama onların da işe yaramayacağını zaten biliyorduk, sadece o günü kurtardı, siyasi olduğu çok belliydi. Seçimlerle de zaten sona erdi. Yine yapılacak şey, en iyi ihtimalle başarılı olursa, bugünü kurtarır.
Mevcut politika ya da düzenlemelerde sorun yaratan en önemli noktalar neler?
Devletin veya hükümetin belirlediği, ihracatı önceliklendiren politikanın doğal sonucu olarak şu an gıda fiyatları artıyor. Temel nedenlerinden biri bu. Çünkü aşırı kârlı bir fiyatla ihracatçı aynı malı yurt dışına satabilirken, örneğin 4 Euro’ya Almanya’ya satabilecekse, iç piyasaya da benzer fiyatı vermek istiyor. Bunun yanında piyasa korkunç, bir tür “Vahşi Batı” var Türkiye’de gıda ve tarım tedarik sisteminde. Çok az düzenleme söz konusu, olan düzenlemeler de yeterince denetlenmiyor. Devletin mantığı, defalarca test edip başarılı olduğu üzere, herhangi bir sorun karşısında bir grubu sorumlu gösterip bütün hikâyeyi ona yıkmak. 2019’da halcilerle, soğan stokçularıyla yaşandı bu; sanki haldeki karanlık odalarda limon fiyatlarını belirleyen gizemli insanlar varmış gibi. Ya da bugünün doğal sorumluları olarak marketler gösteriliyor, cezalar kesiliyor vs. Sorumlulukları var mı, elbette var. Ancak çözüm için gidilecek tek adres orası değil.
ÜRETİCİ REFAHI ÇOK DÜŞÜK, KORUMA MEKANİZMALARI ÇOK AZ
Uygulanan politikalarda ilk dışlanan kesim üreticiler oluyor; üretici refahı çok düşük, üreticiyi güvence altına alacak koruma mekanizmaları çok az. Hep söylenen tarım desteği çok az. 2006 tarihli Tarım Kanunu gereği milli gelirin yüzde 1’inin tarım desteğine ayrılması gerekiyor ama 2006’dan beri yüzde 0,5’i geçmemiş durumda. Yani aynı hükümet, kendi koyduğu kararı tek bir yıl bile uygulamamış ve zaten tarım destekleri de sezon sonunda veriliyor. Dolayısıyla üreticinin güven duyabileceği bir mekanizma yok. Tarım Bakanlığı herhalde İçişleri Bakanlığı ile birlikte yerel örgütlenmesi en yüksek olan bakanlıklardan biri, fakat kurum içi tercihler nedeniyle sahada çok az yer alıyor. Bunun doğal sonucunu da anketler şöyle gösteriyor; üreticiler ekim, hasat, kullanacağı pestisit, gübre vs. konularında bakanlık ya da belediye gibi kurumlardan değil, en yakın zirai ilaç bayisinden destek alıyor. Dolayısıyla onlardan aldığı girdileri, pestisitleri, kulaktan duyma bilgilerle kullanıyor. Üreticilerin sırtını yaslayabileceği ve hep altı çizilen kooperatif gibi örgütlenmeler de olmadığı için Türkiye’de üreticiler tamamen piyasa aktörlerine karşı kırılgan bir durumda.
Kimdir bu piyasa aktörleri ve üretimle birlikte en önemli süreçlerden biri olan tedarik zincirinde ne gibi etkileri var? Türkiye’de zaman zaman siyasetçiler tarafından “aracıların kaldırılacağı” da dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi bir vaat?
Piyasa aktörlerinden kastımız o upuzun tedarik zincirindeki komisyoncu, tüccar, perakendeci gibi aktörler. İhracatı dışarıda tutarsak yerli pazara ürün tedarikine dair iki temel hat var. Biri, üreticinin komisyoncu, tüccar gibi aracılarla ürününü pazara ya da hale ulaştırması. İkincisi de 2010’daki Hal Yasası ile uygulanmaya başlanan yöntem, yani süpermarketlerin, perakende zincirlerinin ürünleri doğrudan üreticilerden tedarik etmesi. Genel olarak tüketim bu iki kanal üzerinden gidiyor. Burada da hal üzerinden giden o uzun tedarik zincirindeki aktörler ile üretici arasında aşırı enformal bir alışveriş dengesi var. Sezon öncesi aracı üreticiye parasını verir, ondan ne alacağını söyler, üretici zaten toptan paraya çok ihtiyaç duyduğu için ona bağımlı olur, ayrıca pazarlama kanalı yoktur vs.
Öbür tarafta da Hal Yasası hazırlanırken şöyle deniyordu; “Piyasa koşulları fiyatı çok artırıyor, marketlere biz üreticilerden doğrudan ürün alma yetkisi vereceğiz, bu da gıda enflasyonunu düşürecektir”. Bu yöntemin tedarik zincirini kısaltacağı ve israfı azaltacağı varsayılıyordu. O dönemde de bu işi araştıran herkes böyle olmayacağını söylüyordu ve nitekim olmadı. Çünkü marketlerin ürün alma tarafına baktığımızda, çok net bir şekilde fiyatları kendilerinin belirlediğini görüyoruz. Yani öbür taraftaki sorun burada da var. Çünkü denetimsizlik, örgütlenme eksikliği, hakkını arayamama söz konusu.
GIDA SİSTEMİNİN HER ALANINDA TEKELLEŞME VAR
Bu noktada dev bir tekelleşme de başlıyor. Tekelleşmeyi gıda sisteminde, olabilecek her alanda görüyoruz. Devletlerin de tercih ettiği bir şey bu, çünkü az aktörlü bir yapıyı kontrol etmek, müzakere etmek daha kolay. Bugün pestisit, kimyasal gübre, perakende taraflarında, her biri için 5-6 aktörün piyasanın %50-70’ini kontrol ettiğini biliyoruz. Türkiye’de böyle değildi fakat son yıllardaki trend buna götürüyor. Uluslararası perakende raporları şirket bakış açısından yazıldığı için Türkiye pazarını bir fırsat pazarı olarak gösteriyor, çünkü hâlâ semt pazarı, geleneksel esnaf nispeten çok daha güçlü burada. Ancak bu durum da değişiyor. Burada gıda fiyatlarına dair verileri sıralamaya bile gerek yok, sadece ilçenizdeki, mahallenizdeki artan zincir market şubesini düşündüğünüzde, ne kadar genişleme olduğunu görebilirsiniz. Bu noktada da perakende yasası eksikliği ortaya çıkıyor. Dünyadaki örneklere baktığımızda, perakende yasasında marketler arasındaki mesafe, market raflarında ürünlerin yüzde kaçının yakın bölgedeki üretici örgütlerinden olabileceği gibi sınırların olduğu bir sürü örnek var. Bu da Türkiye’de yok ve bu iki yasanın da yıllardır hep yenileneceği söyleniyor. 2010’da Hal Yasası çıktı, 2012’de yürürlüğe girdi, daha 2013 yılında yeni Hal Yasası tartışmaları başlamıştı. Sistem işlemediği ve sistem aktörleriyle kalıcı bir çözüm sağlanamadığı için sürekli bir vaat üzerine yürüyor işler. Berat Albayrak birkaç yıl önce yepyeni bir hal sisteminden bahsetmişti. Olmadı, olmayacağı da belliydi, çünkü orada da şu söyleniyordu: “Aracıları devreden çıkaracağız”. Aracılar, yani bütün o hal yapısı. O tarafta da bir lobi gücü olduğu için bu hemen engellendi.
Fakat şunu da görmek lazım. Bu insanlar sistemde kötü niyetli, şeytanlaştırılacak kişiler değil, sistemin doğal sonucu bu aktörler, ansızın ortaya çıkmadılar. Tedarik zincirinin en ideali, bir yanda üretici örgütü, diğer tarafta tüketici örgütü, bunların doğrudan alım yapmasıdır. Bu sayede aracı az olur, israf az olur. Fakat Türkiye’de örgütlenme olmadığı için arada bir sürü aktör çıkıyor.
Gündelik hayattan bir örnek vereyim. Dolmuş ya da minibüs hatlarını kaldıramazsınız kolay kolay. Orada çalışan bir sürü insan vardır. İstanbul ulaşım sistemindeki sorunlara dolmuş, minibüs gibi gündelik çözümler getirilmiştir. Aynısı gıda tarafında da var. Dev bir aktör haritası, farklı çıkarlar, farklı dengeler, farklı siyasi dengeler söz konusu. Dolayısıyla “aracıları kaldıracağız” söyleminin sahada hiçbir karşılığı yok. Merkez Bankası’nın 2015 tarihli bir raporunda Hal Yasası’nın sonuçlarına bakmışlar; şunlar amaçlandı, marketlere şöyle ayrıcalıklar verildi, fakat marketler de oluşturulan bu alanda kendi kâr maksimizasyonları doğrultusunda hareket ediyor, deniyor. Tabii ki böyle olacak, denetim mekanizması olmadığında her aktör kendi alanını daha da genişletmeye çalışacak.
MESELE, ÜRETİMİ ARTIRMAK DEĞİL ADALETİ SAĞLAMAK
Hem üretim hem de tedarik zincirlerinde kayıp ve israf meselesi tüm dünyada sorun, bizde de ciddi bir sorun. Dünyada farklı aktörlerin dahil olduğu pek çok girişim var bunları azaltma konusunda. Türkiye’de bu yönde yeterli tedbirler alınıyor mu sizce? Bir yandan nüfus artışı nedeniyle üretim artırılmalı diye bir panik hali varken, diğer tarafta bu kayıp ve israfı önleyecek tedbirlerin alınmaması büyük bir çelişki değil mi?
Özellikle endüstriyel tarım tarafı her zaman şunu söyler: “Verimi artırmalıyız, çünkü nüfus artacak, bu insanları doyurmamız lazım”. Fakat buradaki temel sorun, adalet sorunu. FAO’nun standart bir şekilde söylediği üçte bir oranı var, yani gıdanın üçte biri israf ediliyor ya da kaybediliyor. Siz bugün ürettiğiniz ürünün adil dağıtımını mümkün kılamıyorsanız, üretimi artırsanız da aynı insan aynı şekilde aç kalmaya ya da yetersiz beslenmeye devam edecek.
Türkiye’de israf çok fazla ve bunun belli başlı temel nedenleri var. Her şeyi sistemik duruma bağlamış oluyorum ama maalesef böyle. Türkiye’de, çok sık dile getirilen bir durum var; üreticiler çok küçük parsellerde üretim yapıyor. Yüzlerce hektarlık alanda tarım yapılması değil, aile çiftçiliği ya da küçük ölçekli çiftçilik yaygın. Arazi parçalanması söz konusu. Böyle olunca, örgütlenme de olmayınca bir aracı geliyor, Antalya’nın herhangi bölgesindeki köylerde gezerek kamyonla ürünlerini topluyor. Oysa bir üretici ürününü paketleyip elleçlenmiş bir şekilde hale götürse, o tedarik zincirindeki israfın önüne geçebilirsiniz. Soğuk zincir zaten çok azdır Türkiye’de. Bunlar da çabuk bozulan gıdalar. Dolayısıyla bunun çok hızlı bir şekilde paketlenmesi, elleçlenmesi ve pazara götürülmesi gerekiyor. Ancak o altyapı olmadığı için bütün aşamalardaki kayıp-israf oranı artıyor. En ideali, üretici örgütleri kooperatif yapısı içinde toplu şekilde ürünlerini getirir, orada elleçleme yapılır, elma türüne göre ayrılır, domates türüne göre ayrılır, kat kat paketlere konur, paketler soğuk zincirle tren ya da kamyona yüklenir, oradan büyük yere gider, orada tüketici örgütleri alıp perakendeye götürür. Kulağa çok basit geldiği için ticaret bakanları, tarım bakanları “gıda israfı var, hal yasası yapacağız, israfın önüne geçeceğiz, gıda fiyatları düşecek” diyor sürekli ama hiçbiri olmadı. Çünkü bu kadar basit değil iş. Buna eşlik etmesi gereken pek çok başka politika, uygulama var.
Düzenleyici kurumların ya da bakanlıkların bazı çalışmaları var bu alanda ama genellikle başarılı olamıyor? Fizibiletisi yapılmadan mı hayata geçirilmeye çalışılıyor bu girişimler, uygulamada eşgüdüm mü yok sizce?
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın “Gıdanı Koru” diye bir projesi var, kıymetli bir proje, kamu farkındalığı yaratıyor. Ciddi bir çalışma var, fakat genel yapıda fazla niş kalıyor bu. Sosyal sorumluluk meselesini düşünün, bir şirket bütün işleri yapar, bir de sosyal sorumluluk başlığı altında marjinal bir alan daha açar ve bütün sosyal sorumlulukla alakalı işi oraya yığar. Oysaki onun bütün çalışma sürecine entegre edilmesi gerekir. İklim konusunda da böyledir. Gıda israfında veya üreticilerin, tüketicilerin refahı, tedarik zinciri, güvencesizlik konularında da aynısı geçerlidir. Münferit değil, bütün bakanlıkların ve kurumların çalışmalarını yatay kesen bir konu bu. Somut yansımaya baktığımızda başarılı bir sonuç olmadığında, arkada eşgüdümde de sorun olduğunu tahmin edebiliriz.
TARIM-GIDA POLİTİKALARI BÜYÜKŞEHİRLERDE ZİNCİRLEME ETKİ YARATIYOR
Son yıllarda pek çok alanda merkezi yönetimin politikaları, yasal düzenlemeler bir yana, yerel yönetimlerin de ciddi bir aktör olduğunu görüyoruz. Uluslararası pek çok zirvede de kentlere ayrı bir alan açılmış durumda. Gıdaya erişim gibi hayati bir konuda kentlere ne tür sorumluluklar düşüyor? Nasıl kolaylaştırıcı olabilirler bu alanda? Ve tabii Türkiye’deki tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz bu hususta?
Tarım-gıda konusunda yerel yönetimlerin rol oynaması dünyada da çok yeni bir durum esasında. Yine 2008 krizinin yarattığı bir kırılma var, kentlerde yaşayan insanların gıdaya erişiminin ne kadar sorunlu olduğu ortaya çıktı o dönem. Bu süreç sürekli dönüşüm gerektirdiği için kaçınılmaz bir şekilde merkezi yönetimlerin öncülüğünde politikaların yapılması gerekiyor. Bu dönüşümde çok daha hızlı, çok daha yerel adımlar atılması gerektiği anlaşılınca da yerel yönetimler gündeme geldi. Uluslararası ağlar, işbirlikleri, akademide bu konuya vurgu, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferanslarında (COP) yerel yönetimlerin görünürlüğü arttı. Burada tetikleyici olan 2015’teki Milano Expo oldu. Gıda üzerine bir tema belirlenmişti ve orada Kentsel Gıda Politikaları Paktı hazırlanarak yerel yönetimlerin imzasına sunuldu, 200’ü aşkın yerel yönetim imzaladı bunu. Ardından konunun sahiplenilmesi ve bilgi paylaşımı arttı. C40 ağının gıda sistemleri ağı, Sürdürülebilirlik için Yerel Yönetimler Ağı (ICLEI) gibi pek çok oluşum var.
Türkiye’de de bu yaklaşımı görüyoruz. Öne çıkan örnekler var. İzmir son 10 yıldır konuya verdiği önemle bir İzmir modeli oluşturabildi. Ovacık örneği var. Tarım-gıda politikalarının büyükşehirlerde karşılık bulabildiğini 2019 seçimi öncesi ve sonrasında İstanbul, Ankara özelinde görmek çok mümkün. Yansıması çok geniş olan politikalar oluyor. Şimdiye kadar bu konuda bir politika geliştirilmemiş olması çok büyük bir dezavantaj olmakla birlikte çok ciddi de bir alan ve fırsat sunuyor, çünkü ne yaparsanız zincirleme etkisi çok fazla. Dolayısıyla kooperatifleşmenin desteklenmesi, üretici pazarlarının kurulması, ürünlerin yerel üreticiden alınması, üretici refahı için çeşitli sübvansiyonların sağlanması gibi çok temel tedbirlerin çok ciddi sonuçları olduğunu gördük.
Önemli gelişmelerden biri, 2012’de Büyükşehir Yasası’na bir maddenin eklenmesi oldu. Madde şöyle: “Yerel yönetimler tarım ve hayvancılığı desteklemek amacıyla her türlü faaliyet ve hizmette bulunabilirler”. Bu çok basit cümle muazzam bir alan açtı yerel yönetimlere. Belediyeler arası işbirliklerinin önümüzdeki yıllarda artacağını da öngörebiliriz. İngiltere’de mesela, belediyeler arası sadece gıda konusuna odaklanan bir ağ var. Denetimsiz piyasanın hâkim olduğu, merkezi yönetimin doğrudan bir aktör olmadığı mevcut Türkiye koşullarında yerel yönetimlere çok daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Teşvikler, tanıtımlar, saha eğitimleri, danışmanlık gibi pek çok alanda ciddi bir boşluk var ve burada yerel yönetimler en önemli aktör olarak öne çıkabiliyor.
ÇOK YÖNLÜ, ÇOK AKTÖRLÜ, KATMANLI POLİTİKALAR
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve İBB yapısı altındaki İstanbul Planlama Ajansı bünyesinde, İstanbul özelinde çeşitli girişimleriniz var. Örnek teşkil etmesi adına bunlardan da bahsedebilir misiniz?
2019 sonrası İBB’de bu konunun önceliklendirildiğini görüyoruz. Tedarik sürecinin neredeyse tüm aşamalarında çalışmalar yapılıyor. Halk Süt ile çocuklara ücretsiz süt dağıtımı yapılıyor. Bu süreçte, önce İzmir’deki Tire Süt Kooperatifi’nden ürünler alındı. Ona eşlik edecek şekilde İstanbul’daki Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği ile iletişime geçildi, onların kurumsal kapasitesi, üreticilerle ilişkileri güçlendirildi, sonra İzmir yerine İstanbul’daki üreticilerden ürün tedarik edilmeye başlandı, dolayısıyla hem çocuklar süte ücretsiz erişim imkânına kavuştu hem de İstanbul’daki üreticiler güçlendirilmiş oldu, pazarlama kanalı sunuldu. Zaten pazarlama, üreticilerin temel sorunlarından biri. Doğru pazarlama kanalları konusunda zorluk yaşıyorlar, devletin de yerel yönetimlerin de bu noktadaki rolü değişiklik yaratıyor. İstanbul’daki üreticilere fide desteği sağlandı, âtıl durumdaki bir sera üretime geçirildi. Kooperatif örgütlenme eğitimi, danışmanlığı veriliyor. Silajlık, hayvancılığa yönelik ürün desteği çok arttı. İSKİ’ye bağlı baraj sulama göletleri, açık kanallarda buharlaşmaya karşı çok kırılganlardı, peyderpey hepsinde kapalı devreye geçilerek, buharlaşmanın ve su israfının önüne geçiliyor. Bu su üreticilere ücretsiz veriliyor. Kadıköy’de ve Beşiktaş’ta üretici pazarları kuruldu. Hem İstanbullu üreticiler hem de Türkiye’nin başka yerlerinden üretici örgütleri doğrudan tüketicilerle buluşabiliyor. Üreticilerden doğrudan alımlar yapılıyor, balıkçılara destekler sağlanıyor. Bir de dünyanın pek çok kentinde olduğu gibi, bütün bu çalışmaları bağlama oturtacak bir İstanbul Gıda Strateji Belgesi hazırlandı. Mevcut durum, sorun tespiti, yapılması gerekenler, öneriler vadelendirilmiş bir şekilde belge olarak Bülent Şık, Mustafa Koç ve Hilal Elver tarafından hazırlanarak kamuoyunun yorumlarına açıldı. Tamamlanan yorumlarla nihai aşamaya geçiliyor. Gıda güvencesizliğine karşı çözüm üretmek için çok yönlü, çok aktörlü, katmanlı bir şekilde politikalar geliştiriliyor.
DENETİM RAFTA DEĞİL, SÜRECİN BAŞINDA YAPILMALI
Özetleyecek olursak Türkiye’nin gıda güvenliği ve güvencesi açısından en büyük sorunları için acilen alınması gereken tedbirler neler?
En başta söylediğim gibi sorunlar da çözümler de çok belli. Gıda güvenliği konusunda denetimlerin yapılması, şeffaf bir şekilde kamuoyuyla paylaşılması gerekiyor. Bunun için üretim aşamasından başlayarak planlama gerekiyor, üreticilerin böcek, mantar gibi zararlılarla entegre mücadele, agroekolojik üretime geçiş konularında yönlendirilmesi ve bunun da teşviklerle yapılması gerekiyor. Organik tarım teşvikleri ya aynı ya da azaltılıyor yıllardır. Girdi, tohum, gübre dolara endeksli olduğu için çok pahalı. Aslında bunun tersten yarattığı bir avantaj var, Türkiye hâlâ Avrupa ortalamalarına göre daha düşük pestisit kullanıyor. Dolayısıyla erken davranma alanımız hâlâ var. En son raftaki ürünlere gıda denetimi, kalıntı analizi yapmak çözüm değil, çünkü çöpe dönmüş oluyor. Önemli olan ilk aşamasından başlamak.
Gıda güvenliği konusunda soğuk zinciri sağlamak, kayıp-israfın önüne geçmek gibi somut politikalar olmalı. Tedarik tarafında da perakende tarafında da kalıcı politikalar ve denetleme şart. Marketlerin yaygınlaştırılmasına belli kilometre sınırları getirilmesi ve bunları yaparken de geleneksel esnafta kırılganlık oluşturulmaması gerekiyor. Ürün israfı ve hak gaspının önüne geçilmesi adına örgütlenme şart.
Veri çok önemli, biz Türkiye’deki tarım alanları, tarım üretimi, tarım hasılası, tarım üreticisi sayısını bilmiyoruz. Çünkü anayasal olarak 10 yılda bir tarım sayımı yapılması gerekiyorken, en son 2001’de yapıldı bu. Artık örneklem üzerinden araştırma yapılıyor, eski usul genel bir tarım sayımı yapılmıyor. Böyle olduğu için de nerede ne üretiliyor, nereye gidiyor tam olarak bilmiyoruz. Ticaret Bakanlığı’nın Hal Kayıt Sistemi, Tarım Bakanlığı’nın Çiftçi Kayıt Sistemi var, bunların birbiriyle entegre olması lazım. Hal Kayıt sistemi bütün tedarik sürecini kayıt altına alan bir sistem, fakat genel veri analizine imkân oluşturacak bir altyapı ile yapılmamış. Veriler şüpheli olabiliyor. Son 20 yılda neredeyse her tarım bakanı yeni bir veri sistemi ilan etti ya da çalışmasını yaptı ama ya yarım kaldı bunlar. Veri altyapısına çok acil ihtiyaç var ve bunun şeffaf bir şekilde kamuoyuna açık yapılması gerekiyor.
Gıda sistemi dediğimizde sadece üretici de değil, kurye, kamyoncu gibi aradaki bütün çalışanları adil iş güvencesine erişmesi gerekiyor.
Üreticilerin çok temel bir derdi var. Türkiye’nin neresinde üreticilerle konuşsanız şunu çok rahat gözlemleyebilirsiniz: Aynı ücretle hatta daha düşük bir ücretle tarlada değil, yakınlardaki bir fabrikada güvenlik görevlisi olmayı tercih ediyorlar.
İade-i itibar yapılması gerekiyor aslında…
Aynen öyle, üretici sınıfı yaşlanmaya başladı. Üretimi bırakmayıp, toprağını satmayıp üretime devam etmesi bence bir kahramanlık, çünkü 3-5 yılda elde edeceği parayı arazi satışıyla elde edebiliyor insanlar. Araziler satılıyor, gençler merkeze taşınıyor. Dünyada da benzer bir durum var ama Türkiye’de her şeyde olduğu gibi daha sert yaşanıyor. İklim politikaları konusunda Avrupa’da bir sürü üretici eylemi görürsünüz, yıllarca bu kişilere pestisitle endüstriyel tarım yapmaları için destekler verildi. Bunların ve hayvancılığın ne kadar karbon etkisi bıraktığı üzerinden ani bir yeşil dönüşüm başladı, bu sefer de çiftçiler diyor ki “yıllarca bize bunu yaptırdınız, şimdi de sistemin sorumlusu bizmişiz gibi davranıyorsunuz”.
Bariz çözümlerin hayata geçirilmemesi nedeniyle aynı sorunları farklı kaynaklardan bir daha yaşıyoruz. İklim krizi ile ilgili bir sorun oluyor, tedarikte bir sorun oluyor çok şaşırıyoruz. Bu denli dışa bağımlılık var, ülkedeki tarımsal alanlar azalıyor, üretici toprağı bırakıyor, ondan sonra savaş çıktığında tedarik sorun oluyor ve biz yine çok şaşırıyoruz.
Kısa vadede olumlu bir değişim olabileceğini düşünüyor musunuz? Fiyat artışına getirilecek çözüm her zamanki gibi anı kurtarmaya yönelik mi olacak, yoksa uzun vadeye yayılarak bir daha bunun yaşanmamasını mı sağlayacak?
Muhtemelen ilki. Bugün devlet, bakanlık, farklı birimler “Ben bu konuyu çok önemsiyorum, bu konuda bir seferberlik başlatıyorum ve çıkan çalışmaları da şöyle bir takvimde uygulamaya başlayacağım” dese bile çok ciddi bir karşılık bulur, etki yaratır. Üreticiler boş lafa dönüşen vaatleri ya da yanınızdayız mesajlarını çok duydular, fakat bunun gerçekleşeceğine dair gerçek bir umut bile zincirleme etki yaratacaktır. İçinde bulunduğumuz dönemin genel hali, insanlar inanacak bir şey arıyor. Sözlerinin dinlenebileceği bir yer bulmaya çalışıyor. Bu iki temel ihtiyaç çerçevesinde günün siyasi ve sosyolojik koşullarında geliştirilecek her politika her türlü karşılık bulacaktır. Tabii ki söylem düzeyinde kalmayacak somut politikalarla desteklenecek bir kurgudan bahsediyorum. Bunun gerçekleşeceğine dair bir siyasi irade görmek istiyor insanlar.