Göç Gerçeği Karşısında Türk Eğitim Paradigması
Göçle ilgili gerekli farkındalığa sahip fertlerin yetiştirilmesi, eğitim sisteminde kültürel duyarlılık, kültürleri tanıma, saygı gösterme, iletişim kurma, meselelere daha evrensel bakabilme gibi niteliklerin içselleştirilip aktarılmasına bağlıdır.
Göç, küresel yaşamın ortak bir özelliğidir. Göçler çağı olarak adlandırılan küreselleşme sürecinin ülkelerin ve eğitim sistemlerinin baş etmeleri gereken büyük meselelere yol açtığı görülmektedir. İnsan hareketlerinin yoğun yaşandığı bu çağda siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel etkileri bakımından göç, fırsatları da beraberinde getirmektedir. Toplumun hem özeti hem de mimarı olan okullardan ve dolayısıyla eğitim sistemlerinden bu noktada birtakım duyarlılıklar geliştirmesi beklenmektedir.
Her ne kadar olumsuz algılansa da göçler, göç alan ülkelere yeni insan kaynağı ve beşerî sermaye sağlama potansiyeline sahiptir. Zira ekonominin hem büyüyen hem de gerileyen sektörlerinde önemli iş alanları göçmenler tarafından doldurulur. Önceki nesillere göre daha nitelikli ve genç göçmen nüfusu, ülkenin işgücünü daha da güçlendirmektedir. Bu bakımdan hem ev sahibi ülkeler hem de göçmenler için risk faktörlerinin azaltılması ve göçmen girişinin faydalarının en üst düzeye çıkartılabilmesi umulmaktadır. Hâl böyleyken göç olgusu ve doğurduğu sonuçlar, ülkenin eğitim sistemi ve politikaları üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadır.
Göçmenlerin Eğitime Erişimi
Göçmen eğitimiyle ilgili uygulayıcıların bu alanda en çok mücadele ettikleri iki güçlük söz konusudur. Göçmenlerin eğitime erişimleri ve anadili farklı olan öğrencilerle yaşanan problemler en başta zikredilmektedir. Bunlarla bağlantılı olarak da eğitim programlarının kalitesi, eğitim geçmişlerine göre öğrenci düzeylerinin belirlenmesi, göçmen eğitimi için öğretmen yeterlikleri ve diploma/sertifika denklikleri gibi problemler ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı göç güzergâhı olan ülkelerde eğitim sistemleri için bu sorunlara etkili ve kalıcı reaksiyon üretme ihtiyacı kendini göstermektedir.
Uluslararası Göç Örgütü verilerine göre 2020 yılı ortasında dünya üzerinde toplam 280,6 milyon göçmen bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, 2020 yılının sonunda 82,4 milyon insanın zorla yerinden edildiği ve bunların yaklaşık 35 milyonunun okul çağında sayılabilecek (18 yaş altında) çocuklardan oluştuğunu belirtmektedir. OECD ülkelerinde, birinci ve ikinci kuşak göçmen öğrencilerin payı 2006-2015 yılları arasında %9,4’ten %12,5’e yükselmiştir. Küresel göç oranları ise yükseköğretimde %5,4, ortaöğretimde %1,8 ve ilköğretimde %1,1 olarak hesaplanmıştır. Bu rakamlar, yer değiştirme hareketlerinin yoğunluğunun ne denli yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yoğunluk sebebiyle dünyanın dört bir yanındaki eğitim sistemleri tüm öğrencileri içerecek uyum politikaları geliştirmeye çalışmaktadır.
Göç Ülkesi Türkiye
Türkiye özeline bakıldığında, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e kalan mirasın birden çok etnik yapıyı barındırdığı ve geçiş sürecinin göç hareketlerini tetiklediği söylenebilir. Tarih boyunca göç yolu üzerinde bulunan bir coğrafya olurken, günümüzde de çevresindeki istikrarsız bölgelerden dolayı Türkiye’de sürekli göçler yaşanmaktadır. Bu hususlar dolayısıyla Türkiye yoğun şekilde insan hareketliliklerine sahne olmuş, adeta göçlerle kurulmuş bir ülkedir.
19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti kaybettiği toprakların da etkisiyle yerleşim, nüfus ve göç konularında problemler yaşamaya başlamıştır. Dünyada ulusçuluk akımının güçlenmesi ve homojen toplum yapısının devam ettirilmek istenmesinden dolayı Türk-Müslüman nüfus göçleri olmuştur. 1934 tarihli İskân Kanunu ile Türk ırkının ve kültürünün oluşturduğu bir nüfus arzulandığı için ulus-devlet ideali lehine sonuç verecek göç alma ve göç verme hareketleri devletin zorlayıcı tavrı ile gerçekleşmiştir. Türkiye, Cumhuriyet döneminde nitelikli insan gücünü mübadeleler ve göçler yoluyla kaybettiği için dışarıdan gelmek isteyen Türk ve/veya Müslüman kitleye karşı olumlu bir tavır takınmıştır. Seyrelen nüfusun artırılması konusunda da bu dışarıdan gelen göçlerin desteklenmesi önemli görülmüştür.
1940’lı yılların sonu ve 1950’ler, kırdan kente göçlerin yoğunlaştığı bir dönem olarak bilinmektedir. 1950 ve 1952 yılları arasında ise 150 binden fazla Türk’ün Bulgaristan’dan sınır dışı edilerek Türkiye’ye gönderildiği bilinmektedir. Aynı dönemde önemli bir göç hareketi de Yugoslavya ve Makedonya bölgelerinden yaşanmıştır. 1951 ve 1956 yılları arasında Türkiye’ye göç ettirilmek üzere Yugoslavya vatandaşlığından çıkarılanların sayısı 90 binleri bulmuştur. 1952 yılından 1967 yılına kadar sayıları 175 bini geçecek bir başka göçmen kitle de Makedonya’dan Türkiye’ye gelmiştir.
Türkiye’de 1960’lı yıllar Avrupa ülkelerine doğru kitlesel göçlerin yaşandığı dönemdir. Misafir işçi göçleri bu yıllarda gerçekleşmiş, bu nüfus Avrupa’da önemli bir Türk diasporası oluşturmuştur. 70’lerin ortasından itibaren ve 80’li yıllarda bu diasporanın bir kısmının geri dönüş teşvikleriyle Türkiye’ye dönmeye başladığı bilinmektedir. Yine 1970’li yıllarda Afganistan, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Bulgaristan ve Yugoslavya gibi ülkelerden Türkiye’ye doğru kitlesel göçler önemli sayılabilecek boyutlardadır. Bölgelerindeki istikrarsızlıklar, çatışma ve kargaşa ortamı bu insanları sığınma ve korunma amacıyla Türkiye’ye getirmiştir. Özellikle 1980 İran-Irak Savaşı ve 1991 Körfez Savaşı’nın etkileri sebebiyle, 1980-1991 yılları arasında yaklaşık 1,5 milyon insanın Türkiye’yi transit ülke olarak kullanarak Avrupa ülkelerine göç ettiği tahmin edilmektedir.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü son 15 yılda yaklaşık 3,3 milyon yabancının Türkiye’ye çalışma, eğitim ve diğer amaçlarla gelmiş olduğunu ve ikamet izni aldığını kaydetmiştir. TÜİK verilerine bakıldığında 1980’lerde iç göç hareketliliği yapan kişi sayısının 500 bin dolaylarında olduğu görülmektedir. Bu sayı yıllar geçtikçe yükselen bir seyir izlemiş, 2000’lerin başında 1 milyon, 2020’li yıllara gelindiğinde ise 3 milyon civarında insanın Türkiye’de iç göç hareketliliğine dahil olduğu görülmüştür. Yurt dışından Türkiye’ye gelenlere bakıldığında da yıllara göre artış söz konusudur. 2019 yılının TÜİK verilerine bu rakam 700 bin olarak yansımıştır. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra Türkiye’de uluslararası öğrenci sayıları da ciddi bir artış göstermiştir. 2010’lu yılların başlarında yükseköğretim kurumlarındaki uluslararası öğrenci sayısı yaklaşık 50 bin iken 2018-2019 akademik yılında üç katına yükselmiştir.
Türkiye’de Göç ve Eğitim
Türkiye’nin göç ve eğitim konularının aynı paydada kesiştiği aktüel bir mesele olarak sığınmacıların eğitimi son yılların önemli bir gündemidir. Özellikle Suriye krizi sonrası Türkiye’ye gelen sığınmacıların önemli bir bölümünün çocuk ve genç olması nedeniyle bu nüfusun eğitimiyle ilgili uyum ve eğitim politikaları hayata geçirilmeye çalışılmıştır. UNICEF Türkiye Milli Komitesi rakamlarına göre Türkiye’de çoğu Suriyeli olmak üzere yaklaşık 4 milyon mülteci yaşamakta ve bu nüfusun yaklaşık 1,74 milyonunu çocuklar oluşturmaktadır. Türkiye’deki okul çağındaki bu çocukların 2019 itibarıyla 680 bininin okula kayıtlı olduğu ifade edilmektedir. Yaklaşık 400 bin çocuğun ise hâlen okul dışında olduğu belirtilmiştir. TEDMEM raporunda, mültecilerin dünya genelinde ilkokulda ortalama okullaşma oranı yaklaşık %61 iken Türkiye’de Suriyeli öğrencilerin ilkokuldaki okullaşma oranının %96,30 olduğu belirtilerek bu oranın dünya ortalamasına nazaran oldukça yüksek olduğu ifade edilmiştir. Buna ek olarak mülteci eğitiminde ortaokul (%58,13) ve lise (%26,38) düzeyinde aynı başarının elde edilemediği görülmektedir.
Türkiye’de farklı bölgelerden gelen göçmen, mülteci, sığınmacı ve geçici koruma gibi farklı statülerle bulunan geniş bir nüfusun varlığı söz konusudur. Bunların yanında geri dönen Türk diasporasının da göçle bağlantılı oldukça önemli bir nüfusu meydana getirdiği görülmektedir. Elbette bu insanların eğitim ihtiyaçlarını anlamak ve söz konusu ihtiyaçlarını giderebilmek önemlidir. Göçlerin sebep olduğu ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal etkilerin kontrol edilmesi ve göç akışlarından azami fayda sağlanması yine göçmenlerin sorunsuz şekilde topluma ve ekonomiye katılımlarıyla mümkündür. Bu da ancak eğitime aktif katılımın sağlanmasıyla gerçekleştirilebilir. Fakat Türkiye’nin göç olgusu karşısında verdiği sınavda başarılı olduğunu söylemek maalesef henüz mümkün değildir.
Türkiye’de uzunca süre yürürlükte olan 2510 sayılı İskân Kanunu, 5682 sayılı Pasaport Kanunu ve 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu gibi “soydaşlık” esasına dayalı olarak oluşturulan hukuki metinlerin yanı sıra 1951 Cenevre Sözleşmesi kapsamında mülteciler için “coğrafi çekince” şartının yürürlükte olması sebebiyle göç ve göçmen politikaları anlamında katı bir duruşun sergilendiği söylenebilir. Türkiye’de ancak 2013 yılında kabul edilen 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda yer alan “şartlı mülteci” “ikincil koruma” ve “geçici koruma” vb. haklar ile coğrafi çekince anlayışı bir bakıma aşılabilmiş, Suriye ve diğer bölge ülkelerinden gelen kişilerin mülteci statüsünden yararlanması söz konusu olmuştur. Yakın tarihe kadar Türkiye’de göçmenlerin katılımına ilişkin ciddi bir politika kaygısı olmadığı gibi eğitim alanında göç geçmişi olanlara dair bir adım atılmadığı söylenebilir. Bunun bir zihniyet meselesi olduğu aşikârdır. İsmail Kaplan’ın “Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi” isimli kitabında belirttiği gibi Cumhuriyet’in başından itibaren Türk eğitim sistemi evrensel ve enternasyonal kültürel değerlere, felsefe ve ideolojilere karşı güvensizlik ve hoşgörüsüzlük tutumu sergilemektedir. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda milli eğitimin amaçlarından ve ilkelerinden de bu yoruma ulaşılabilir. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda milli eğitim amaçlarının daha ilk cümlesinde kapsamın “Türk Milleti” özelinden ele alındığı görülmektedir. Türk eğitim sistemi hedef kitle olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, Türk Milleti olarak tanımlanan yurttaşları içeren dar bir kesime odaklanmıştır. Sıra olarak Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunun sağlanmasının evrensel pedagojik gereksinimlerden önce yer almış olması da dikkate değerdir. Ayrıca “Türklük ve Türk kültürü” vurgusu ile “Genellik ve Eşitlik” ilkesinin esaslarını oluşturan dil, ırk ve din ayrımının yapılamayacağına ilişkin beyanların uyum içinde olmadığı da görülecektir.
Muhsin Hesapçıoğlu, Türk eğitim sisteminin; bilginin kaynağı açısından rasyonalist bir felsefeye, problem çözme yaklaşımları bakımından tümdengelimci bir felsefeye, yönetim anlayışları açısından merkezi yönetimli bir felsefeye, doğru bilginin kriteri açısından toplum merkezli bir felsefeye sahip olduğunu ifade etmektedir. Burada ifade edilen her bir felsefenin 21’inci yüzyıl koşullarında geçerliği sorgulanabilecek durumdadır. Gelişen şartlar hem anlayış ve algılayışlarda hem de aksiyonda yeni yaklaşımların benimsenmesi ihtiyacını doğurmaktadır. Günümüzde hâlâ eğitimin tüm kademelerinde eğitimin ilk amacının Cumhuriyet’in erken dönemlerinde benimsenen ideolojik çerçeveye bağlı vatandaş yetiştirmek olduğu dikkate alındığında Türk eğitim sisteminde köklü bir paradigma değişikliğinin veya atılımının gerçekleşmediği görülecektir. Yeni arayışlar devam etse de Türk eğitim sisteminin, kendine özgü bir felsefe geliştirme hususunda daha çok yol alması gerektiği açıktır. Devşirme veya nakil felsefeler ile Türkiye toplumunun dinamiklerine ve meselelerine cevap verecek bir eğitim paradigmasının kurgulanamadığı Türkiye Cumhuriyeti tarihinde tecrübe edilmiştir.
Kapsayıcı, Bütünleştirici, İnsani Gelişim Öncelikli Bir Eğitim Sistemi
Tarihten günümüze önemli göç güzergâhı olmuş Türkiye’de çağın şartlarına uyum gösterilmesi önem arz etmektedir. Göçün sebep olabileceği risklerin en aza indirilmesi ve fırsatlardan azami derecede yararlanılabilmesi için iyi kurgulanmış sosyal politikalarla desteklenen göç gerçeğine duyarlı bir eğitim sistemine ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun için eğitim sisteminin paydaşlarının varsayımları ve değerlerinin yanında eğitim sistemine hâkim fikri ve pedagojik çerçevenin küresel dünyanın göç gerçekliğine uyum sağlayabilecek bir form kazanmış olması gerekmektedir. Hem ilim ve eğitim geleneğinden beslenen hem de göç olgusunu bir Türkiye gerçeği olarak odağa alan kapsayıcı, bütünleştirici, insani gelişim öncelikli bir eğitim sistemi kurgulanması gerekmektedir.
Devletlerin sınırlarının ortadan kalktığı, göçlerin ve öğrenci hareketliliklerinin çokça teşvik edildiği, eğitim amaçlı yer değiştirmenin giderek arttığı bir dünyada, yalnızca kendi hudutlarının içine bakan, sınırlı etnik ve kültürel unsuru odağa yerleştiren ve çok dilliliği, çok kültürlülüğü göz ardı eden eğitim sistemlerinin hem ülke hem de yetiştireceği bireyler hesabına başarı elde etmesi mümkün değildir. Milli eğitimin temel kanunlarına, amaçlarına veya anayasa gibi temel metinlere bakıldığında Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardaki hâkim anlayışı ve bir anlamda o günlerin genel eğilimi olan ulus-devlet inşa etmek amacını yansıtan, totaliter denilebilecek bir zihniyet tarafından eğitim sisteminin kurgulandığı görülmektedir. Bulunduğu coğrafya ve tarihi itibarıyla geçmişten günümüze önemli bir göç güzergâhı olan Türkiye, eğitim sistemi içerisinde bir memleket gerçeği olarak göç olgusunu ve etkilerini dikkate almak zorundadır. Toplum ve öğrenci kompozisyonunun değişmesi karşısında sabit, sorgulanamayan anlayış ve perspektifler ile etkili politikaların hayata geçirilmesi mümkün olmadığı için lüzumlu noktalarda mevcut zihniyetin, milli eğitim amaçlarının, ilkelerinin ve insan tasavvurunun sorgulanması gerekmektedir. Nitekim, milli eğitimin yıllar önce belirlenmiş amaçları ve hedefleri ile gittikçe küreselleşen dünyanın eğilimleri mukayese edildiğinde Türk milli eğitiminin daha yeni ve geniş perspektiflere ihtiyacı olduğu görülecektir.
Göç gerçeğini tüm boyutlarıyla hazmedebilmiş bir eğitim sistemi, hedeflediği insan modelini de göç olgusu dikkate alınarak yeniden kurgulamalıdır. Göçle ilgili gerekli farkındalığa sahip fertlerin yetiştirilmesi, eğitim sisteminde kültürel duyarlılık, kültürleri tanıma, saygı gösterme, iletişim kurma, meselelere daha evrensel bakabilme gibi niteliklerin içselleştirilip aktarılmasına bağlıdır. Daha özel olarak ise Türk eğitim paradigmasının ve buna bağlı olarak şekillenecek eğitim uygulamalarının açıklık, çoğulculuk, uluslararası bilinç, katılım, içerme, esneklik, kültürel duyarlılık, temsil ve aidiyet gibi temel ilkeler çerçevesinde yeniden şekillendirilmesi, en önemli eğitim ajandalarından biri olarak önümüzde durmaktadır.
YUSUF ALPAYDIN
Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü’nde, yüksek lisans çalışmasını aynı üniversitede Eğitim Bilimleri programında, doktora çalışmasını ise İstanbul Üniversitesi’nde Türkiye’de yükseköğretim sistemi ve emek piyasası arasındaki ilişkileri konu alan teziyle bitirdi. Eğitim politikaları, eğitim-istihdam ilişkileri, yükseköğretim ve yetişkin bilim politikası konularında araştırma ve yayınları devam etmektedir. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında kurucu ve yönetici olarak görev yapmış olan Alpaydın, Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
CİHAN KOCABAŞ
İktisat Fakültesi ve Eğitim Fakültesi mezunudur. Halen Marmara Üniversitesi'nde doktora eğitimine devam etmektedir. Yükseköğretim ve öğretmen yetiştirme konularıyla ilgilenmektedir. Farklı kurum ve kuruluşların desteklediği eğitim ve araştırma projelerinde görev almaktadır.