Göçebelikten Göç Devletine


- MURAT ÇEMREK
- 13 Aralık 2022
Geldiğimiz noktada göç bireyi ve göç toplumu aslında yapısal bir dönüşümün sonucu. Yerleşik hayata geçişimizle kendimize bir konfor alanı yaratsak da beraberinde kendimizi bu konforun hapishanesinde bulduğumuzdan, özgürlük alanlarını açmak üzere göçebeliğe ihtiyaç duyduğumuz aşikâr. O yüzden göç bireyine ve onlardan müteşekkil göç toplumuna cevap verebilmek için devletler de birer göç devletine dönüşme yolundadır.
İnsanlık tarihini “göç tarihi” olarak betimlemek sosyal bilimlerde genelgeçer bir klişedir. O halde şu soru hiç de anlamsız değildir: Neden göç ederiz? 8 Milimetre filminden mülhem “göç edebildiğimiz için” cevabı ilk başta totoloji olarak görülebilir fakat bu cevap aslında sadece ontolojimizi değil kapasitesini ve kabiliyetlerinin sınırlarına da hareketi anlatmaktadır. Hareket yoksa bitkiler gibi gayet hayati olan tozlaşma için polenlerimizi başka yerlere nakletmek üzere rüzgâra, başta arılar olmak üzere çeşitli hayvanların hareketliliklerine ihtiyaç duyacaktık. Kısacası, hareket olduğu sürece göç de olacağından; göç, doğası gereği hem insanın fıtratına hem de harekete içkindir. Öte yandan göç, zorlukları itibarıyla insan için hem fiziksel hem de zihinsel bir meydan okumadır. İşte bütün meşakkatine rağmen, söz konusu hayatını kaybetme riskiyse, en azından resmi Türk tarih tezi bakımından, hayatta kalmak adına göç anlamlı bir seçeneğe dönüşür. İşin özü, hareket kabiliyetimiz ve kapasitemizle hayatta kalma dürtümüz göçün temel şartlarıdır, lakin paradoksal olarak ölüm ve sonrasıyla sonuçlanacak dünya yolcuğumuzu da bir göç olarak tasvir etmekten de geri durmayız. Kaldı ki; insanı insan yapan bilinç gereği göçü sadece coğrafi bir hareketliliğe indirgemeden zihinsel anlamda katettiğimiz yolculuk da elbette bir başka göç şeklidir. Örneğin formel ve/ya informel eğitim ve/ya öğretimin amacı da kişiye entelektüel bir sıçrama sağlamak üzere bir trambolin olmaktır. Çünkü eğitim/öğretim özü gereği yukarı yönlü bir göç hareketidir.
Göçler sadece insanı, kurduğu toplumları ve medeniyetleri değil -şimdilik- yegâne yaşam alanımız olan dünyamızı da biteviye dönüştürmüştür. Bugün insanın, en ücra köşeleri de dahil bütün olumsuz iklim koşullarına rağmen gezegenin her tarafında bulunabilmesinin sebebi, yeryüzünü yurt edinmek üzere binlerce yıldır bitmez tükenmez göçlerimizle şekillenen gayretimizdir. Bu çerçevede ilk adım olarak Tarım Devrimi eşliğinde konar göçer kitleler fevç fevç yerleşik yaşama geçmişlerdir. İlerlemeci tarih anlayışı çerçevesinde zaman ileriye doğru akan bir nehir olduğuna göre, Her Şey Çok Güzel Olacak kıvamında bir mükemmeliyete doğru ilerlemekteyiz.
Öte yandan döngüsel tarih anlayışı, organik canlıların doğumdan ölüme gelişimlerinden hareketle aynı döngüyü toplumlara ve medeniyetlere uygulayarak “her nefis ölümü tadacaktır” ilkesinden hareketle ne kadar gelişmiş olursa olsun bütün canlı organizmaların ve onların kurdukları yapay ünitelerin hepsinin sonlu olduğu iddiasındadır; zira dünya ne trekslere ne de Sultan Süleyman’a kalmıştır. Aslında bu döngüselliğin bir başka boyutu da insanın daha ölmeden başladığı noktaya ulaşmasıdır. Nasıl ki bebekliğimiz döneminde başkalarına had safhada muhtacız, yaşlılığımızda da bebekliğimizdeki gibi yine başkalarına daha muhtaç hale geliriz. Dahası, yaşlılıkta duygusal olarak çocuklaştığımızdan döngüsel tarih bu anlamda da gerçekleşmiş olur.
Benzer bir döngüselliği yerleşik hayata geçeli 15 bin yıl kadar olmasına rağmen yaşadığımız hiper-modern ve/ya post-modern dönemde tekrar hayata geçirdik ve Hayali’nin dediği gibi “Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” kıvamında içselleştirdiğimizden yörüklere dönüştüğümüzün farkında bile değiliz.
Peki bu değişim nasıl oldu?
Öncelikle coğrafi anlamda bırakın modernite öncesini her geçen gün daha uzak mesafeleri işimiz, haliyle de aşımız gereği kat etmek durumundayız ve bu durum sevdiklerimizden daha da çok uzak kalmayı gerektiriyor. Bundan dolayı “uzak mesafe ilişkisi” kavramı günümüz insanının medeni durumunu tanımlamak için gayet anlamlı duruyor. İnsanların sosyalleşmesinde mekânın konvansiyonel anlamı değişirken, sanal alemlerdeki avatarlarımız da bizim birer yansımalarımız olarak alacakaranlık kuşağında beliriyor ve bütün bu anlam değişimleri/dönüşümleri de eşyaya sadece isim veren değil anlam verenin de biz olduğunu ispat ediyor.
Hayatın Kendisine Dönüşen Göç
Bu kadar göçebeliğin içinde yerleşik hayatı da o kadar benimsedik ki hiç evimizden çıkmadan ekmeğimizi kazanmak da dahil olmak üzere bütün eylemlerimizi dijital alemde gerçekleştirebiliyoruz. Bu konargöçerlik sadece coğrafi hareketliliği değil, işyerinde almayı umduğumuz promosyonlarla dikey olarak erişmek istediğimiz sınıflara veya tabakalara göçü de içeriyor. Böylece, göç artık sadece bir coğrafyadan diğerine zahmetli bir yolculuk olmaktan çıkıp hayatın bırakın anlamı olmayı bizatihi kendisine dönüşmüş durumda.
İnsanların iş yaşamlarında daha önceki nesillerle kıyaslanamayacak ölçüde işyeri ve sektör değiştirmesi, işin anlamını da büsbütün dönüştürmektedir. İş, artık eve ekmek götürmek üzere emeğin kiralanmasından ziyade kariyerdir. Çünkü iş durağanlığı ifade ederken kariyer, basamakları arş-ı- âlâya doğru çıkan bir merdiveni çağrıştırmakta ve yeterince sabrınız, inadınız, kalifikasyonunuz varsa, hatta gerekmesi durumunda ayak oyunlarında da başarılıysanız zirveye çıkmanız işten bile değil. Yaşadığımız her gün bir göç toplumunun parçası haline gelirken modernitenin tetiklediği travmaların duygusal dünyamızdaki gelgitleriyle sürdürdüğümüz göçebelikleri saymıyorum bile…
Modernite, Habermas’ın ifade ettiği gibi “henüz tamamlanmamış bir proje” olsa da bizi çepeçevre kuşattığı ortada. “Siz kitabın bir bölümüne iman eder de geri kalanını inkâr mı edersiniz?” ayetinden hareketle moderniteyle ister Amiş topluluğu kadar sınırlı sorumlu bir ilişki kurmaya ister olabildiğince seçici davranmaya gayret edin, modernite sizinle aynı düzeyde ilişki kurmuyor. Modernitenin sizi dönüştürdüğünü fark edip bir bölümünü içselleştirmeye razı olduğunuzda, geri kalan bölümü istemeseniz de bir şekilde bedeniniz, ruhunuz, alışkanlıklarınız kısacası yaşamınız üzerinde kendisini dayatmaktadır. Bundan dolayı, göçün modern anlamda kadim göçlerden farklı olarak yerleşik yaşama geçmek üzere bir hareketten ziyade yerleşik yaşamda biteviye bir yer değiştirme, hatta yersiz yurtsuzlaşma haline geldiğini kavramamız gerekiyor. Bir gerçeklik olarak tüm dünyada köyler hatta şehirler boşalıp denize kavuşan nehirler misali metropollere hatta megapollere akıyor. Bu kadar insan bir histeri krizinde olmadığına göre onları ateşe çeken pervaneler gibi cezbeden başka şeyler olmalı. Şehirler büyüdükçe taşı toprağı altın vehmiyle genç kuşakları ve herhangi bir hünerde maharetli olanları daha iyi yaşam olanaklarıyla devşirirken, daha küçük idari birimlerin nostalji, yavaşlık ve sükûnetten daha fazla sunacağı bir avantajı kalmış değil. Elbette herkesin aidiyet hissettiği bir baba ocağı ve/ya anavatanı olabilir ama bu giderek daha folklorik bir tema olmaktan öteye gidemiyor. Çünkü maddi olanaklar kimlikleri de şekillendiriyor ve doyduğunuz yer “acı vatan” da olsa kurulu düzeniniz de oluşunca doğduğunuz yere galebe çalıyor.
Sonuç olarak, geldiğimiz noktada göç bireyi ve göç toplumu aslında yapısal bir dönüşümün sonucu. Nasıl ki kölelik, Spartaküs’ün isyanı ya da efendilerin kölelerini azad etmesiyle sonlanmayıp özgür işçiliğin Sanayi Devrimi’yle kölelikten daha ucuza mal olduğunun burjuva tarafından fark edilmesiyle mümkün olduysa, parçası olduğumuz göçebelik de yerleşik yaşamın sınırlılığının sonucudur. Yerleşik hayata geçişimizle kendimize bir konfor alanı yaratsak da beraberinde kendimizi bu konforun hapishanesinde bulduğumuzdan, özgürlük alanlarını açmak üzere göçebeliğe ihtiyaç duyduğumuz aşikâr. Ulrich Beck’in modern toplumu “risk toplumu” olarak tanımlamasından hareketle, bu riski minimize edebilmek için göçebelikten medet umar bir halde buluyoruz kendimizi. En başta sorduğum “İnsan neden göç eder?” sorusuna, Vizontele’de Belediye Başkanı Nazmi Doğan karakterinin “İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan…” sözündeki gibi, “Başka çaresi yoktur da ondan” diyerek yanıt verebiliriz. O yüzden göç bireyine ve onlardan müteşekkil göç toplumuna cevap verebilmek için devletler de birer göç devletine dönüşme yolundadır.

MURAT ÇEMREK
