Göçmenler mi Yoksa Göçmen Enflasyonu mu Asıl Sorun?
Göçmenler söz konusu olduğunda kategorik olarak yabancı karşıtları hariç, kahir ekseriyetin göçmenlerle bir alıp veremediği yoktur kanaatindeyim. Bütün sorun, uzun yıllar net göç veren bir ülkenin önce komşusu Suriye’deki iç savaştan canını kurtarmak üzere kaçanlara “açık kapı politikası” uygulamasıyla hızla net göç alan bir ülkeye dönüşmesi ve bu politikanın başka ülkelerden de yasa dışı yollarla gelen bir sürü göçmen için Türkiye’yi Avrupa’ya ana kaçış güzergâhı kılmasıdır.
14-15 Temmuz 2021’de Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya ve Rheinland Pfalz eyaletlerindeki sel felaketi, en çok Rheinland Pfalz eyaletinde üzüm bağlarıyla ve şaraplarıyla meşhur Ahr Vadisi’ni etkilemişti. Beklenmedik yoğun yağışla gelen su baskınlarında evler, köprüler hatta yollar sürüklenirken ülke genelinde 180’den fazla kişi yaşamını yitirmişti. Felaketin üstünden bir yıldan fazla bir süre geçtikten sonra, Şansölye Olaf Scholz’un başında olduğu Sosyal Demokrat Parti’nin (SDP) Rheinland Pfalz Eyaleti İçişleri Bakanı Roger Lewentz, istifa konuşmasında “sorumluluk alanına giren bölgede yapılan hataların siyasi sorumluluğunu üstlendiğini” belirterek 11 yıldır sürdürdüğü bakanlık koltuğunu 12 Ekim 2022’de terk etti. Lewentz’in bu göreceli geç istifasının arka planında ise sel gecesi bir polis helikopterinden çekilen video görüntülerinin ortaya çıkmasıyla gelen toplumsal baskı etkili oldu. Görüntülere yükselen sular altında kalan evler ve çevredeki insanların yardım çığlıkları yansırken, aynı videoda olaya dair polis tutanağının da bakanlığa gece yarısından sonra ulaştırılması yer alıyordu. Lewentz ise tecrübeli bir siyasetçiden beklenmeyecek bir gafla videodan ve tutanaktan haberdar olmadığını söylemişti. Aslında Lewentz’in istifası siyasi cenahtaki ilk istifa da değildi. Federal Hükümet’te Aile Bakanı olmadan önce Rheinland Pfalz Eyaleti’nin İklim Değişikliği, Çevre, Enerji, Ulaşım ve Ormanlardan Sorumlu Bakanı olan Anne Spiegel, bırakın felaketin yaralarının sarılmasını beklemeyi daha çamurları bile tam kurumamışken selden 10 gün sonra ailecek tatile çıkması sonrasında gelen eleştiriler üzerine istifa etmişti. Aslında bu kısa paragrafta bile demokratik bir ortamda sorumlu siyasetçilerin istifa edebildiği ve bir felaket söz konusu ise tatile çıkmanın ertelenmesi gerektiği, yoksa kamuoyunun baskıyla bunu yaptırabileceği olgularını -gören gözler ve duyan kulaklar için bir ibret vesikası olmak üzere- Türkiye’deki merkezi ve yerel yönetimlerdeki iktidar sahipleri için şuraya bırakıyorum ama konumuz bu değil şimdi. Konumuz, Türkiye’deki insanların son günlerde yaşanan olayların akabinde kategorik olarak göç karşıtı mı yoksa beklenmedik yoğun göçmen artışına mı karşı olduğu sorusunu cevaplamak.
Göç Hikâyeleri
Göç hikâyeleri her zaman cezbedicidir, zira en çok Tolstoy’a atfedilen sözde olduğu gibi “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir…” Ama vardıkları yerde her zaman dost canlısı bir şekilde karşılanacaklarının garantisi yoktur. Bazen de Western meraklıların ezbere bildikleri o yabancı düşmanı replik beliriverir: “Hey dostum, biz bu kasabada yabancıları sevmeyiz.” Aslında kasabalılar birbirlerini de pek sevmezler. Çünkü kasabalılık köy ile şehir arasında kalmış bir yersiz yurtsuzluktur, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmektir, iki cami arasındaki binamazlıktır, bir sürgün yeri olarak aidiyetsizliktir, hatta içe kapanıklığın mekâna bürünmesidir.
Köy öyle değildir mesela. Herkesin yekdiğerinin yedi ceddini bildiği ve yekdiğeriyle akraba ve/ya hısım hatta hasım olduğu, dışarıdan gelen yabancıların zaten ya yolları oraya mecburen geçici düşen vergi tahsildarı, jandarma, imam ve/ya öğretmen gibi devlet memurları olduğu ya da yolunu kaybedip gelenlerin köy odasında ağırlandığı veya çok nadiren de antropologlar veya köy sosyolojisi çalışan sosyologların uğradığı yerdir köy.
Şehir de öyle değildir mesela. Çünkü şehir bizatihi her gün günübirlik veya daha uzun süreli gelen yabancıları içeren ve bunlardan bazılarının da daha uzun soluklu kalmak için çabaladıkları mekândır. Şehirler, köylerin aksine birbirine yedi kat elleri ikame eder. O yüzden şehirde kamusal alanlar ile özel alanlar daha net çizgilerle ayrılırken mahremiyet profesyonelce selamlaşmalar ve hâl hatır sormaların arkasına kesin hatlarla gizlenir. Şehirde bazı semtlerde kadim mahalle kültürü köylerdekine benzer özellikler barındırabilir, hatta şehre başka şehirlerden, ilçelerden, kasabalardan veya köylerden gelenlerin, geldikleri coğrafyalarla anılan getto tarzı mahalleleri de olabilir. Ama şehirler günün sonunda yabancılığın fark edilmediği, fark edilse bile sorgulanmadığı alanlar olarak göçmenleri cezbeder. Küreselleşme dediğimiz modern süreç, şehirleri parçası oldukları ülkelerden bile daha ön plana çıkardıkça şehirler de sadece taşradan gelen göçmenler için değil başka ülkelerden gelenler için de giderek daha fazla yerleşilesi yerlere dönüşmektedir. Kaldı ki şehirler de küreselleşmeye çekebildikleri nitelikli göç oranında su taşımakta olduğundan, adeta her şehir taşının toprağının altın olduğunu fısıldamaktadır bizlere.
Göç hikâyelerini cazip kılan bir diğer boyut ise içindeki macera, meşakkat ve sonunda bir yer yurt tutma gayretinin meyve vermesiyle bir konfor alanı inşasıdır. Zira seyahat sefahattir ama duruma göre içinde mebzul miktarda sefalet de barındırır. O yüzden misafir seferini sonlandırdığı yerde ağırlanmayı hak eder. Yazları yazlık, kışları kışlak arasında biteviye mekik dokuyan konargöçerlerin de bir yerde kök salmak üzere göç edenlerin de işi elbette zordur, çünkü Yılmaz Erdoğan’ın “Bu Yol Nereye Gider?” şiirinde dediği gibi “yol bir yere gitmez/o bir durma biçimidir”. Özellikle ilk kez göçüyorsanız yol bir yana, yoldaki işaretler, meşakkatler ve varacağınız yerdeki belirsizlikler bir karabasan gibi çöker üzerinize. Nereden mi biliyorum? Kendimden.
İlk kez 1987 Temmuz’unda Konya’dan Eskişehir’e göçtüm. Vefatına kadar oda arkadaşım rahmetli babaannem göçmen karşıtı değilse de göçme karşıtı olduğu için “yemek kaptan kaba boşalırken eksilir” diye karşı çıkardı. Rahmetli babam da bir işçi olarak bulunduğu birimde yükselebileceği tek konum olan postabaşılık imtihanına girmemişti annesiyle karşı karşıya gelmemek için ve babaannemin vefatına kadar erteledi bu terfiyi. 13 yaşında bir çocuk bile olsanız alıştığınız şehri ve arkadaşları bırakmak çok zor oluyor, hele de benim gibi turistlere halı satışında hanutçuluk yaparak bir ayda atari (şimdinin play station’ı) parası kazanabiliyorsanız.
Gurbet hepten kötü değil tabii, gittiğiniz şehirde yeni arkadaşlıklar da sizi bekliyor sosyalleşme ve uyum kabiliyetinize göre. Sonra iki şehre birden aşinalık en azından folklorik bir zenginlik getiriyor, özellikle dindar muhafazakârlığıyla bilinen bir şehirden sadece adında eskiyi muhafaza eden bir şehre geldiğinizde. Sonra heybeme üniversite için gittiğim ve 10 yıldan fazla yaşadığım Ankara’yı kattım. Akabinde ve detayında iki yıl yurt dışında iki farklı ülkedeki iki şehirde yaşamak çok daha kolay gelmişti, belki de yeni evli biri olarak eşimle gittiğim için. Sonra tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânı olduğundan doğduğum şehre doymak üzere döndüm ve sekiz sene sonra iki yıllığına bu sefer iki çocuğumuzu da alarak gittik yurt dışına. Bakıyorum da şöyle her çıkışımdan sonra bumerang gibi geri döndüm memleketime. Elbette yurt dışında bir ay ve daha fazlası yaşadığım, özellikle toplu taşıma araçlarını kullandığım şehirler bende en azından bir kültürel zenginlik oluşturdu ama hiçbiri ilk göçüşümdeki (kelimenin her iki anlamında) gibi ruhumu acıtmadı. Tam tersine vasıl olduğum şehirlere hızla adapte olduğumu gördüm ve ailecek yurt dışına göçtüğümüzde -belki de geçiciliğini bildiğimden- kendimi evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa gibi hissettim. Dahası, yurt dışına ailecek gitmeden önce eşim öğretmen olarak çalışma hayatına evimizden 1.000 kilometre uzaklıktaki Şanlıurfa’da atıldığı için o bir yıl başka bir şehirde çocuklarımızla kalınca ben de ortalama 10 günde bir yanlarına gidip geldim. Bütün bunlardan sonra kategorik olarak göçe ve bu eylemi gerçekleştiren göçmenlere düşmanlığım söz konusu bile olamaz.
Göçmenler ve Ev Sahipleri
Göçmen, diyalektik bir eylemin sadece bir veçhesi. Bir de göçülen yerdeki ev sahipleri açısından bakmak lazım meseleye. Acaba onlar bu göçten ve göçmenlerden memnunlar mı? Özellikle yurt dışından göç söz konusu olduğunda göçmenler geldikleri ülkeye herhangi bir anlamda servet transferi yapıyorlarsa kimsenin gocunduğu yok, hatta ellerini ovuşturarak bekliyorlar. Bu servet transferi elbette beşerî sermaye için de geçerli. Kimse ülkesine göçen, alanında özellikle küresel başarılara imza atmış bir bilim insanının, mühendisin, sanatçının veya sporcunun gelmesinden korkmuyor hatta imkân olsa havalimanında çiçekle karşılayacak. Ama o baldırı çıplak (sans-culottes) kuru kalabalıklar yok mu? Hele de savaş sebebiyle her şeylerini geride bırakıp fasfakir ülkenize sığınanlar… Ya zaten biz zor geçiniyoruz siz de nereden çıktınız? İşin gücün yoksa bir de yarım ekmeğini onlarla paylaş. Herkes zenginliği paylaşmak için vardır, fakirlik de yalnızlık gibi paylaşılmaz, paylaşılsa fakirlik olmaz. Aslında yalnızlık da bir tür sosyalleşme fakirliği değil midir? Arkadaş, ahbap, dost, muhibban, yaren vs. eksikliği değil midir yalnızlık deyu ünlediğimiz? Abbas’tan başka kırk kırığı olanların anlayamayacağı bir şeydir bu, bir de gönüllü inzivaya çekilenlerin. Sosyal bilimlerden hasbelkader öğrendiğim bir şey varsa o da bir mesele çok basit bile olsa binlerce yüzü ve bir o kadar da boyutu ve katmanı olabilir. Kaldı ki; biz bir çok olguyu ve/ya vakıayı elimizdeki sınırlı kaynaklarla, bırakın künhüne erip efradını cami ağyarını mâni olmayı körlerin fili tarifi gibi elimizdeki kuyruğu veya hortumu fil diye betimlemekteyiz. Aslında bu basitleştirme kolaycılığı indirgemecilikte olduğu gibi işimize de gelmektedir. Çünkü bize bir koca lazım, o da bu gece lazım olduğundan eldeki hazır günah keçisi artık göçmenlerdir. Örneğin, içinden geçmekte olduğumuz her türlü krizin sebebi, müsebbibi göçmenlerdir. Oh ne âlâ…
Yazının başına dönersek, hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur (yok o Yeni Türkü’den “Yağmurun Elleri” parçasıydı). Hiç kimsenin yeryüzünü biteviye yeşerten yağmurun varlığına ve yağma eylemine itirazı yoktur. Almanya’daki sel felaketi sonrasında küresel iklim krizinin sel olarak belirmesinden çok siyasi iktidarın krizi çözmedeki yetersizliği ve çok güvenilen altyapının o kadar da yeterli olmadığı eleştiri oklarının hedefi oldu. Fakat beklenmedik yoğunluktaki yağmur zaten bir sorun olarak orada durduğu için çözüm geliştirmedeki başarısızlık asıl soruna dönüştü. Rahmet olarak adlandırdığımız yağmur bile aniden ve yoğun şekilde bastırmasıyla hızla nimetten külfete, külfetten zulmete dönüşebiliyor işte.
Göçmenler söz konusu olduğunda da, yukarıda belirttiğim gibi kategorik olarak yabancı karşıtları hariç, kahir ekseriyetin göçmenlerle bir alıp veremediği yoktur kanaatindeyim. Bütün sorun, uzun yıllar net göç veren bir ülkenin önce komşusu Suriye’deki iç savaştan canını kurtarmak üzere kaçanlara “açık kapı politikası” uygulamasıyla hızla net göç alan bir ülkeye dönüşmesi ve Ayasofya’nın ibadete açılması sonrasında kapılarının kemirildiği gibi bu açık kapı politikasının başka ülkelerden de yasa dışı yollarla gelen bir sürü göçmen için Türkiye’yi Avrupa’ya ana kaçış güzergâhı kılmasıdır. Türkiye-AB arasındaki Geri Kabul Anlaşması ise Türkiye açısından sorunun çözüm ortağı değil adeta katmerlendiricisi olmuştur. Yaraya tuz basarcasına göçmenliğin başka ülkelerdeki suç örgütlerinin bile gelip burada kendi aralarında hesaplaştığı devasa bir asayiş problemine dönüşmesidir. Adına koruma altındaki sığınmacılar ya da gayrimenkul edinmek veya mevduatta döviz bulundurmak yoluyla vatandaşlık edinenler dediğimizde problem hafiflemediği gibi, tüm ülkenin Show TV Ana Haber Bülteni’nin gediklisi Esenyurt haline gelmesi de cabası olmuştur. Kaldı ki ekonomik kriz derinleştikçe aynı evin horantası olduğu halde sofraya en son katılan küçük kardeş bile paylaşılan ekmek ufaldıkça sevimsizleştiği gibi sofradaki yabancılar velev ki kendi ekmeklerini taştan çıkarsalar da kadim ahali için kolay birer günah keçisine dönüşmektedir. Demek ki mesele göç veya göçmenlerin bizatihi kendisi değil bir sağanak yağmur gibi başlayıp sele dönüşmesiymiş.