Gömüldüğü Yerden İtinayla Çıkarılan Zihniyet: 28 Şubat
28 Şubat üzerine her yıldönümünde çok şey yazılıp çizilir, televizyon kanallarında programlar yapılır, geçmişte yapılmış sınırlı sayıda belgesel yayına sürülürdü. Her yıl heyecanı azalarak da olsa, özellikle iktidar mahfillerinde bu gelenek sürdürülmekte. 28 Şubat’ın yarattığı travmaya dönük hatırlatmalar bilhassa seçim süreçlerinde, beka konuları masaya yatırılırken, sosyo-kültürel yapının psiko-politik hallerini diri tutma amacıyla, önemli ölçüde araçsallaştırılmış tarzda konu edilmekte. Bu konuda, özellikle 15 Temmuz sonrası kötü bir gelenek oluştu. 15 Temmuz ihanet gecesinin toplum üzerindeki etkileri, işler yönetim katında kötüye gittikçe geçmişe araçsal ve kimliksel tarzda sığınmayı, ona göndermeler yapmayı, beraberinde getirdi. Konsolidasyonun en kolay yolu tercih edildi: Yönetemiyorsan hatırlat ve korkut! Bugüne dair güzellikler, doğrular azalınca geçmiş halleri yardıma çağırmak şeklindeki devlet geleneği onca sivilleşmenin ardından yeniden hortlatıldı. “Unutmadık/unutturmayacağız” tarzı hatırlatmalar maalesef belli bir kesime dönük hukuksuzluğun, din ve demokrasi düşmanlığının, malum kültüre düşmanlığın unutturulmaması olarak zihinlere nakşedilmeyi sürdürmekte. Yaşanan travmaların, kaybolan nesillerin acılarının üzerine bir politik tutum inşa edildi. Evet, daha başörtüsünün kamusal alanda, üniversitelerde özgürleşmesinin üzerinden 10 yıldan biraz fazla bir zaman geçti ama zulmün çarkının işleme biçimi açısından bakıldığında o mağdurların biricik olmadığını kavrayabilmemiz için ciddi bir sosyo-politik dönüşüm geçirmemiz gerektiği izahtan vareste.
15 Temmuz’dan 3,5 yıl sonra, “Şükretmek Gerek Bin Yıl Sürmedi” başlıklı bir kara mizaha imza atmıştık.
Önce yeni nesillere kısa bir özet yapmıştık:
“‘Topyekûn savaş’ manşetlerinin atıldığı kâbus günlerinin üzerinden 23 yıl geçti.
Ondan önce de yaşanmıştı aynı kâbuslar, cuntalar, idam sehpaları, işkenceler, yasaklar.
1924 Meclis darbesi, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül zincirin halkalarıydı.
Tanklar yürümüş,
MGK kararları seçilmiş hükümete dayatılmış,
meşru başbakan devrilmiş,
yargıçlara brifingler verilmiş,
‘5’li çete’ patronlar kulübüyle kol kola girmiş,
masa başı örgütler kurulup torbaya hedeftekiler atılmış,
bankaların içi boşaltılmış,
gencecik nesillerin başörtü yasakları yüzünden hayatları karartılıp heder edilmiş,
ordudan atılanlar kamu kuruluşlarında çalışamamıştı…”
Kısa özetin ardından, şahinlerinin ve kurbanlarının birer kimlikleri olsa da aslında 28 Şubat’ın bir zihniyet olduğunun empatisini yaptırmaya çalışmıştık:
“Çok şükür bitti 28 Şubat. Geçti kâbus. Sürmedi bin yıl.
Artık hukuk ayaklar altına alınmıyor,
toplumun bir bölümü düşman konsepti içerisinde aynı sepete atılıp haksızlıklara maruz kalmıyor.
Yapıp edilenleri “hikmet-i devlet” naralarıyla selamlayan zihniyet tarihe gömüldü.
Ne uzun gözaltılar, tutukluluklar, ne gizli tanık, yalancı şahitler var.
Ne işkence kaldı, ne adam kaçırmalar, ne kayıplar, ne de cezaevlerindeki kötü muamele ve olumsuz şartlar.
Saçma sapan düzmece iddianamelerle kimse mağdur olmuyor,
adamı olan yargının keskin kılıcından sıyrılıp garibanlar öksüz kalmıyor.
Çok şükür, bitti 28 Şubat. Geçti kâbus, sürmedi bin yıl.
Geçmişi geri getiremeyiz, maddi manevi tazmini mümkün değil ama tarihe gömüldü resmî ideolojik söylemler ve laikliğe dayanarak adaletsizliklerin meşrulaştırıldığı günler.
Artık ne TV’ler, radyolar, dernekler, vakıflar kapatılıyor, ne sendikalara üye olanlar suçlu ilan ediliyor.
Militarist güvenlikçi anlayışın özgürlükleri yok etmeye and içtiği o günleri geri getirmek her babayiğidin harcı değil artık.
Evrensel hukuk ilkelerinin siyaseti, medyası, toplumuyla ezberlenmeye başlandığı dönemlerden bugünlere çok yol katettik.
Başımıza gelenler, aklımızı da vicdanımızı da geri döndürülmez şekilde eğitti.
Hukukun, adaletin, merhametin, evrensel normların, liyakat ve ehliyetin, emaneti ehline vermenin, şeffaflığın, yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadelenin tadına vardık bir kere.
Tillahı gelse döndüremez bizi bu yoldan.
Az gittik uz gittik, dere tepe tecrübelerle donandık.
Çok şükür bitti 28 Şubat. Geçti kâbus, sürmedi bin yıl.
Ne kadar şükretsek az.”
Aradan dört yıl geçti ve maalesef umut verecek bir gelişme yaşamadık. Aksine bu gerçekler ivmelenerek arttı. Kâbus daha bir koyulaştı. Tabii yine “bazılarımız” için. Gerçekleri ironiye yaslanarak irdelemeye bir yere kadar tahammül edilir. Zira sırası gelenler, sivil ölümlere mahkûm edilenler, siyasi kriterlerle kurban seçilip hayatın kendilerine zindan edildiği kitleler acı gerçekleri iliklerine kadar yaşayanlardır. Dolayısıyla bir zihniyettir 28 Şubat. Bir “hikmet-i devlettir”. OHAL’lere ihtiyaç duyan, beka masallarıyla kitlelerin gözünü perdeleyen; korku senaryolarıyla yönetmeyi sürdürmeyi hedefleyen; önünde hep “bin yıl” nişanesi taşıyan bir kaderdir adeta! Değiştirmek için değişmenin gerektiği bir sosyo-politik; kimlik seçer gibi yapsa da kimlikler üstü olan bir siyaset etme biçimidir!
“Bin Yıl Sürecek” Diyen Elitler Versus “Bin Yıldır Oluyor Bu İşler” Diyen Fetvacılar
28 Şubat’ı, maalesef 15 Temmuz hain gecesinin hemen ertesinde çıkarmıştık gömdüğümüz yerden.
Ve bugün maalesef o “parantez” hâlâ kapanmadı. Asıl parantezin “sessiz devrimler”in yapıldığı günler olduğunu anladığımızda gerçekler yüzümüzde patladı.
Nasıl mı?
Dün AİHM’i kendi hukukları için kapı belleyenler, şimdilerde on binleri o kapıya mahkûm hale getirdiler!
Aynı AİHM kararlarına en üst perdeden “tanımıyoruz” diye isyan bayrağı açtılar!
Hiç olmazsa Sacit Kayasu’ları içinden çıkarabilen bir sistemden bile mahrumuz!
Evet, o gün batırılan bankalar bugün aksine kâr üstüne kâr yapıyor; lakin Hazine ve Merkez Bankası’nın hali içler acısı!
Her seçim öncesi kitlelere rüşvet sunmaya alışmış siyaset bile artık “olsa dükkân senin” modunda.
Evet bankalar kâr üstüne kâr yaptı sayelerinde,
Servet sahiplerine yenileri katıldı.
Lakin borçlar tarihi seviyelere ulaştı. Katbekat arttı; katlandı da katlandı!
Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar tarihi zirvelerde!
Basın özgürlüğünü ara ki bulasın!
Ne kadar kazanılan bireysel ve toplumsal hak varsa, kepçeyle geri almaya ant içmiş bir siyasi iradeye mahkûm edildik.
Jakoben zihniyet bu defa farklı bir siyasi kültür eliyle hortlatıldı.
Jüristokrasi sözde siviller eliyle gerçekleşmekte.
OHAL’i tarihe gömen reformist iktidar, bugün kendi OHAL şartlarını süreklileştiren bir yapıya büründü.
Tam 2,5 milyon insan terör şüphesiyle soruşturmalardan geçirildi.
Evet bugün ikna odaları yok ama yerine “itirafçılık” yapıları oluşturuldu.
FETÖ Borsaları icat edildi.
Soralım o vakit;
O günün mağdurları başkalarıyla yer değiştirince 28 Şubatlar bitmiş oluyor mu?
O gün bin yıl sürmemesini arzuladığımız şey, belli bir sosyolojinin maruz bırakıldığı hukuksuzluklar mıydı yoksa kim maruz kalırsa kalsın, hukuktan yana hiç kimsenin aç-susuz kalmaması mıydı?
Neydi “bin yıl sürecek” tezine itirazımızın odak noktası, motivasyonu, itikadı?
Bu soruyu aynaya bakarak cevaplamak gerekmiyor mu?
Birilerini resmî ideolojiyle yüzleşmeye davet ettiğimiz yılları hatırlayalım, peki ya şimdi, biz ne ile yüzleşmeliyiz?!
12 Eylüllerde bile 3-4 yılda biten cendere hali 7 yıldır muktedirler tarafından tepe tepe kullanılmakta.
Dün milletin iyiliğine yaptığı ne varsa bugün tümüne muhalif.
Dün hukuken iktidar, siyaseten muhalifti; bugün dünkü kimliğine muhalif, hukuka savaş açmış, milletin dinî-kültürel değerlerini cürümlerine maske kılan bir halde.
Yakın geçmişteki reformist kimliklerine bugün anti-reformculuğu, “mış gibi yapmayı” eklemiş haldeler.
Dün “laiklik” günahların meşruiyetinin tılsımıydı, bugün “yerli-millilik”.
Cezaevleri tarihinin doluluk oranlarını yaşıyor.
Bahanesiyle, infaz yasaları çıkarılıp boşaltılıyor; yeniden doluyor.
O yasalarda da ayrımcılık ve eşitsizlik uygulanıp mafyalar dışarı salınırken, siyasi kriterlerle kurban edilenler içeride tutuluyor.
Dün başörtülülerdi kurbanlığın yegâne simgesi; bugün KHK’lılık.
KHK’larla aileleriyle birlikte milyonlarca kişi mağdur edildi.
Bu defa muhafazakâr mı, Atatürkçü mü, solcu-sağcı mı bakılmadı.
Hukuksuzlukta eşitliğe zirve yaptırıldı.
Hatta bindikleri dala mala da bakmadılar, o mağdurların yüzde 93’ünü yine muhafazakâr mahalleden yarattılar.
Dedik ya “hikmet-i devlet” diye. Kimlik mimlik neme lazım, at sepete.
“Acırsak acınacak hale geliriz” sözü bile belli bir kitleselliği hedefe koyduğunu ima etmişti; mevcut durum onu da aşıp gitti.
Kuruyu yaşı birbirinden ayırmayan bir yapı oluştu.
Yandaş kitlelerin bile bir kısmı kayrılırken, bir kısmı da mülakatzede kılındı.
Hukuksuzlukta milleti iyiden iyiye eşitleyen, bindiği dalı bile kese kese ilerleyen bir iktidar yapısı oluştu.
Kuvvetler ayrılığı için yola çıkan bir parti, yargı bağımsızlığıyla savaşır hale geldi.
Dün 28 Şubatçılar hukuka uymaya çalışan hâkim-savcıları birifinglendirir, terbiye olmayanları cezalandırırdı; bugün kendi atadıkları hâkim-savcıların bile kararlarını beğenmeyen, coğrafi teminatı yok sayan, topyekûn çanlarına ot tıkayan bir sistem oluştu.
Dün dertleri jüristokrasiyle mücadele olan bir siyasi çizgi, bugün otoriterliğin hizmetinde bir yargı sistemini inşa peşinde.
Atanmışları “Milli Yargı”yı meşrulaştırmak için evrensel normlara takla attırmakla meşgul!
Hukuksuzluğu meşrulaştırmanın, yargıya emre amade işler yaptırmanın, onu siyasetin mahkûmu haline getirmenin adını “Milli Yargı” koydular.
Dün vesayet sistemine karşı mücadelede kazanılan ne varsa onunla savaş halindeler!
Şimdi soralım bakalım, birileri için bitti evet ama başka birileri için üretilen bir OHAL rejimi, yepyeni 28 Şubat koşulları oluşturulmadı mı?
Dinî ve evrensel değerlerin ayaklar altına alındığı bir vasatta “Bin yıl sürmeyen ne oldu?” diye sormak gerekmez mi?
İhtilal dönemlerinde bile birkaç yılda biten cendere halinin bitimsiz bir siyaset halini alması, birileri için 28 Şubat şartlarına bile rahmet okutur hale getirilmesi değil midir yaşadığımız kâbus?
Dünün yobazlarının akredite STK’lar vardı kayrılan, bugün de var!
Dün birileri ayrımcılıkla, iltimasla, imkânlarla şişiriliyordu, bugün de öyle.
Dün birileri “bin yıl sürecek” diyordu; bugün de birileri “bin yıldır oluyor bu işler” diyor; fetva mührünü basıyor.
Dün MGK bildirilerinin uygulanmasını meşrulaştıran fosilleşmiş anayasacılar vardı; bugün, onlara bile hacet bırakmayan, üst perdeden tehditler savuran atanmışlar ile fetva vermede birbiriyle yarışan sadakat ehli!
Dün bağy içindeki MGK fetvacılarına emri bil marufta bulunan hocalarımız vardı; bugün iktidarın yamacına sığınıp eleştirileri püskürten işbirlikçileri!
Dün meydanlarda, “İsrail ile ilişkileri kesin!” diye haykıranlara destek veren hocalar vardı; bugün, İsrail’le ticareti kesmeyi salık veren hocaların sesini kısmaya çalışan fetva ehli!
Dün bataklığın mimarları da sinekleri de ayrıcalıklı sınıftı; bugün de öyle.
Dün cürümlerin örtüsü “vatan hainliği” idi, “terörle mücadele konsepti” idi; bugün de öyle.
Dün din düşmanı yobazlar hâkimdi OHAL rejimine; bugün önüne geleni “din düşmanı” ilan eden kifayetsiz muhterisler.
Dünün kılıfı jakoben laiklikti; bugün jakoben dinbazlık.
Dün “naslara düşmanlar” vardı. Bugün “nasları sömürenler”.
Dün bakan-iş insanı-medya işbirliği vardı; bugün de aynı.
Dünün imar baronlarının, çevre düşmanlarının yerini bugünün imar baronları, define avcıları, dağ, taş, dere, tepe, arsa yağmacıları aldı.
Dünün büyükbaş hayvan simsarlarının yerini, bugünün hayvan ithalatçıları aldı.
Dün halktan çekindiği için kapalı kapılar ardında bakanlığını dolandıranlar vardı; bugün “Yanlış olan ne?” diye soran arsızlar, hırsızlar.
Dün bakanı yolsuzluk yapmışsa halk korkusundan yargı yolunu engelleyemeyen siyasetçiler vardı; bugün onları şükranla uğurlayan liderler.
Dün masa altı ihalelerle zengin edilenler ve onlara ortak olan siyasiler vardı; bugün aldığı ihaleleri dünya aleme ilan etmekten ar etmeyen yüzsüzler.
Dün siyasetçinin ticareti en azından ayıptı, utanmazlıktı, arsızlıktı, hırsızlıktı; bugün alanında tekelleşmeyi hedef edinenler bakan yapıldı.
Dünün baş belası askeri vesayetti; bugün sivil görünümlü güçler birliği totalitarizmi!
Dünün “5’li Çete”sinin yerini bugün “5’i bir yerde” sömürü odakları aldı.
Dün “milleti bir simit parasına muhtaç edenler” vardı; bugün o simide karşıdan baktıranlar!
Dün ‘suçun şahsiliği’ni, ‘adil yargılanma hakkı’nı, ‘masumiyet karinesi’ni, ‘lekelenmeme hakkı’nı yerle yeksan eden ‘kartel medya’ vardı; bugün onu taklit ile başlayıp ona rahmet okutan bir yandaş medya.
Dünün despotları demokrasiye, hukuka, güçler ayrılığına savaş açmışlardı ama milletin içinde bunlarla mücadele etmede gayretkeş bir kesim vardı; bugün, o savaş kavileşti, sağlamlaştı, milletin mücadelesinin önüne de bin türlü engel kondu.
Çıkarılan yasalar, yasaklar, engeller, basın ve ifade özgürlüğünü cezalandıran hükümler ile dün inşa edilen ne varsa bugün domino taşları gibi yerlere serildi.
Taktikler hiç değişmedi!
Dün ülke birilerinin arka bahçesi olacak diye korkutulan halk kitleleri vardı; ne tesadüf ki bugün de var!
Dün kendilerini ve kurdukları düzeni koruma adına başvurulan türlü ayak oyunları vardı; bu strateji de hiç değişmedi.
Dün, çok yakın bir geçmişte, halkın nefes alması, huzura, güvene kavuşması ülkenin gelişmesi için olmazsa olmazdı; bugün, o nefesin oksijensiz kalmasını kendi menfaatleri için kaçınılmaz gören bir zihniyet.
Dün “anadil düşmanları” vardı; bugün “evde konuşana karışan mı var?” diye soran güç sarhoşları!
Dün millet, Allah’tan korkmaz kuldan utanmazlar tarafından kuşatılmıştı; bugün de Allah’tan korkmaz kuldan utanmazlar her yanı sardı.
Velhasıl “Bin yıl sürer mi?” bilinmez ama; düşman kardeşler yine buluştu!
Rövanşizmi elbirliğiyle inşa yolunda bu millete bin yıllık kader biçmeye belli ki ahdetmişler.
Dünün kurbanlarının bugünkülerle yer değiştirmesi bataklığı kurutmuyor; aksine büyütüyor.
Mazlumların ahı arşa ulaşıyor.
İtiraf edelim ki 28 Şubat zihniyeti sürgit devam ediyor!
Dejavu kâbusları milleti inim inim inletiyor!
‘Tek Parti’ zihniyeti tüm şaşasını konuşturmaya devam ediyor!
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin ortadan kalkmasına sadece birkaç yıl sevinebildik; o parantez de kapandı.
Hukukta rüşvet iddiaları foseptikten taşıp “hukuk-adalet” çığlıklarına karışıyor.
Dün “Ensar” olduklarımızın bile can, mal, nesil emniyeti ayaklar altında.
Çoğulculuğun inşası yine can çekişiyor.
Demokrasi hedefi bu defa tersinden bir “tek tip toplum ideali”yle yara alıyor.
Peki şimdi tekrar soralım bakalım “Bitmiş mi 28 Şubat?”
Soralım bakalım “Kaldı mı Adil Şahitlik hedefi?”
Bugün rahatça eğitimini verip nesillere aktardığımız Vahyi Mübinin diliyle soralım bir de “Fe eyne tezhebun?”
“Nereye bu gidiş?”