Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Üzerine
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine karşı Güçlendirmiş Parlamenter Sistemi savunanlar arasında, özellikle “yönetim” ve “birlikte yaşama” normları temelinde asgari müşterekler noktasında belli bir uzlaşma oluşturulmalı. Bu uzlaşma da, müzakere ve tartışma yoluyla sağlanacaktır.
Son dönemde Güçlendirmiş Parlamenter Sistem tartışması hem siyasi hem de kamusal tartışma alanlarında yapılmaya başlandı, hızla yaygınlaştı ve giderek önemli bir gündem maddesi konumuna yükseldi.
Siyasi alanda, AK Parti ve MHP’nin kurduğu Cumhur İttifakı dışında kalan önemli ve etkili muhalefet partilerinin hemen hepsinin (CHP, İYİ Parti, DEVA Partisi, Gelecek Partisi ve HDP) söylemlerinde, Türkiye’nin “eskiye değil ama güçlendirilmiş”, katılımcı/müzakereci demokrasiyle eklemlenmiş ve demokratik hukuk normaları ve uygulamalarıyla şekillendirilmiş bir “parlamenter sisteme” dönme gerekliliği sıklıkla tekrarlanıyor. Kamusal tartışma alanındaysa, Levent Köker’in, Ergun Özbudun Hocanın, Murat Sevinç’in, Serap Yazıcı’nın, ve Selahattin Demirtaş’ın yazılarıyla Güçlendirmiş Parlamenter Sistemin nasıl anlaşılması gerektiği ve içeriği üzerine önemli katkılar yapılıyor.
Güçlendirmiş Parlamenter Sisteme dönüş tartışmasının öneminin ve etkisinin giderek artacağını var sayabiliriz. Erken seçim tartışmalarının, Türkiye’nin yeniden demokratikleşme olasılığının, siyasi ve duygusal kutuplaşma sorununun çözümünün, güven inşasının, işsizlik ve eşitsizlik sorunlarıyla mücadele etmenin ve en genelde; toplumsal hayatın her alanında normale ve istikrara dönmenin çok önemli bir boyutunu Güçlendirmiş Parlamenter Sistem tartışması oluşturuyor; oluşturmaya da devam edecek.
Bu noktada üç kritik soruyu sormanın ve bu sorulara yanıt aramanın faydalı olacağını düşünüyorum:
- Niçin güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönmeliyiz?
- Neden güçlendirilmiş diyoruz; bu sistem neyi içeriyor ve nasıl anlaşılmalı?
- Belki de en önemlisi, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem öyküsüz kalmış Türkiye’nin “yeni öyküsü” olabilir mi?
Bu yazıda, bu sorulara yanıt arayarak, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem tartışmasına mütavazi bir katkı yapmak istiyorum.
Güçlendirilmiş Parlementer Sisteme Dönme Gerekliliği
16 Nisan 2017 Anayasa Değişikliği referandumuyla başlayan ve 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimiyle pekişen ve Sayın Erdoğan’ın yeni sistemin ilk Cumhurbaşkanı/Başkanı olduğu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, geçen üç buçuk yıl içinde iyi bir performans görteremedi. Bir yıl önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Fuat Oktay’ın yürüttüğü, konuyla ilgili çalışan uzmanlara değil sadece hükümete yakın kişilere danışılarak başlatılan “reform süreci” de hiç bir olumlu sonuç vermedi; sadece sözde kaldı.
Geçen süre içinde tam da içeriği anlaşılamayan, tasarımı eksik olarak başlatılmış, güçlü lider-güçlü yürütme ekseninde gücün merkezileşmesinin başarının anahtarı olduğu varsayımana dayanan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin ne verdiği sözleri tutabildiğini, ne de toplumsal desteğini artırabildiğini gözlemliyoruz.
Objektif bir bakışla söyleyebiliriz ki; özellikle, 2018 son çeyreğinde başlayarak verdiği sözlerin tam tersi gerçekleşemeye başlayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Türkiye için yararlı olmadığı görüşü toplumun farklı kesimleri içinde gelişiyor ve yaygınlaşıyor. Bu durumun, aynı zamanda, Türkiye’de, 1945/50-2017 döneminde yürürlükte olan askeri ve bürokratik vesayetçi yapıların kontrolünde hareket etmiş parlamenter sisteme dönüşü değil ama “güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş gerekliliği” söyleminin ve talebinin giderek artan bir tonda seslendirilmesine de yol açtığını söyleyebiliriz.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin bugün geldiği noktada verdiği en az dört kritik ve sistem dönüştürücü sözü tutmada başarısız olduğunu görüyoruz:
Birincisi, sürekli 90’lı yıllara gönderme yapılarak altı çizilen “koalisyonlar dönemi Türkiye’yi sürekli istikrarsızlığa ve onları takip eden krizlere savurmuştur; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişle artık koalisyonlara bir daha dönülmeyecektir; koalisyonlar dönemi bitmiştir; yerine güçlü parti ve o partinin lideriyle yönetilen ve siyasi istikrara sahip yeni Türkiye olgusu ortaya çıkacaktır” tezi gerçekleşmedi.
Bu tez gerçekleşmediği gibi tam aksine; ittifaklar adı altında koalisyon olgusunun tekrardan siyasi alanı şekillendirdiğini, Cumhur İttifakının siyasi ve ekonomik istikrarı sağlayamadığını, Cumhur İttifakı-Millet İttifakı ve diğer olası ittifak ilişkilerinin siyasi ve duygusal kutuplaşmayı körüklediğini; demokrasi ve hukuk alanında yaşanan ciddi sorunları derinleştirdiğini, Türkiye’nin giderek “mutsuzlaştığını”, insanları geleceğe güvensiz ve endişeli baktıklarını ve Türkiye’nin bölgesel ve küresel algısının da itibarının da bozulduğunu görüyoruz.
İkincisi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile “Türkiye ekonomisi dinamizm kazanacak, büyüyecek, zenginleşecek, istikrarlı ve dayanıklı olacak, ve böylece 2023 hedeflerine ulaşılacaktır” tezinin gerçekleşmemesi. Türkiye ekonomisi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile, ne büyük ekonomilerin içine girebildi, ne de kişi başına düşen geliri artırabildi. Tam aksine, 11. Kalkınma Planıyla 2023 hedefleri küçültülmesine rağmen, hiç bir başarı sağlanamadı. Dahası, bugün 2023 hedeflerinin unutulduğunu, yerine 2051 hedeflerinden bahsedilmeye başlandığına şahit oluyoruz.
Ciddi ekonomistler tarafından yapılan araştırmaların tümünün gösterdiği gibi, Türkiye büyük bir işsizlik, özellikle de genç işsizlik sorunuyla karşı karşıya; hayat pahalılığı işi olanları bile yoksulluk sınırına yaklaştırıyor, hatta içine sokuyor. İnsanlar özellikle de gençler, geleceğe güvenle bakamıyorlar, devlet ve hükümette israf çok büyük boyutlara ulaşmış durumda ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin ekonomik sorunları çözme olasılığı giderek zayıflıyor.
Cumhur İttifakı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, ekonomiden çok güvenlikten konuşuyor. Güvenlik ve devlet bekası dili resmi söylemi şekillendirirken, işsizlerden ve yoksullardan da “mümin” olarak sabırlı olmaları isteniyor. Bu, bir taraftan işsizlik ve yoksulluk sorunun bugün için çözülemeyeceği anlamına gelirken, diğer taraftan, AK Parti’nin 2002’den beri güçlü olduğu ekonomi alanını tümüyle muhalefete bırakmasına yol açıyor.
Üçüncüsü, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile “devlet ve toplum daha iyi yönetilecek, vatandaş devletine güvenecek, devlet kurumsal olarak güçlenecek, eski hantallığından uzaklaşacak, kararlar hızlı alınacak ve uygulanacak, devlet kurumları arasında güven, iletişim ve işbirliği artacak, devlet bürokrasisi etkili ve verimli olacak, millete hizmet gidecek” tezi de başarısız oluyor. Hatta tam tersi bir durumun ortaya çıktığını görüyoruz. Araştırmalar, devlet yönetiminde kurumlar arasında ve içinde ciddi güven ve iletişim sorunları olduğunu gösteriyor. Gücün merkezileşmesi ile astın üstüne, üstün daha üstüne güvenmediği, milletvekillerinin bakanlara ulaşamadığı, herkesin merkezden haber beklediği, işlerin oluruna bırakıldığı bir yönetim ilişkileri ağı ortaya çıkıyor.
Liyakat yerini sadakata bırakıyor; kurumlarda ve insan sermayesinde ciddi kalitesizlik sorunu yaşanıyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi devleti ve yönetimi güçlendirmenin aksine, devlet krizi ve yönetim krizi gibi olumsuz bir gelişmeyi yaratıyor. Türkiye, son üç yıldır sadece demokrasi alanında değil, onun kadar önemli olan yönetim alanında da ciddi sorunlar yaşıyor. Demokrasi ve yönetim sorunları, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile pekişiyorlar.
Dördüncüsü, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile “dünya siyasetinde Türkiye’nin irtibarı ve gücü artacak; dış politika kararlarında stratejik otonomisi olan ve oyun kurucu etkiye sahip bir Türkiye olgusu ortaya çıkacaktır” tezi de gerçekleşmiyor. Dış politika alanı, Cumhur İttifakının ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin son dönemde tümüyle odaklandığı ve ayrıcalıklı konuma koyduğu bir alan. Bu alandaki başarı için Sayın Erdoğan başta olmak üzere, Cumhur İttifakı tüm enerjisini harcıyor, büyük çaba gösteriyor. Sert güce ve askeri operasyona dayalı bir dış politika anlayışı benimseniyor.
Bununla birlikte Suriye’den, Libya’ya, Doğu Akdeniz’den Yunanistan’a, AB-NATO ve Batı ilişkilerinden son olarak Azerbaycan-Ermenistan krizinde Türkiye, haklı olduğu noktalarda bile, sorunların çözümünde başarılı olamıyor. Kazanım sağlanıyor görüntüsü verirken, ardından ya geri adım atan ya da ileriye doğru adım atamayan bir Türkiye dış politikasıyla karşı karşıyayız. Dış politika sert güç, askeri kapasite, tek taraflı hareket ve stratejik otonomi unsurları içinde, önemli askeri ve diplomatik hamleler yaptıktan sonra ileriye dönük ve oyun kurucu adımları atamıyor. Yumuşak gücünü gereksiz yere kaybetmiş, “diplomatların olmadığı diplomasi” yapmaya çalışan, çok taraflılık yerine tek taraflılığı tercih etmiş, Rusya ile asimetrik ve eşit olmayan ilişkiler içinde olan ve Batı ile kavgalı bir Türkiye dış politikasının “güvenlikçi dili”, Türkiye’nin “saha”da, “masa”da ve “algı”da hak etmediği bir yerde olmasına yol açıyor.
Verdiği bu dört kritik sözü tutamayan, ki bu sözlerin sayısı artırılabilir de, kendisini reform edemiyen, kutuplaşmayı körüklerken kapsayıcılıktan uzaklaşan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin toplumsal desteği düşüyor, başarı ve sürdürebilme şanşı azalıyor. Tam da bu nedenle, eski sisteme dönmeden, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönme söylemi ve talebi farklı siyasi aktörler ve toplumun farklı kesimleri arasında yaygınlaşıyor ve güçleniyor.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Nasıl Anlaşılmalı?
Şunu biliyoruz: sadece “eski sisteme dönmeyeceğiz” demek yeterli değil ve güçlendirilmiş parlamenter sistem kavramının içi doldurulmalı. Hala, Güçlendirmiş Parlamenter Sistemin içeriği ve nasıl anlaşılması konusunda muğlaklıklar var. Bu nedenle de siyasi ve kamusal alanlarda başlayan Güçlendirmiş Parlamenter Sistem tartışmalarını önemli buluyorum. Bu tartışma yaygınlaşarak ve derinleşerek devam etmeli. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine karşı Güçlendirmiş Parlamenter Sistemi savunanlar arasında, özellikle “yönetim” ve “birlikte yaşama” normları temelinde asgari müşterekler noktasında belli bir uzlaşma oluşturulmalı. Bu uzlaşma da, müzakere ve tartışma yoluyla sağlanacaktır.
Bununla birlikte, 1945/50-2017 dönemindeki parlamenter sistemden farklı olarak ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin sorunlarından da dersler alarak, güçlendirilmiş parlamenter sistemden ne anlaşılması gerektiği üzerine aşağıdaki noktaları vurgulamanın önemli ve faydalı olduğunu düşünüyorum:
Birincisi, parlamenter sistem ve parlamenter demokrasi aynı şeyler değiller. Türkiye’deki parlamenter sistem, belli oranda temsili demokrasi nitelikleri taşıyan ama özünde demokratik olmayan bir sistemdi. Askeri ve bürokratik vesayet içinde hareket ediyordu. Darbelere açık ve kırılgandı. Bu nedenle, Güçlendirmiş Parlamenter Sistemin, muhakkak, katılımcı ve müzakereci demokrasi ile eklemlenmesi, parlamenter sistem ve demokrasinin karşılıklı olarak birbirlerini besleyecekleri mekanizmaların geliştirilmesi gerekmektedir. Güçlendirmiş Parlamenter Sistem, bu anlamda, “kapsayıcı yönetim”e dolayısıyla sivil toplumun ve yerel yönetimlerin karar alma süreçlerine katılımına ve onlarla müzakere yoluyla kararların alınmasına açık olmalıdır. Güçlendirmiş Parlamenter Sistem, hükümet-yerel yönetimler-sivil toplum işbirliği ekseninde hareket eden, “benim sivil toplumum, benim yerel yönetimim” demeden kapsayıcılık ilkesi temelinde farklı aktörlerle ilişki kuran, iletişim ve işbirliği yoluyla sürekli kendisini yenileyen ve güçlendiren bir sistem olmalıdır.
İkincisi, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem gücün merkezileşmesi ve tek bir yerde yoğunlaşması tercihine karşı “gücün paylaşılması” ve “denge ve denetleme mekanizmaları”nın uygulanması ve içselleşetirilmesi ilkesiyle hareket etmelidir. Demokratik hukuk normlarının üstünlüğü, kuvvetler ayrımı, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve eşit vatandaşlık ilkeleri Güçlendirmiş Parlamenter Sistemin üzerine oturduğu kurucu altyapıyı oluşturmalıdır. Yürütmeye dayalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine karşı Güçlendirmiş Parlamenter Sistem, yürütme-yasama-yargı arasındaki ilişkileri güçler ayrımı ve denge ve denetleme temelinde kurmalı; bununla da yetinmeyip, kentli Türkiye’de, “yerel yönetimlerin güçlenmesine” ve farklı kimlikler arası “eşit vatandaş” ilkesinin uygulamaya geçmesine katkı vermelidir.
Birinci ve ikinci unsurların Güçlendirmiş Parlamenter Sistem içinde başarıyla gerçekleşmesi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yaratttığı demokrasi ve yönetim krizinin aşılması için önemli bir kapı açacaktır.
Üçüncüsü, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem, ekonomik sorunların sürdürebilir çözümünde de başarılı olmak durumundadır. Özellikle işsizlik sorunun çözümü, yönetim katında aşırı israf ve harcamanın kısıtlanması, ekonomik istikrar için başta Merkez Bankası olmak üzere düzenleyici kurumların bağımsızlığının sağlanması, iklim değişikliği v.b sürdürülebilir kalkınma hadefleri doğrultusunda ekonomiye yaklaşım, Güçlendirmiş Parlamenter Sistemin ana hedefleri olmak durumundadır. Güçlendirmiş Parlamenter Sistem ekonomik olarak güçlü, demokratik bir Türkiye tablosunun güvenlik alanında da Türkiye’yi güçlü kılacağı mottosuyla hareket etmelidir.
Türkiye’nin güvenlik sorunlarının çözümünün ve aktif dış politikasında başarılı olmasının ön şartı, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem ile ülke içinde demokrasinin ve ekonominin eşitlik ve insani kalkınma temelinde canlanması için çalışılırken, bölge ve dünya ile ilişkilerde de yumuşak güç ile sert gücü birleştiren, çok taraflılık ve diplomasiyi ön plana çıkartan bir dış politika vizyonuyla hareket etmektir.
Bu bağlamda da, “güvenlik-ekonomi-demokrasi üçgeni”nde, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin güvenlikçi yaklaşımına karşın, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem bu üç alan arasında yapıcı denge kurarak hareket edecektir.
Güçlendirilmiş Parlementer Sistem Türkiye’nin “Yeni Öyküsü” Olabilir mi?
Bu maddelere yenileri eklenebilir. Bu üç maddenin, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini ayıran temel normları içerdiğini söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem ile ilgili kritik öneme sahip soru, bu önerinin başta seçmenler olmak üzere toplumda karşılığının olup olmadığı sorusudur.
Bu soruyu şu şekilde de sorabiliriz: güçlendirilmiş parlamanter sistem kavramı nereye kadar ve ne derecede öyküsüz kalmış siyasi alanda yeni bir öykü yaratma şansına sahiptir?
Bu soruya yanıt bulmak için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini savunan Cumhur İttifakının “güvenlik ve tarih” temelinde yeni öykü yaratma çabalarını da analiz etmemiz gerekecektir. Bu nedenle, Güçlendirmiş Parlamenter Sistem – yeni öykü ilişkisi üzerine görüşlerimi bundan sonraki yazımda açımlayacağım.
Fakat şu noktayı da vurgulayarak bu yazıyı bitirmek isterim: Türkiye’de seçim yoluyla iktidar değişikliği ya da devamı olacağı için, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine karşı Güçlendirmiş Parlamenter Sistemin başarısı ancak Türkiye için yeni öykü olabildiği ya da yeni öykünün kurucu unsurlarından biri olduğu algısının seçmen tarafından satın alınmasıyla mümkün olacaktır.
Bu nedenle, öyküsüz kalmış Türkiye’nin yeni öyküsü ne olacak sorusunu, sadece Güçlendirmiş Parlamenter Sistem temelinde değil, Cumhur İttifakının bu bağlamdaki çabalarını da masaya koyarak tartışmak durumundayız.