Güle Güle Britanya
Bugün artık Britanya, sade ulus devletlerin üzerinde bir kategoride yüzen hayali bir memleket; İngiltere ise tıpkı komşuları gibi bir Avrupa ülkesi. Britanya olağanüstü ve kendisini üstün sıfatlarla ifade ederken; İngiltere birinci sınıf bilim insanları ve çürümüş bir yönetimi olan orta ölçekli bir ülke. Britanya ağır silahları olan, uluslararası kuralları tanımayan, kasıntılı bir korsan güç olma hayalleri kurarken, İngiltere hicivden ve demokrasiden nasibini almış küçük bir şüpheci ulus.
- NEAL ASCHERSON
- 20 Eylül 2020

Boris Johnson 2019’da Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı’nın başbakanı oldu. 2020’de ise İngiltere başbakanı olmakla yetiniyor. Yedi yıldan az bir süre içinde birliğin başı ikinci kez dertte. Fakat sorun bu defa yeni bir soru gerektiriyor. ‘İskoçya bağımsız olmalı mı?’ sorusunu unutun. İskoçlar onu halleder. Onun yerine, ‘Britanya’nın geri kalanında İskoçya ile olan bu birliğe kim ihtiyaç duyuyor? Ve neden?’ diye sorun.
Uzun korona ayları boyunca Boris, o Downing Street’teki çay saati brifinglerinde sadece İngiltere adına ve sadece İngiltere’ye hitaben konuştu. O sırada İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda kendi yerel işleriyle meşgul oldu. Severn Nehri üzerinden Galler’e geçen sürücüler polislerin kibar sorularına muhatap oldu. Nicola Sturgeon ‘güneyde’ [İngiltere’de] yeni bir enfeksiyon dalgası başlarsa diye İskoç sınırındaki kuralları kaldırmayı reddetti. Üç özerk hükümet ziyaretçilere yönelik karantina konusunda farklı politikalar izlerken kendi sesini bulan İngiltere de farklı bir şey yaptı. Westminster her defasında İngiltere’nin pandemi stratejisindeki ani U dönüşleri konusunda bileşen ülkelerin liderleriyle istişare etmedi ya da onları uyarmadı.
Birleşik Krallık giderek bölünüyordu; sadece lafta değil eylemde de. Ülkelerinin özellikle huzurevleriyle ilgili ilk baştaki bazı korkunç hatalardan sonra kendi korona virüsü krizini İngiltere’den daha etkili idare ettiğini fark edenler sadece bağımsızlıkçı İskoçlar değildi. Galler başbakanı Mark Drakeford İngiltere’de alınan kararların İngiltere için alındığı ve ‘bileşen ülkelerin’ kendi ayakları üstünde durabileceği ve durması gerektiği yönündeki giderek yaygınlaşan tespiti ‘şimdi Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda olarak üç milletli bir yaklaşımımız var’ sözleriyle doğruladı. O sırada Londra’da hiç kimse 2008 mali krizinden sonra kullanılıp ‘kemer sıkma’ politikalarının korkunç adaletsizlikleriyle ters yüz edilen ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ sloganını sahiplenmeye çalışmadı.
Bu durum geçici. Covid-19 kademeli olarak gazete sayfalarından silinecek ve Johnson ‘Britanya’ başbakanlığına geri dönecek. Ama birlik hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Küstah bir güçlendirme cini lambadan kaçtı. John Curtice’in Temmuz’da Herald’da yazdığı gibi ‘İskoçya’daki herkesin hayatı ademi merkeziyetçiliğin önceki 21 yılında hiç etkilenmedikleri kadar özerk hükümetten etkilendi.’
İngiliz-İskoç birliği zaten yeni bir zorluktan geçiyordu. Şimdi ademi merkeziyetçiliğin sadece AB üyeliği bağlamında anlamlı olduğunu görebiliyoruz. İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler hükümetleri bazı yetkilerini Brüksel’e devretmişti ama şimdi Londra bu yetkileri (sanayi teşvikleri, tarım, balıkçılık) Cardiff, Belfast ve Edinburgh’a almalarına izin vermek yerine kendisi için almayı teklif ediyor. İskoç hükümeti şimdi İç Pazar Yasası da yayınlanmışken buna karşı var gücüyle savaşmaya hazırlanıyor. Ademi merkezileşme makinesi de paslanmış durumda.
Cardiff, Belfast ve Edingurgh kendi memurlarının Downing Street tarafından giderek karanlıkta bırakıldığından yakınırken Ortak Bakanlar Kurulu toplantıları bir formaliteye dönüşmüş görünüyor. Birleşik Krallık (BK) hükümetinin ‘kurumsal düzenlemeleriyle birliği güçlendirme ve sürdürme zorluğuyla’ başa çıkma yollarını değerlendiren Dunlop Raporu Noel’den önce teslim edilmişti; sızan bilgiler birçok acil reform önerdiğini ama görünen o ki yayınlanmayabileceğini gösteriyor.
İngiliz Hükümeti bakanlıkları bunun yerine kendi ‘Britanya’ harcama programlarını kurup yüksek sesle halka duyurmayı planlayarak İskoçya ve Galler bakanlıklarının faaliyetlerine paralel gidiyorlar. Johnson’un Temmuz’daki bir günlük İskoçya ziyareti sırasında duyurulan ve BK bünyesinde iplerin kimin elinde olduğunu hatırlatan Kuzey ve Batı Adaları için ani ek fon paketinin arkasındaki gerçek niyet de buydu.
Birliği ‘güçlendirme söylemleri gerçekte Westminster parlamentosunun ‘egemen’ mutlakiyetçiliğine meydan okuyabilecek alternatif bir güç kaynağı olmasın diye BK devletini merkezileştirmek anlamına geliyor. 1986’yı hatırlıyor musunuz? Margaret Thatcher demokratik yollarla seçilmiş İngiliz şehirlerinin öz yönetimlerini kaleminin ucuyla sonlandırmıştı. Bunu altı ‘büyükşehir otoritelerinin’ bazıları özellikle de Londra Thatchercı olmayan kendi politikalarını yürütmeye cüret ettiği için yapmıştı. Ve bu yanına kar kaldı. Anayasal bir cumhuriyette azil soruşturması geçirirdi. Bu tür monarşik zulümlerin karanlık dehlizlerinde hala bir 17. yüzyıl krallığı olan İngiltere-Britanya devletinin sicilindeki tarihi eskiye dayanıyor.
Theresa May ilçe ilçe dolanırken ‘kıymetli, çok kıymetli birliğimiz’ diye ağlardı. Kıymetli ama kimin için? Ve neden? İngiltere’de İskoçya ile birlik olmayı gerçekten umursayan kim var? Dahası diğer ada sakinleri İskoçların Britanya Takımadasından ayrılmasından ne kazanabilir? Bunun cevabı kime sorduğunuza bağlı. Güneyin İskoç bağımsızlığına yönelik tutumu yıllarca hafif görünüyordu: biraz sancılı olsa da panik havası yoktu. İkinci Dünya Savaşı’nı hatırlayacak kadar yaşlı olan İngilizler sık sık, ‘Beraber bunca yaşanmışlıktan sonra yazık olur. Ama bu onların hakkı, değil mi?’ diye sorardı. Kimse birliğin değerini pek düşünmüş görünmüyordu. Bu Nisan’da bir BK örnekleminin yüzde 40’ı (bu da İngiliz katılımcılarının çok daha büyük bir kısmı demek) YouGov anketine ‘İskoçya halkıyla hiçbir ortak paydalarının olmadığını’ hissettiklerini söyledi. Geçen yıl başka bir anket Muhafazakar parti destekçilerinin eğer Brexit buna mal olacaksa İskoçya ile birliği feda edeceğini bulmuştu. Birliğin ‘kıymetli’ olmadığı açık.
Peki birliğin tutkulu destekçileri nerede? En başta İskoçya’dalar. Orada insanların büyük bir kısmı ülkelerinin bağımsızlık ilan etmesinin ekonomi, toplum ve vatanseverlik açısından çok şey kaybedeceğine inanıyor. Her ne kadar güncel anketler bağımsızlık tercihini önde gösterse de İskoç Birlikçiliği hala güçlü. Beş milyonluk İskoçya nüfusunun 400.000’inin ‘BK’ın başka bir yerinde’ ve ezici çoğunlukla İngiltere’de doğmuş olması da önemli bir nokta. Bu kesimin yüzde 72’sinden fazlası 2014 referandumunda bağımsızlığa ‘Hayır’ oyu vermişti. Sandığa gitmemiş olsalardı sonuç aynı kalacaktı ama fark daha az olacaktı. Ama ‘Evet’ oyu vermiş olsalardı İskoçya bugün bağımsız olacaktı.
İngiltere’nin sıradan vatandaşları birliği pek umursamasa bile hükümet, idare ve eğitim elitleri ister sosyalist, liberal isterse muhafazakar olsun çok önemsediklerini iddia ediyor. ‘İskoçya’yı kaybeden’ (‘kaybetmek’ de ilginç bir kelime; sanki İskoçya bir ortak değil de mülkmüş, kanepenin arkasına düşmüş bir eldiven ya da Birleşik Krallık bayrağına eklenmiş pelikanıyla deniz aşırı bir mercan adasıymış gibi) Britanya liderinin bir nefret ve kayıtsızlık çığının altında kalacağı özellikle politikacılar arasında bir aksiyom olarak görülüyor.
Tom Gordon Herald gazetesindeki son köşe yazılarından birinde Johnson’ın başka bir bağımsızlık referandumuna izin vermek için İskoçya Kanunu’nun 30. Maddesini imzalamakla kendi başbakanlığı, hükümeti, halefi, Muhafazakar Parti ve hatta BK’ın ‘ölüm fermanını’ imzalamış olacağını söylüyordu. Ve fakat İngiliz kalabalıklarından gelecek linç korkusu, İskoçya tuğlası çıkarılınca tüm tapınağın çökeceğinden duyulan bu korku henüz sınanmadı. Bir mit olduğu neredeyse kesin. Bir asır önce Tory Partisinin bir noktada o Protestan imparatorluğunun bütünlüğünü savunmak amacıyla iç savaşa hazırlandığı için Britanya kamuoyu İrlanda hakkında ne yapılacağı sorusuyla kıvranıyordu. Ama 1921’de Bağımsız İrlanda Devleti kurulduktan sonra İrlanda’nın kaybedilmesi sonraki yıl yapılan seçimlere pek yansımadı. Britanyalı seçmenler bunun yerine adaylarını emperyal ticaret ve İşçi Partisi’nin yükselişiyle ilgili sorularla sıkıştırıyordu.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Peki müesses nizam neden bu mite sarılıyor ve bu mit kime hizmet ediyor? Mantıklı ve fırsatçı nedenler var. Öncelikle Dışişleri Bakanlığı diğer milletlerin Britanya’nın ‘üst masaya’ ait olma iddialarından ne kadar bezdiğinin çok farkında. Bir defasında bir diplomat bana ‘1945’ten beri Britanya’nın büyüklükten düşüşünün bir hezimete dönüşmesini engellemeyi başardık’ demişti. Bu görüşe göre yabancılar İskoçya’nın bağımsızlığını BK’nin uluslararası nüfuzunun tarihi çöküşünün bir işaret olarak kullanacaktır. Kıskanç rakipler ülkeyi BM Güvenlik Konseyi daimi üyeliğinden çıkarmak için birleşecektir. Hala İskoçya’da bulunan Britanya nükleer silahlarının caydırıcılığı sürdürülemeyebilir. Böylece yalnız ve kolu kanadı kırılmış Brexit Britanyası ABD’nin zavallı bir uydu devleti olacaktır. Ha, bir de monarşiye ne olacak? Öyle görünüyor ki Kraliçe de kendisini ‘İskoçların Kraliçesi’ olarak takdim etme davetlerini cazip bulmuyor.
Birliğin Britanyalılık üst yapısı da bu miti sürdürüyor görünüyor. Elitler, üst kesim ya da yönetici sınıfların (adlarına ne dersek diyelim) uzun bir süre içinde inşa edilmiş bu Britanyalı kimliğinin korunmasında güçlü bir çıkarları var ve bunu siyasi İngilizliğin ilerleyişini önlemede kullanıyorlar. İngiliz milliyetçiliğini sınıfsal bir gözle, tüm toplumsal düzeni tehdit etme potansiyeli olan öfkeli ve hasetkâr bir kaba popülizm biçimi olarak görüyorlar. Tom Nairn’in deyimiyle Britanyacı orta sınıf, çarpıcı bir şekilde Kıta’daki [Avrupa] burjuva partilerinin üstlendiği rolün aksine iki yüz yıldır İngiliz popüler milliyetçiliğine olgunlaşıp radikal, modernleştirici bir güce dönüşme şansı tanımadı. En az başkaları kadar Farage’dan tiksinen Muhafazakarlar tarafından kasten ne pahasına olursa olsun kenarda tutulması gereken yabancı düşmanı ayak takımının siyaseti olarak tanımlandı.
Bunlar birlikçiliği hayatta tutmanın gerekçelerinden bazıları. Hepsi olumsuz. Peki, (İskoçya’yı bir kenara bırakacak olursak) birliğin dağılmasından kim kazançlı çıkacak? Öncelikle kendileri farkında olmasa bile İngiliz Toriler (Muhafazakar Partililer). Hükümetin İskoçya’ya kafa yormak için hiçbir ekonomik veya parti siyasetiyle ilgili nedeni yok. SNP [İskoç Ulusal Partisi] hariç, Johnson yönetimine karşı bir Westminster koalisyonunu teoride pekiştirebilecek İskoç partileri acınacak kadar zayıf. Johnson’ın meclis çoğunluğu iktidarda kalmasına yardımcı olmaları için birkaç İskoç Torisine ihtiyacı olmadığı anlamına geliyor.
Pek çok İngiliz seçmen yanlış bir şekilde İskoçya’nın Barnett formülü üzerinden İngiliz kamuoyundan ağır ve haksız bir teşvik aldığına ikna olmuş durumda. Johnson 2001’de Telegraph gazetesinde ‘İskoçlar İngiliz vergi mükelleflerinin vergilerinden nemalanırken kendi yasalarını yapmalarına izin vermek… tek kelimeyle haksızlık.’ yazmıştı. ‘Ellerinde şapkayla Londra’daki Şeker Amca’ya gelecekler. Geldiklerinde geri dönün demeyi öneriyorum.’ diye eklemişti. İskoçların bağımsızlık süreçlerinin masraflarını karşılamasını sağlayarak bazı küçük siyasi değişimler kazanılabilir.
Daha ilginç olanı, İngiliz Tory zihninden eksik olmayan şu şeytani düşüncedir: İngiliz Tory iktidarına husumetiyle beraber İskoçya’dan kurtulmak partiye BK’ın kalan onda dokuzu üzerinde ebedi bir siyasi hakimiyet sağlayabilir. Sersemletici bir ihtimal! O halde İskoçların kendi bağımsızlıklarını seçmelerini neden bekleyelim? Neden onları hemen şimdi kapı dışarı etmeyelim? Yakın tarihten parlak bir örnek var.
Václav Klaus Çek Cumhuriyeti üzerindeki rakipsiz iktidarını sağlama almak amacıyla 1993’te Slovakları Çekoslovakya’dan ayırdı. Tıpkı İskoçlar gibi güçlü müdahaleci bir devlet ve devasa kamu sektörlerine teşvik fikirlerine bağlı Slovaklar da onun Thatchercı politikalarının önündeki sinir bozucu engellerdi. ‘Slovakya’yı kaybetmenin’ sorumluluğunu üstünden atmak için Klaus sinsice Slovak müzakerecileri retleri bağımsızlığı kaçınılmaz kılan imkansız taleplerde bulunmaları için kışkırttı.
William Hague 1997 ile 2001 arasında muhalefet lideriyken bu fikir üzerinde düşünmüş görünüyor. Ancak ne o ne de David Cameron bunu uygulamaya yeltenecek kadar zalim ve hırslıydı. Kimse bir İngiliz parlamentosuyla fazla ilgilenmiyordu ve çok az kimse Cameron’ın Temsilciler Meclisi iç tüzüğüne yaptığı ‘İngiliz yasaları için İngiliz oyları’ değişikliklerine kafa yordu. 2016 Brexit oylamasının kitlesel hareketlenmesi sağcı Torilere olgunlaşmamış İngiliz milliyetçiliğini ehlileştirip soğurma, geniş anlamda Muhafazakar bir programla orta sınıf liderler altında disiplinli bir harekete dönüştürme şansı sundu. 2019 seçimlerinde eski İşçi partisi tabanı olan Brexit yanlısı ‘Red Wall’ grubunun ele geçirilmesi de bu şansı yeniledi. Ancak yukarıda değindiğim sınıfsal motivasyonlar nedeniyle Toriler bu şansı değerlendirmekte isteksiz görünüyor.
2016’dan bu yana Brexit’in bulutsuz bir Britanya bağımsızlık gününü asla getirmeyeceği netleşti. Bir kez daha İskoç varlığı işleri bozuyor. Gerçek şu ki ademi merkezileşmeden beri Antik Britonlar için hiçbir iş yolunda gitmiyor. Ademi merkezileşme 1707’nin otokratik birliğine demokrasiyi eklemekle bariz bir gerçeği, birliğin sakinlerinin yüzde 85’inin İngiliz ‘ortakta’ yaşadığı devasa nüfus dengesizliğini ortaya çıkardı. Göreli büyüklük bir anda önemli olmaya başlayarak kaynak, hukuki yetki veya yurt dışında temsil üzerindeki çekişmeleri alevlendirdi. Bu yeni asimetri ve karşılıklı kuşku perspektifinde ‘ortaklık’ BK içi ilişkilerin kabul edilebilir bir tanımı olmaktan çıktı.
Ademi merkezileşme ilgisiz görünen bir şeyi, İngiliz parlamentosu diye bir şeyin olmadığı gerçeğini de gün yüzüne çıkardı. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda artık bazı ulusal ihtiyaçlarını tespit edip çözebiliyordu ama bunun maliyetini yeterince temsil edilmeyen İngiliz vergi mükellefleri mi ödüyordu? İngiliz milliyetçiliğine kötücül bir mağduriyet hissi, BK’ı güç veya siyasetle kuran ve yeni yetme şehirler küstah ve nankör taleplerde bulunurken birliğin nüfus, servet ve altyapısının ezici bir çoğunluğuna sahip milletin sessiz kalmak zorunda bırakıldığı hissi girdi.
İskoçya’nın 2014 referandum kampanyasında mütevazı görünümlü bir kelime en ölümcül silah haline geldi. Bu kelime ‘normal’di. Bağımsızlık yanlısı toplantılarda insanların ‘Sadece çocuklarımın diğer ülkeler gibi küçük bir normal ülkede büyümesini istiyorum’ dediğini defalarca işittim. Bununla iyisiyle kötüsüyle kendi kararlarını alan, geleceğinin kendi ellerinde olduğunu hissedebilen bir ülke demek istiyorlardı. Ama aynı zamanda BK’nin ‘anormal’ olduğunu da kast ediyorlardı. Güneye baktıklarında net bir kimlik duygusu ya da mutabık kalınmış bir devlet hukuku olmayan, bileşen parçaları artık hiçbir kaynaşma nedeni görmeyen, üçüncü sınıf kanun yapıcıları (İskoçlarca seçilmemiş) giderek gerçeğe veya dürüstlüğe saygısızlaşıp seçimlerden sağ çıkmanın ötesinde bir gelecek vizyonundan yoksun olan kafa karıştırıcı bir siyasi yapı görüyorlardı.
Bu anormalliğin merkezinde İngiltere’nin kendi İngilizliğini kabullenmede zorluk yaşaması vardı. Tüm Britanyalılık hisleri bir kandırmaca değil; Mancherster, Swansea, Glasgow, Derry, hatta Cork’u ziyaret eden bir Çek veya İtalyan güçlü varyantları olan ortak bir dilsel kültürü fark edecektir ama siyasette imparatorluk Britanyalılığının eski püskü kalıntıları 21. yüzyıl dünyasına karşı bir göz bağı oluşturuyor. Britanya, sade ulus devletlerin üzerinde bir kategoride yüzen hayali bir memleket; İngiltere tıpkı komşuları gibi bir Avrupa ülkesi. Britanya olağanüstü ve kendisini üstün sıfatlarla ifade etmeli (‘dünyayı yenen’, ‘küresel lider’, ‘gezegenin en etkilisi’); İngiltere birinci sınıf bilim insanları ve çürümüş bir yönetimi olan orta ölçekli bir ülke. Britanya ağır silahları olan, uluslararası kuralları tanımayan, kasıntılı bir korsan güç olma hayalleri kurarken İngiltere hicivden ve demokrasiden nasibini almış küçük bir şüpheci ulus.
İngiltere kurtarılmalıdır. Ama Brexit, Johnson hükümetinin sinik şovenizmi ve Faragistlerin yabancı düşmanlığı bunu başaramaz. Bozulmuş Britanyacı dokuyu bir arada tutan İskoçya ile olan birliktir. Bunu bitirin ki İngiltere ile İskoçya arasındaki benzersiz yakınlık (Alex Salmond’ın ifadesiyle ‘sosyal birlik’) bir bağımsız devletler konfederasyonunda gelişebilsin. Zamanı geçmiş birliği bitirip İngiltere’nin sonunda kendisiyle yüzleşmesine imkan tanıyın.
Bu yazı London Review of Books sitesinde yayınlanmış olup Mustafa Kaymaz tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.