Günlerin Getirdikleri…
Herkes dünyayı ve içindekileri değiştirmeye çok meraklıdır da iş kendimizi düzeltmeye gelince sonuç pazartesi başlayıp salıya erişmeyen diyetler veya antrenmanların akıbeti gibi olur. Lakin bu bizi diri tutacak yegâne çözüm; yoksa dünya tarihi savaşlarla, katliamlarla ve asap bozucu sapıklıklarla ve sapkınlıklarla doluydu hep ve hep de öyle kalacak.
2022 ve 2023’ü uğurlarken her iki yılın da Z raporunu aldığım gibi 2024’e girerken de bir beklentiler listesi hazırlamayı editörüme bildirerek onayını aldım. Lakin 2024’ün daha ilk iki gününde Japonya’dan gelen deprem ve akabindeki uçak yangını haberleri yazı için kalan son hevesimi de kaçırmıştı. Nihayetinde benim beklentilerim daha ziyade Ankara’da meşhur zincir haline gelmeyen tekil döner lokantalarının ortak ön ismi düzeyinde: ASPAVA -“Allah Sağlık, Para, Afiyet Versin, Amin”. (Ayrıca Uğur Gürsoy’un çizdiği Nohut Kafa Fırat tiplemesinin dualarını sonlandırması da ayrı güzeldir.) Herkes gibi bu yıl gerçekleşmesini arzu ettiğim beklentilerim, umutlarım ve hayallerim var. Bunun için kavli ve fiili dualar ediyorum. Elbette hal böyle olunca kaçınılmaz olarak yine herkes gibi endişelerim de var, yerli yersiz korkularım da. Hayalleriniz varsa potansiyel olarak hayal kırıklıklarına da hazırlıklı olmalısınız haliyle. Halbuki hayal kırıklıkları da saç kırıkları gibi alınmıyor işte (evet dip boyasının da vakti gelmiş ama kararsızım bu sefer balyaj mı yapsak ombre mi yapsak, bilemedim). Ama hayal kurmazsanız hayal kırıklığınız da olmaz. Hayal kurmak ciddi bir iştir, çünkü risk almaktır. O yüzden her zaman yaptığımız gibi “işimizi kış tutup yaz gelirse bahtımıza” diyeceğiz.
“Dünya Barışı”
Bireysel beklentilerim bir yana, insanlık olarak en büyük beklentimiz nedir? Soruyu böyle sorunca aklıma güzellik yarışmalarının vazgeçilmez klişelerinden finalistlere en büyük hayalleri sorulduğunda adayların hepsinin hiç sektirmeden aynı yavanlıkta “dünya barışı” diye cevaplamaları geliyor. Ya da benzer şekilde yarışmacıların ellerinde bir sihirli değnek olsa bununla barış dolu bir dünya kurmak istiyorlar. (Yiğit Özgür’ün bu klişeyi tiye alan karikatürlerini tek geçerim, hem kum pistte hem çim pistte. Bugün karikatür günüm mü benim?) Belki de deniz veya havuz için kullanılan mayo ile kapalı ve hınca hınç dolu geniş bir salonda, bin mumluk spot ışıklarının altında böyle sade suya tirit sorulara cevap vermek kalınca, nezaketen yalan söylesen başını ağrıtmayacak cevaplar verme gereğini hissediyor güzellik yarışmacıları. Kaldı ki kim istemez ki dünya barışını? (Cevap veriyorum: Silah tüccarları istemez mesela. Acından mı ölsünler?) Ya da dünya barışına kim karşı çıkabilir ki? (Cevap veriyorum: Ön cepheden kimse karşı çıkmaz ama “ama” diye başlayan cümleleri takip edersen görebilirsin onları.)
Kendi adıma insanlık tarihini hep bir özgürleşme tarihi olarak görmüşümdür. Elbette tarih doğrusal ve sabit hızla ilerlemiyor. Aynı her birimizin bireysel tarihi gibi geriye ket vurmalar ve ileriye doğru sıçramaları da mehter yürüyüşü gibi iki ileri bir geri adımı barındırıyor. O yüzden ontoloji kendini epistemolojide ve metodolojide de normatif şekilde izhar ettiğinden “iki günü müsavi geçen zarardadır”. Eşit geçirmek zararsa, dünün gerisine düştüysek bir de, o zaman külliyen zarardayız demektir. Belki de bu zarardan kurtulmak için her müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırıyoruz. Yaşlandıkça bireylerin nostalji batağına düşüp gençliklerindeki ve çocukluklarındaki sorumsuzluğa göndermeyle “fakir ama mutluyduk” demeleri de sanırım bundan kaynaklanıyor. Aslında yaptıkları bireysel özlemlerinin propagandasından fazlası değil. Zira kategorik olarak fakirlikle mutlu olunabiliyorsa aynı kişiler fakirler için neden yeise kapılıyorlar ki?
Fakirliği illa kişi başına düşen gayri safi milli hasıldan alınan paya eşitlemiyorum. Kendisine pozitif değer atfettiğimiz her şeyin yoksunluğu ve yoksulluğu bu fakirliğin uzantısı nihayetinde. Yaşlıların aksine gençler ise depresif ruh hallerini aşmak için çoğunlukla mutluluğu geleceğe göndermeyle çözmeye çalışıyorlar. O yüzden orta yaşlı olmak daha zor. Sanki eşit mesafedeki iki yem yığını arasında kararsızlığı nedeniyle açlıktan ölen eşek gibi ne geçmişe ne de geleceğe yönelik bir gönderme arayışına giriyorlar. Belki de bu yüzden dünya barışı gibi istemekle olmayacak ideallere odaklanmak yerine ölçeğimizi küçülterek daha olası taleplerde bulunabiliriz, mesela Ortadoğu’da barış gibi.
Bunun daha olası olduğunu yarım milenyum önce kıta Avrupası’nın bugünkü Ortadoğu’dan farklı olmadığını fark ettiğimde anladım. Nasıl ki Avrupa Rönesans, Reform, Karşı Reform, Coğrafi Keşifler, Kolonyalizm, Bilimsel Devrim, Endüstri Devrimi ve Emperyalizm, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan sonra Avrupa Birliği ile ete kemiğe bürünen bir barışa kavuştu, neden benzeri bir barış daha kısa sürede Ortadoğu’da olmasın ki? Hem de determinizme düşüp Ortadoğu da aynı ayak izlerini takip edecek diye bir düstur da yok. Eğer bu önerimi beğenmediyseniz biraz daha vites küçültüp iç savaş yaşayan ülkelere barışın gelmesini veya başarısız devletlerin bir devletten beklenebilecek asgari iç ve dış güvenliği sağlayacak yetkinliğe ulaşmasını temenni edebiliriz. Bütün bunlar halen size ütopik geliyorsa o zaman ölçeğinizi biraz daha küçültüp hatta siyasetten ekonomiye yönelerek Türkiye’deki gıda enflasyonunun geçtiğimiz yıl yüzde 72 artmasından ziyade dünya ortalaması gibi yüzde 10 düşmesini temenni edebilirsiniz. Ya da her lafın başı geleceğimizin teminatı olarak adlandırdığımız gençlerin bireysel ve toplumsal yaşamlarını daha yüksek katma değerli kılmak üzere yüksek öğrenimden vazgeçmemelerini dileyebilirsiniz.
Çalışan Yoksulluğu
2022-2023 Öğretim Yılı Yükseköğretim İstatistikleri’ne göre, ülkemizdeki toplam 208 yükseköğretim kurumunda yaklaşık 7 milyon (6.950.142) öğrencinin yaklaşık onda birinden fazlası (728.490) üniversite eğitimini terk etti. Her gün haberlerde sıva ustalarının aylık 60 bin TL ve/ya vinç operatörlerinin 150 bin TL aldıklarını; yeni mezunların işsiz kalmaları bir yana çalışma hayatına katılabilenlerin de asgari ücretten biraz fazlası ile hayatta kalmaya çalıştıklarını aklımıza getirdiğimizde, marka değeri isimlerinin yazıldığı tabela değerinden düşük üniversitelerin öğrencileri yine de iyi tutabildiklerini düşünüyorum. Elbette öğrenciler de inşaat sektörünün mevsimsel etkiler gereği ortalama olarak senenin çeyreğinde işlemediğinin farkındalar ve çalışılan aylarda da sigorta primlerinin ödenmesinin en düşük sektör olduğunu düşünürsek kalanlar da pek haksız sayılmaz. Dahası, Türkiye’de iş piyasaları çalışanlarınca o kadar pozitif bir şekilde içselleştirilmiş ki çalışanların yarısı iş arıyor. Çalışan yoksulluğu derinleştikçe ve katmerleştikçe bu oranın yukarı yönlü ivmelenmesi kaçınılmaz. İnsanlar yaptığı işi veya çalıştığı sektörü sevse bile aldıkları ücretlerden memnuniyetsizliklerini kamu sektöründe aynı işi, aynı kıdem ve rütbede yapan birinden az kazanmayı haklı olarak hazmedemiyorlar. Toplumsal barışın sağlanması gereken yerlerin başında çalışma barışının geldiğini söylemeye gerek bile yok kanaatimce. O yüzden gelin ölçeği biraz daha düşürelim ve dünya barışı yerine ülkedeki çalışma barışına odaklanalım isterseniz.
Yapılan asgari ücret zammı sonrası bu ücretle çalışanların memnuniyetsizliği zaten ortada ve her etiketin insanın elini değil ciğerini yaktığı bir dönemde bu maaşla -hesaplandığı gibi dört kişilik bir aile geçindirmeye çalışanları- geçimi bir sanata dönüştürmeleri ve kuantum fiziğine katkılarından dolayı tebrik etmekten daha fazlası düşünülemez. Çünkü asgari ücretle ay sonunu bırakın dört kişilik aile olarak tek kişi olarak bile hallettiklerine göre kuantum dolanıklığından daha zor bir meseleyi halletmişlerdir. Öte yandan bu artışı fiyatlarına yansıtmak zorunda kaldığı için satışlarındaki düşüşten mağdur özellikle KOBİ’lerin işletmecileri de başka bir mutsuz kitle olarak karşımıza çıkmaktadır. Emekliler bahsine girmiyorum bile, zira el çek tabip çok kan gider o yaradan. Kısacası kime dokunsam bin ah işitmemek mümkün değil. O yüzden belki de çalışma barışını da bir kenara bırakıp ölçeğimi daha da küçülterek bireyin kendi iç barışına odaklanmanın daha isabetli olacağı kanaati pekişiyor. Böylesi bir dünyada ve toplumda içine kapanmadan bu iç barış nasıl sağlanacak? Dikkat! Verebileceğim cevap güzellik yarışmacılarının finalistleriyle yarışır düzeyde görülebilir ama şimdilik ruh ve beden sağlığımızı korumak için daha iyisi gelmiyor aklıma.
İç Barış
İç barışımızı sağlamak için yapabileceğimizin en iyisi kendimize daha çok yatırım yapmak. Kendimize yapacağımız her yatırım eninde sonunda bize bir şekilde dönecektir. Günün sonunda herkes kendi köşesine çekilecek; evli evine köylü köyüne. Kişinin kendi çocukları bile yuvadan uçup gidiyor ve gitmeliler ki kendi kanatlarının gücünü görebilsinler. İşte bundan dolayı kendimize dönmekten ve bireysel anlamda içsel barışımızı sağlamaktan başka çaremiz yok gibi. Sağanak gibi dört bir yandan kötü haberler yağarken ya bu haberlerin akıntısına hatta girdabına kapılıp ağırlaşan depresyon nöbetleriyle baş başa kalacağız ya da fonda Orhan (Gencebay) babanın “Batsın bu dünya”sı eşliğinde “Sana mı kaldı dünyayı kurtarmak?” deyip nihilizmin dibine vuracağız. Bir ihtimal daha var ama ölmek değil bu sefer. En zoruna talip olacağız: Kendimizi düzeltmeye. Öyle gözünüz korkmasın, en azından kendi sağlığımızı tehdit eden bir kötü alışkanlıktan vazgeçmekle, her gün biraz daha fazla hareket etmekle, biraz daha sağlıklı olmak için daha dikkatli olmakla ve/ya etrafımızdakilere daha çok selam vermekle… Kısacası ufak adımlarla kendimize yatırım yapacağız. Aslında vites küçülte küçülte en meşakkatlisine geldik.
Herkes dünyayı ve içindekileri değiştirmeye çok meraklıdır da iş kendimizi düzeltmeye gelince sonuç pazartesi başlayıp salıya erişmeyen diyetler veya antrenmanların akıbeti gibi olur. O yüzden çetin bir yolculuk önerdiğimin farkındayım. Lakin bu bizi diri tutacak yegâne çözüm; yoksa dünya tarihi savaşlarla, katliamlarla ve asap bozucu sapıklıklarla ve sapkınlıklarla doluydu hep ve hep de öyle kalacak. Adı üstünde dünya, “aşağıda olan” anlamına geliyor. O yüzden hem bedenimizle hem de ruhumuzla yükselmemizin yolu kendimizi değiştirmekten geçiyor. Bunu yaşam koçluğu veya motivasyon için değil başka bir yol olmadığı için söylüyorum. Sözün özü, her zamankinden iyi olmaya çok ihtiyacımız var, çünkü kötülük o kadar rafine ki iyiliğin de en az bir o kadar öyle olması gerekiyor.