Güven Olmayınca Yasal Güvence Neye Yarar?

Türkiye’deki kutuplaşma ortamı ne yazık ki insan hakları konusuna da bütüncül bir şekilde yaklaşmamıza engel oluyor. Kendimize hak gördüğümüzü, ötekileştirdiğimiz kesimlere haram görüyoruz. Ötekileştirdiğimiz kesimler bizimle aynı haklara sahip olursa gün gelir bizim haklarımızı elimizden alırlar diye korkuyoruz. Birbirimizden korkuyoruz.  

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Kadınların giyim kuşamını siyasetin tekelinden çıkartıyoruz. Bu hakkı yasal güvenceye alacağız. Bunu bir tartışma konusu olmaktan tümüyle çıkartacağız” sözleriyle gerekçelendirdiği başörtüsü çıkışı, ironik bir biçimde başörtüsü meselesini bir kez daha tartışma konusu haline getirdi.

 

CHP’nin TBMM’ye sunduğu Kadınların Yürüttükleri Mesleğin İcrası Kapsamındaki Kılık ve Kıyafeti Giymek Dışında Herhangi Bir Zorlamaya Tabi Tutulamaması Hakkında Kanun Teklifi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın el yükseltip yasa yetmez, anayasa değişikliği yapalım şeklindeki karşı hamlesi ise kadınların giyim kuşam meselesini bir kez daha seçim malzemesi haline getirdi.

 

Erdoğan’ın anayasa değişikliğinden bahsederken dile getirdiği “Son zamanlarda topluma LGBT’yi soktular. LGBT’yle birlikte de bizim aile yapımızı bunlar dejenere etmenin gayreti içerisine girdiler. Öyleyse biz olması gereken ne ise onu yapacağız. Biz kimlerin LGBT’ci olduğunu biliyoruz zaten. Ama bunu da aile olarak gelip oraya koyalım. Burada da çıksın bakalım neresinden savunacak onu da görelim” şeklindeki sözleri de başka bir sorunu ortaya çıkardı. Belli ki söz konusu anayasa değişikliği ile bir kesimin hakları anayasal güvence altına alınırken bir başka kesimin haklarının ihlal edilmesinin anayasal güvence altına alınması hedefleniyor.

 

Sonuç olarak ne CHP’nin yasa teklifinin ne de AK Parti’nin anayasa değişikliği teklifinin TBMM’de kabul edilmesi bekleniyor. CHP muhafazakâr seçmene ‘benden korkmanıza gerek yok, değiştim’ mesajı verirken, AK Parti ‘samimi değiller, değişmediler’ mesajı vermeyi hedefliyor.

 

Türkiye Gerçekten Laik, Demokratik, Sosyal Hukuk Devleti mi?

 

Zaten toplum içselleştirmedikten sonra hakların yasa veya anayasa güvencesi altına alınması ancak belli bir noktaya kadar koruma sağlayabiliyor. Anayasamıza bakacak olursak Türkiye laik, demokratik, sosyal hukuk devleti. Peki gerçekte böyle mi? Para politikasının açıkça dinî hükümlere dayandırıldığı ülkemizde laiklik tam olarak içselleştirilmiştir diyebilir miyiz? Düşünce ve ifade özgürlüğü alanında var olan sorunlara tüy diken Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, yaygın adıyla Dezenformasyon Yasası TBMM’de kabul edilmişken ülkemizin ne kadar demokratik olduğunu söyleyebiliriz? Özellikle kırılgan gruplara yönelik sosyal haklara en iyi ihtimalle ulufe gibi yaklaşılırken gerçekten sosyal devletten bahsedebilir miyiz? Peki Anayasa Mahkemesi kararlarının alt mahkemeler tarafından uygulanmıyor olabilmesini hukuk devleti ile ne kadar bağdaştırabiliriz? Bu örnekler gösteriyor ki siyasal kültürün parçası haline gelmedikten sonra belli özgürlüklerin ve hakların yasal ve hatta anayasal güvence altına alınması yeterli olmuyor.

 

Öte yandan ülkemizde insan hakları meselesini herkes kendi durduğu yere göre değerlendiriyor. Öyle olmasaydı hayatını demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları konusunda yazarak, çizerek, konuşarak geçirmiş ve kimisi bu uğurda ağır bedeller de ödemiş kanaat önderleri, Balyoz ve Ergenekon kumpas davalarında alenen işlenen haksızlıkları, hukuksuzlukları canhıraş savunurlar mıydı?

 

Kutuplaşma, İnsan Haklarına Bütüncül Yaklaşımı Engelliyor

 

2020 yılında gerçekleştirilen Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması, toplumun büyük bölümünün kendilerine uzak hissettikleri parti taraftarlarını hor gördüğünü, onlarla ilişki kurmak istemediğini ve dahası bu kişilerin temel haklarının ihlal edilmesini normal karşıladığını gösteriyor. Araştırmaya katılan kişilerin yüzde 34’ü kendilerini en uzak hissettikleri siyasal parti taraftarlarının yaşadıkları şehirde yürüyüş düzenleyememesi gerektiğini, yüzde 38’i toplantı düzenleyememesi gerektiğini, yüzde 41’i bu grubun üyelerinin siyasi görevleri için seçimlere katılamaması gerektiğini, yüzde 48’i ise bu grubun üyelerinin telefonlarının güvenlik sebebiyle ihtiyaç duyulduğunda dinlenebilmesi ve kayıt altına alınabilmesi gerektiğini öne sürmüş.

 

Türkiye’deki kutuplaşma ortamı ne yazık ki insan hakları konusuna da bütüncül bir şekilde yaklaşmamıza engel oluyor. Kendimize hak gördüğümüzü, ötekileştirdiğimiz kesimlere haram görüyoruz. Ötekileştirdiğimiz kesimler bizimle aynı haklara sahip olursa gün gelir bizim haklarımızı elimizden alırlar diye korkuyoruz. Birbirimizden korkuyoruz.

 

Hiç lafı eğip bükmeye gerek yok, ülkemizde başörtülü kadınlara yıllarca ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapıldı, başı açık kadınlara hak görülen üniversiteye gitmek, kamu kurumunda çalışmak, milletvekili olmak onlara haram görüldü ve bu hak ihlallerine yasal çerçeve oluşturmak adına yönetmelikler çıkartıldı. Ancak bütün bunlar bu kadınların haklarının ihlal edilmesine razı olan ve hatta bunu talep eden başka vatandaşların ve bu arada başka kadınların var olması nedeniyle mümkün oldu.

 

90’lı yıllarda başörtüsü yasağını savunanlar, üniversitelerde ve kamu kurum ve kuruluşlarında başörtüsü serbestisinin üç vakte kadar başörtüsü zorunluluğuna dönüşeceğini öne sürerlerdi. Gerçekten de devran dönüp Türkiye’yi muhafazakâr bir iktidar yönetmeye başlayınca bu sefer de laik kesim ötekileştirildi ve mahalle baskısı yer yer muhafazakâr giyim kuşam dayatmasına yol açtı. Artık yaşam tarzına müdahalenin her gün yaşadığımız farklı örnekleri kimseyi yadırgatmıyor. Ve bu baskılar, yasaklar, yaşam tarzı müdahaleleri yine bunları normal karşılayan, hatta talep eden toplum kesimlerinin varlığı sayesinde mümkün oluyor.

 

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu uzunca bir süredir, helalleşme söylemi çerçevesinde kendi partisinin ve taraftarlarının geçmişte ötekileştirdiği kesimlere kendilerinin iktidara gelmeleri durumunda onların haklarını ihlal etmeyecekleri konusunda teminat vermeye çalışıyor. Bence çok iyi yapıyor, keşke diğer siyasi partilerin liderleri de aynı yaklaşımı benimsese.

 

Öte yandan Kılıçdaroğlu yaklaşımını yeterince güven verici ve ikna edici bulmuyor olmalı ki masaya bir de yasal güvence koymak istiyor. Güvendiğiniz birisine karşı içiniz rahattır, ancak güvenmediğiniz birisine borç verirken senet istersiniz. Kılıçdaroğlu bir anlamda kendisine hâlâ güvenmeyen muhafazakâr seçmene senet vermek istiyor. Bu bir seçim taktiği olarak doğru bir yaklaşım olabilir, işe de yarayabilir. Ancak farklı toplum kesimlerinin birbirine güvenmemesi ve birbirine karşı güvence araması da başlı başına bir sorun olarak ortada duruyor. Açıkçası Kılıçdaroğlu’nun helalleşme kampanyasının bu çerçevede yasal güvence önerisinden çok daha etkili olduğunu düşünüyorum.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise kendi ifadesi ile Kılıçdaroğlu’nun verdiği pası gole çevirmeyi tercih etti. Bu da yine bir seçim taktiği olarak doğru bir yaklaşım olabilir ve işe de yarayabilir. Ancak keşke Sayın Cumhurbaşkanı, yönettiği ülkede hakları ihlal edilen veya risk altında olanların sadece başörtülü kadınlar olmadığını göz önünde bulundurup “gelin bir anayasa değişikliği yapalım, öyle ki sadece başörtülü kadınların değil bütün vatandaşlarımızın haklarını anayasal güvence altına alalım” diyerek gol atmayı tercih etseydi.

 

Neticede kutuplaşmayı azaltmadığımız ve birbirimize güvenmediğimiz sürece hiç bir yasa veya anayasa değişikliği haklarımızı tam anlamıyla güvence altına almaz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.