Güvenilir-Emin Topluluklardan Demokratik Topluma
“Değişmemek” için direnmek hikmete mebni fırsatları kaçırmak anlamına gelecektir. Oysa kendimizi geliştirip biraradalık tecrübesini siyasete de dayatmak onun da dönüşümüne katkı yapacaktır. Hepsiyle birlikte, haklı-haksız “birikmiş korkular”ın izalesinin de yegane çözümü budur.
Yıllarca yegane vesayet alanı olarak “askeri vesayet”i görmüş, bu cendereden çıkışın koşullarını üretmekte yetersiz kalmış, muhafazakar çevre kodlamasıyla merkezden uzak tutulmaya sistemsel olarak bilinçli bir gayret içinde olunmuş bir çoğunluk yapısıyla yol aldık. Demokrasi serüvenimiz de, dünyaya uyum görüntüsü, sandık ve koşullu sınırlı haklar dışında bir deneyime geçit vermeyecek şekilde kısıtlılıklarla malul idi.
Mezkur dönemlerin koşulları içinde otoriter siyaset konusunun farklı tezahürlerinin olduğunu görememek tolere edilebilir gerçeklere dayanmakla birlikte, tüm olan bitene rağmen hala toplumsal bağlamda beklenen sorgulamalar içine girememenin “görememek”ten farklı sebepleri var. Korkular ve özeleştiriden yoksunluğu listenin başına koymak mümkün. (Tarihten tevarüs eden ve kimliklere sinmiş kodlar kadar, “eksiltilmiş hakikatlerimiz”i herşeyi ele geçirip yukarıdan aşağıya ‘postulat’lar haline getirmenin, kolaycılık olmanın ötesinde rasyonel dünya ile çatışan boyutları olduğu bir vakıa. Bununla da bağlantılı olmak kaydıyla kendi gerçekliğimizi masaya yatırma fırsatlarını kaçırttığı da.)
Otoriterlik Döngüsünü Kıracak Bir Toplumsallık
Tarihi kaderimiz, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana otoriterlik döngüsünün demokratik atılım çabalarına rağmen kırılamaması üzerine yazılmış gibidir. İttihat Terakki ve Tek Parti dönemi yıllarının ardından DP ile birlikte girdiğimiz yol, sağ muhafazakar otoriterliğin ilk pratiklerinin görüldüğü yıllar olmuştur. Dolayısıyla her ne kadar ‘vesayet’, ‘otoriterlik’ gibi kelimeler yıllarca militarizme dönük olarak kullanılmışsa da, 60’lar, 70’ler ve Özal’lı yılların da dahil olduğu dönemlerden bu yana yeter derecede tecrübe ettiğimiz husus merkez sağ siyasetlerin de otoriterleşmenin kırılmasına ilişkin yeter derecede fırsatlar sunamamış olmasıdır.
Devlet-toplum ilişkilerinin toplum lehine geliştiği dönemlerle ilgili olarak bir sağ-otoriterleşme sarmalından bir türlü çıkamadığımız gerçeğinin arkasında toplumsallık niteliğinin olduğu kadar, iktidarın her şeyi elde etmenin imkanlarını sunan bir aygıt gibi algılanmasının ve devleti dönüştürme taleplerinin sığ deneyimlerin esiri olarak kalmasının da etkisi vardır. Bu da, siyasala dair kısırdöngünün yanında, kentleşme ve sanayileşme olgusu, çevre merkez ilişkileriyle bağlantılı olmak kaydıyla, katedilen toplumsal gelişmelere karşın, demokratikleşme kültürünün aynı oranda makes bulmakta zorlanmasıyla alakalıdır.
Elbette demokratikleşmenin bir kültürleşme modeli olarak gelişimi kolay değildir ve hemen her ülkede sancılı süreçlerle, travmalarla, yaşanan acı tecrübelerle birlikte gelişen kompleks bir süreçtir bu. Lakin bilinen bir gerçeklik, toplumsal yapıların korkularıyla yüzleşme, tarihsel tabularına dönük sorgulamalara dahil olma, “başkaları”nın kaygılarını önemseme gibi olgunlaşma süreçleri yaşamadıkça bu dönüşümün kolay olamayacağıdır.
AK Partili yıllar da önceleri bu konularda ümit bahşetmesinin yanında, bunun toplumsal bağlamda çok da sürdürülebilir olamayacağının işaretlerini vermekteydi. Filmi geriye doğru sardığımızda hangi vesayet yapıları ve yanaşık düzen toplumsal katmanların başlattığı önemli olmayan “kutuplaş(tır)ma” siyasetleri de aslında bu görünen mukadderatın sonuçlarıdırlar.
Dış sebepler bir yana, iç (niteliksel) koşullardan ötürü de toplumsal kesimlerin bu kutuplaşma siyasetini kolay kabul ettikleri görülmektedir. Bu bağlamdaki toplumsallığımız muhafazakar, dindar, sağ-sol, seküler farketmeksizin tüm toplum yapımıza siyaset, geçmişe ait yüzleşilmemiş korkular, nedamet getirmenin önünde engeller teşkil eden zihniyetler ve nesnel koşullar eliyle zerk edilmiş bir olgusallığı içermektedir.
Bunun altını hassaten çizmemizin sebebi, modernleşme deneyimimiz ve bunun toplumsal kompartımanlara etki boyutu hangi seyirde giderse gitsin, geçmişimize ait korkular ve travmalar ortaklıklar içermektedir. Bunlara ilişkin ideolojik açıklama biçimlerinin farklılığı travmanın niteliğini değiştirmemektedir. “En haklı” olma şeklindeki bir bilinç halini kuşanmanın ne türden bir geçmiş yaşanırsa yaşansın, bugüne ait bir faydasının olmadığı; aksine, simgeselleşmiş alanlar üzerinden ayrışma koşullarına lojistik taşıdığı yeter derecede tecrübe edilmiştir.
“Kızıl elma” kıvamındaki konuların hep birlikte kaybet-kaybet formunda geleceğin inşasını etkilediği ve hepsinden önemlisi sistemin otoriterleşmeden sıyrılmasına yardımcı ol(a)mayan toplumsallıkları beslediği açıktır. Dolayısıyla sorun sadece kendisi de kimlikselliğe sahip olan ve ideolojik tasarımının sürgit devamını sağlamaya çalışan sistemde olduğu kadar, aynı zamanda sistemin dönüşümü noktasında ele geçen fırsatları değerlendirme konusunda niteliksel ve ilkesel sorunları olan toplumsallıklarımızla da ilgilidir.
Projeksiyonu son döneme tuttuğumuzda iktidarın kendilerini temsil ettiğini düşünen toplumsal kesimlerin “kendi otoriterleşme” sürecini sevmediğini söylemek mümkün değildir. Siyasetin otoriteryen tarzda dönüşümü, devletleşmenin sunduğu fırsatlara yaslanma kolaycılığına bürünmek zorunda kalışından mustarip olanlar dışındakiler (ki sistemin bu şekilde işlemesinden zarar görenlerin ortak kaderi olduğu için, ideolojik saiklerden sıyrılıp evrensele yolculuk yapmaları kolaylaşmaktadır. Bunun somut karşılığını, mağdur kesimlerin kendilerini kimin savunduğuna bakmaksızın o çevrelerle özdeşleşmelerinde gözlemlemek mümkündür.) için şikayet konusu olmamaktadır. (Hazindir ki kırılma, mağduriyetlerin giderilmesinin ardından yaşanmaktadır. Unutma, rövanş isteme…vb eğilimler toplumsallıkların da kaderi haline gelmektedir. Halbuki “…Affederseniz bu sizin için daha hayırlıdır” ilahi uyarısı, aslında fırsatı kaçırmama ve kısır döngüye “dur” deme adına bize sarih bir ipucu sunmaktadır.)
Özcesi, buradaki dönüşüm ancak buna adanmış siyasi kadrolarla, dönemsel tüm avantajlara rağmen kamusal alanda “Güvenilir toplumsallık” oluşturmaya aday kesimlerin iradi-bilinçli gayretleriyle sağlanabilir.
Rasyonel Akıl, Vicdan ve Emekle Güvenilirliğe Yolculuk
“Emin/Güvenilir Topluluk” olma ideali, aslında sağ-sol-İslamcı kesimlerin “megalo idea” olarak düşledikleri, ideolojik simgelerle örülmüş bir dünyaya tekabül etmekteydi. Yazının konusu olan önce “Emin Topluluk” ardından “Güvenilir Toplum” olmaya yönelim ise içinde demokratlaşma kültürünü de içeren farklı sancıların (ve zorunlulukların) bir yansıması. Buraya doğru ilerleme çabası içerisinde olamazsak, birarada yaşam formlarını gereğince deneyimleyecek toplum olma idealine yaklaşmak da çok mümkün görünmüyor.
O yüzden, “emin topluluk” olma idealini taşımak başka bir şey, bunun sihirli dokunuşlar ya da kesinleştirilmiş inançlarla değil de o kıvama gelebilmek için, rasyonel akıl ve vicdana dayalı olarak ortaya konacak gözlem, tefekkür, araştırma ve eyleme süreçlerinden geçtiğini kavramak gerekmekte. Nitekim tersi, “bir dönem”, “bir yerlerde”, “birilerinin” inşa ettiklerinin tekrarını/benzerini “kopyala-yapıştır” yeniden sahnelemek (medeniyet rüyası!) gibi karikatürel bir duruma tekabül etmektedir.
“O dönem”in aklı, koşulları, imkanları, akıl yürütme biçimleri ve hatta dönemsel bağlamda “eksiltilmiş hakikatleri”nin sunduğu fırsatlar ile bu inşaya karşı koyabilecek güçlerin zayıflığı, üretimsizliği, birikimsizliği gibi etmenlerin sizi siz yapmadaki etkilerini hesaba katmaksızın bir tarihsel tekrar imkanı, benzer bir habitat ve bu habitat üzerinde neşvü nema bulacak bir toplum yaratma(!) ideali, hayattan kopuk kağıt üzerindeki soyutlamalarda bile karşılık bulmakta zorlanmaktadır. Nitekim günümüze değin biriken akıllar, tefekkür biçimleri, tartışmalar, yaşanmışlıklar üzerine düşünme ve o yaşanmışlıklarda ödenen bedeller ve bu birikimsel sürecin çağa yansıyan boyutları üzerinde yeter derecede sorumluluklar üstlenmeyenlerin bunu becerip başarabilmesi gerçekten mümkün müdür?
Güvenilir toplum olmanın bedelleri vardır. Sorumluluk ve farkındalık süreçlerini gerektirir. Herkesten fazla empati yapmayı zorunlu kılar. Emek süreçlerinin birbiriyle yarış ve dayanışma halinde ilerletilmesini zorunlu kılar.
Peki bu sorumlulukları bu vizyonel genişlikte kim üstlenecektir? Önce mefhumu muhalifinden belirtmek gerekir ki, bu yapılmadığı takdirde kısır döngüler içinde sürgit devam eden bir sarmala mahkum olacağımız yaşanan tecrübelerle görülmüştür.
Tarihi tecrübelere bakıldığında, bir toplumda azınlık konumunda olanların bunu başarabilmek için içlerinden akil insanlar çıkardıkları görülmüştür ama hiçbir zaman çoğunluk yapıların bu işe soyunmadıkları takdirde böyle bir başarının varlığı ve istikrarı sağlanamamıştır.
Dolayısıyla öncelikli sorumluluk bu ülkenin çoğunluk katmanları olarak görülebilecek ve “muhafazakar-demokrat” olarak nitelenen, sivil toplumsal tecrübeleri düne nazaran daha fazla olan toplum kesimlerinin bu ameliyeye soyunmalarını zorunlu kılmaktadır.
Halihazırdaki tablo bu konuda pek parlak görünmemektedir. Zira mesela onlarca toplumsal sorunumuzun olduğu bir vasatta; bunlara eğilme, kafa yorma, çözümüne dönük eyleme geçme süreçlerinde yetersizlikler söz konusudur. Daha önemlisi, onlarca sorun arasından tercihler yapılıp iki-üç tanesi üzerinden kendi mikro kamusal alanlarını oluşturma ve bu sorunlar çözülebildiği takdirde domino etkisiyle diğerlerinin de hallolabileceği varsayımına dayalı bir mahalle-kabile hegemonik alanı oluşturulmaktadır. Bu alanlar, mahalli otorite sahasına dahil olanları “öyle düşünüp davranmaya” baskıladığı gibi, farklı sorunlara eğilmeyi de istihzai engellere tabi tutmaktadır. Bu durum istisna olmaksızın ve dini-seküler farketmeksizin tüm toplumsal grupları kapsamaktadır.
Müstağnilik Cenderesi ve Bilinçli Merhamet
Bu bir tür kendini yeterli görme halidir. Seçilen birkaç konu, üstelik o konuların hayatın farklı alanlarında tezahür eden sorunlardan bağımsızmış gibi ele alınması, hem mahalli kültürlerin çözümlerindeki odak farklılıklarını artırmakta, hem aralarındaki mesafeleri açmakta hem de çözümlerin bizatihi kendisi kutuplaştırma boyutlarını beslemektedir.
Yapısal, bütüncül, planlı ve rasyonel düşünüş biçiminin sorunların çözümünde aklî vicdanla beraber yürümesi gerektiği izahtan varestedir. Toplumsal sorunların çözümü ya da bizatihi bir toplum olarak hareket edebilmenin kendisi sadece rasyonel planlamalarla değil, o planları harekete geçirme azmi ortaya koyacak bir fedakarlık süreciyle mümkün olabilir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Yakın tarihimizdeki AK Parti deneyimi, sadece ülkenin ihtiyacı olanların tespiti ve bunları uygulamadaki kararlılığı değil, aynı zamanda uygulamaların hayata geçirilmesinde iradi olarak sağlanan toplumsal sinerji ile mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla, sadece planlı çözümler değil, o çözümlere yönelik eylemlilik süreçlerindeki fedakarlıkları besleyici bir merhamet ve hoşgörü kültürüne de ihtiyaç vardır.
Grupsal davranış bu tutumu bir zaaf olarak algılayabilmekte, oluşturduğu mikro hegemonik alanın zarar görmesi olarak kodlamak zorunda kalmakta, safları sıklaştırıp, bazı şeylere gözlerini kapayıp, “ahlaki meşruiyeti” sağlamlaştırdığı düşünülen garantili alanlar üzerinden bir üstünlük payesi edinmektedir. Böyle davranmakla, yani diğer toplumsallıklar karşısında edindiği konumu korumak ve kutuplaşanlar saflaşmasında aslında “karşıtı”yla aynı pozisyonu edinmekle, çözümsüzlüğe birlikte katkı yapmakta olduğunu görmekten aciz kalmaktadır.
Yanlışlık grupların/mahallelerin oluşmasında değildir. Onlar da kendi dönemlerinin belli gereksinimleri üzerine bina olmuşlardır. Hem de nice fedakarlıklarla. Etnik ya da seküler-dini cemaatlerden kadın hareketlerine, insan hakları mücadelesi veren yapılardan, çevre ve hayvan haklarına kadar biraradalığı sağlayan etmenlerin ve biraraya gelme biçimlerinin tahfif edilmesi söz konusu edilemez. Eksiklik, gelinen aşamayı yeterli görmekte yatmaktadır. Buradan yola devam edip sorumluluk alanlarını artırmakta gösterilen isteksizlik, yetersizlik, kendini ontolojik olarak var kıldığı sanrısı üzerinden bir “yeterlilik hissi”, bir “yalancı mütmainlik hali”dir asıl sorunu oluşturan.
Aslolan, yaşanan ve bir türlü çözülemeyen sorunları, kimliksel boyuta zarar verip vermediği üzerinden değerlendirip sorunu hakiki veçheleriyle masaya yatırmaktaki isteksizliktir. Mahalli endişeler, kimliksel çıta, ideolojik sebepler, sorunun kendisinden daha fazla kaygılar içeren bir atmosfer oluşturmaktadır. Atmosferin sorgulanabilmesi, ancak mahalli ve ideolojik kaygıların toplumun her kesimine benzer oranda zararlar verdiğinin görülebilmesiyle mümkündür.
Siyaset eliyle de pompalanan ve içine bu siyasetin zararlarını da görebilme kabiliyeti olanları da katan “metazorik” kutuplaşma, aynı zamanda herkesin kaybettiği bir ortam yaratmaktadır. “Korkular” birbirini olumsuz anlamda dengeleyen karşılıklı “korkular zinciri” oluşturmaktadır. Geçen zaman, bu atmosfer üzerine hesap yapanların da zararına işlemesine rağmen, siyasi hesapların kısa vadeli ömür uzatıcı sebepleri sarmaldan çıkmayı engellemektedir.
Kayıp-Kayıp Dengesi Nasıl Bozulabilir?
“Toplum olabilme” vurgusu bir kızıl elma misali üzerine sıkça vurgu yapılan hususlar arasındadır. Bazen yanlış anlaşılmalara sebebiyet verecek şekilde sanki yeni post modern seküler dayatmalar içeren ulus/toplum olma ya da yeni elitist bir muhafazakarlaşmaya teslim olma hali gibi algılanabilmektedir. Ya da gerçekleşmesi muhal bir ütopya olarak görülüp yadsınabilmektedir. Oysa ideolojik bir halden başka bir hale geçmek ya da yukarıdan dayatılan bir projeye teslim olma hali değildir sözü edilen. Bu bir zorunlu tutum alma halidir. Sorumluluk üstlenme vaziyetidir. Yetersizliklerimizi farkedip yardımlaşabilme ihtiyacına yapılan bir atıftır.
Hareketin kendisi başladığında “nasıl bir toplum” olacağımızı kimsenin bugünden kestiremeyeceği ama birbirimize vereceğimiz emekler sayesinde birarada yaşama tecrübemizi geliştireceğimiz alanlara doğru yolculuk yapmanın ve kesin olan haliyle bugünden daha iyi bir yere varacağımızın imkanlarını, hatta garantilerini içinde barındıran bir yöneliştir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz çoğunluk pozisyonunda olanların bu ameliyeye soyunması imkanları artıracak, zamanı olumlu anlamda kısaltacak olan bir olgudur.
Kimlik problemlerinden kadın ve gençlik sorunlarına; vatandaşlık, hukuk, adalet ve ekonomi meselelerinden sağlık ve çevreye kadar içinde yaşadığımız habitatı bozan ya da sağlamlaştıran meselelerin zincirleme olarak birbirine bağlı olduğunun farkedilmesi, bizim merkezileştirdiğimiz ve kimliksel korunmanın odağına yerleştirdiğimiz sorunların diğerleriyle bağının olduğunun kavranmasından sonra yapılacaklar listesi çok da uzun değildir.
Bu kavrayış, “ahlaki meşruiyet” sorunumuza da bir açılım getirecektir. Kendi yetersizliğimizin tolere edilmesinin ancak “başkaları”yla girilecek ilişkilerle mümkün olacağının farkındalığı, ilişkiye girilecek kesimlere dönük farkındalığı da oluşturacaktır. Ve ahlaki mütmainlik düzleminde aslolanın kimliksel tabularla çevrelenmiş mikro çeperleri korumak değil, bu açılımın kendisi olduğu bir süre sonra genel kabul haline gelecektir. Her kesim açısından önce yakın çevrenin, açılımın ilk ayağı olması doğaldır. Zaten sorunlardan öte kimliksel tabularla kuşatılmış mikro alanlardan çıkıp uzak olanlarla buluşmak neredeyse imkansızdır.
Habitatı Islah Etmek Bizim Ellerimizde
‘Habitat’ın düzelmesinin ancak planlı ve yapısal çözümler sayesinde mümkün olacağı, bunu kavramanın daha geniş çeperli bir ahlak anlayışını savunmak anlamına geldiği ve kabileden evrensele doğru yolculuğun ahlakın kavileşmesi adına da zorunlu olduğu bilincine ulaşılmış olacaktır. Yetersizliğimizin itirafı, yani müstağnilikten (varolan düşün ve edim ufkunun yeterli görülmesi) sıyrılmaya atılan ilk adım, aslında Agorafobi’den de (Kamusalda sorumluluk alma korkusu) kurtulmaya dönük önemli bir adımdır.
Kendimizi halisane niyetlerimizle farkettirmek, “yakın başkası” ve “öteki”nde varolan farklı birikimlerle buluşma adına “tanış olma” hali, sonu birarada yaşamanın erdemlerine götürecek olan empatinin, anlama çabasının, “farklı”, daha doğrusu daha önce iletişime geçmediklerimize yönelik sorumluluk üstlenmemiz anlamına gelmektedir.
Bu tarihsel medeni tutum, değişimi de beraberinde getirecektir. Nitekim anlama çabası, yani “anlama”ya emek sarfetmek, değişmeyi de kabul etmektir. Dolayısıyla gruplar/çevreler/topluluklar birbirleriyle iletişime geçtikçe, birbirlerini tanıma ve anlama gayretleri arttıkça önceki hallerinin de törpülenecekleri kesindir. İletişime geçmeden önceki “biz” ile iletişime geçtikten sonraki “biz” arasında farklılık olacaktır. “Değişmemek” için direnmek hikmete mebni fırsatları kaçırmak anlamına gelecektir. Oysa kendimizi geliştirip biraradalık tecrübesini siyasete de dayatmak onun da dönüşümüne katkı yapacaktır. Hepsiyle birlikte, haklı-haksız “birikmiş korkular”ın izalesinin de yegane çözümü budur!
Yakın vadeyi öngörebilmek ve umut edebilmek kolay değil ama yeni nesillerin bu tecrübeleri edinmeye doğru yol alacaklarını bugünden öngörmek hiç zor değildir. Çünkü hem Endülüs’ten Şam, Bağdat ve Hindistan’a kadar kadim geleneklerinde buna yönelik yeter tecrübe var, hem de insanlığın tarihsel tecrübesi daha iyisini üretebilmiş değil.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.