Hamaset ile Gerçeklik Arasında Mülteciler
Entegrasyon politikaları üretmede geç kalındığı ve ülkenin bunca sorununa kaynaklık ederken burada tutarlı olmanın zor olduğunun bilincindeyiz. Lakin hiç olmazsa mülteciler konusunda “örgütlü kötülük”ün mimarlarına, irrasyonel zihinlere, algı operatörlerine, ırkçılara, cehaleti körükleyenlere karşı doğru bir iş yapma adına, mültecilerin yüzü suyu hürmetine bu boşluk doldurulmalıdır.
… yerli ahalinin muhacirlere arazilerini hibe ettiğini görüyoruz. Mesela, Halid Bey kerimesi Saadet Hanım, Edirne’nin Habipler Köyündeki 1.200 dönüm arazi ve merasını Bulgaristan muhacirlerine hibe etmiştir. Hacı Mehmet Ağa ve Abdullah Efendi, Eskişehir-Ankara Demiryolu güzergahında bulunan toplam 540 dönüm arazileri ile dört mesken ve müştemilatını muhacirlere hibe etmişlerdir. (Nedim İpek, ‘Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri 1877-1890’; Yayınlanmış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1991, s. 291.)
Balkan Harbi sırasında İstanbul’a akan muhacir kafileleri .. öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmelerine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’dan başka gidecek yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muharebe bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlense’ diyorlardı. (Samiha Ayverdi, Hey Gidi Günler Hey)
İspir’in içinde Çirkini’de üç sene kaldık. Sadece bizim familya vardı. Orada iki nine vardı. Pembe ve Rabia Nine. Rabia Nine bizi taş ile kovuyor ve diyordu ki: ‘Pinti muhacirler, buraya geldiniz de bizim yerimizde duruyorsunuz.’ Pembe Nine, dut ile cevizi dövüp bir yumurta kadar yapıp bize verirdi. Akşama kadar bizi tutardı. Yiyecek yok, açız. (Ülkü Önal, Artvin Muhacirlik Hatırları, Erek Matbaası, 2010, Ankara, s. 134-135.)
Gönül ister ki herkes Saadet Hanım, Hacı Mehmet Ağa, Abdullah Efendi gibi olsun. Allah sayılarını artırsın. Acaba günümüzde de bizim duymadığımız, bilmediğimiz bir yerlerde de göçmenlere karşı onlar gibi davrananlar olmuş mudur? Kim bilir?
İstanbul’a akın edenlere karşı Samiha Ayverdi’nin aktardığı olumsuz yaklaşımlar da gerçeğin bir başka yüzüne tekabül etmekte.
Ya Rabia ve Pembe nineler? Tarihin her safhasında küçük dünyalarında kendi imtihanlarını yaşayan böylesi nice insanlar var oldu, bugün olduğu gibi var olmaya da devam edecek.
Demek ki mülteci karşıtlığı sadece son yüz yıllık ulus-devlet tecrübesinin zihinlere çizdiği sınırlarla ve ulusalcı tepkilerle sınırlı değil. Öncesi de var. Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu. Son iki yüz yıldır o diyarlardan bu topraklara hicret etmek zorunda kalanların, yani “yabancı” addedilenin verili düzene ettiğine bir şekilde olumlu-olumsuz tepkiler gelişmiş. Bu coğrafyadan Batı’ya yapılan akınlarda da durum çok farklı değil. Fark belki, topu göğsünde yumuşatıp ayağına alabilme becerisinde. Bu da entegrasyon becerisi, fizibilite kabiliyeti ve planlama tecrübesine göre değişkenlikler göstermekte.
Gerek savaş, kıtlık, kuraklık gibi uluslararası gelişmelerin, gerekse yerel şartlar, siyaset ve algıların mülteciler ve mültecilik konusu üzerindeki etkileri tartışılmaz.
Bu minvalde önümüzde kabaca birkaç başlıkta toplayabileceğimiz bir sorunlar yumağı durmakta.
- Bunlardan ilki Suriye-Irak-Afganistan gibi coğrafyalara dönük uluslararası ve yerel güçlerin müdahaleleri, çözümsüzlüğü bilinçli bir siyaset olarak benimsemeleri ve bu bölgelerin kendi iç sorunlarına bu müdahalelerin yaptığı katkılar.
- Bu gerçekliğe rağmen iktidarın görece doğrular ve müspet tavırlarla karşıladığı gelişmeleri uzun erimli bir politikaya dönüştürmekte zorunlu ya da tercihsel bağlamda -elinde olan ve olmayan sebeplerle- zorlanması.
- Muhalefetin gelişmeleri doğru okumada başta ideolojik olmak üzere çeşitli sebeplerle zorlanması, mülteci karşıtlığında -dozajı farklı olmakla beraber- konum alması ve bunu iç siyasette iktidarın elini zayıflatmada bir aparat olarak görmesi. Bu “gayretler”in toplumun bir kesiminde ciddi biçimde satın alınması.
- Kim ne derse desin, kim, hangi politik popülizme oynarsa oynasın gerçekliğin olmazsa olmaz karşılığı olarak entegrasyon politikalarının uygulanma zorunluluğu.
Türkiye’de yapılan tartışmaların önemli bir kısmı bu bütünlüğü kavramaktan uzak bir tarzda yürütülmekte. Bir de bunlara “doğru bilinen yanlışlar” eklenmekte ve algılar, orta ve uzun erimli çabalarla elde edilecek karşılıklara karşı sabırsızlığı, hatta ayrımcılık, nefret gibi düşmanlıkları körüklemektedir.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki; ilk üç madde her ne kadar içiçe geçmiş bir görüntü arzetse de, bir gerçekliğe karşın diğerine mahkum değiliz. Mesela ilk maddenin, yani uluslararası hesapların tamamlanmamış olması, bizim ülkemizde atacağımız doğru adımlara bir engel teşkil etmemektedir. Alacağımız olumlu sonuçları geciktireceği doğrudur ya da İdlib’de olduğu gibi sınırlarımızda yığılma ve güvenlik açığı oluşturacak şekilde tehditler yaratma riski her daim bakidir; lakin dördüncü madde düzleminde, yani doğru entegrasyon politikaları uygulamakta ayağımıza pranga değildir. Hatta tam tersi, entegrasyonun doğru adımlarla ilerletilmesi, artması muhtemel o riskleri de baskılayacak, etkisini minimize edecektir. Doğrusu, ekonomiden eğitime, sosyal politikalardan bunların iletişim diline kadar çok yönlü entegrasyon politikaları, gelecekle ilgili -gerçekçi ya da gerçeğe dönülmesi muhtemel kurgusal- endişeler uyandıran pek çok sorunun berhava edilmesinde kaçınılmazdır!
Gerçekçi olmayan ama ırkçılığın, yabancı düşmanlığının bilumum türlerini üretmekle malul negatif yaklaşımlar olumsuz bir realite hali üretmeden, doğru bir iletişim stratejisiyle yönetilmek zorundadır.
Şunun üzerinde düşünmekle malulüz: Olumsuz ve çözümsüz retoriklerin sahiplerinin sayısı sanıldığı kadar fazla değildir ama sesleri fazla çıkmakla birlikte, toplum üzerinde etki uyandıracakları, taraftar kazanacakları zeminlerin muktedirler tarafından -tercihen ya da istemsiz ve beceriksiz şekilde- beslendiği de unutulmamalıdır.
Mesela siz ne kadar “Suriye coğrafyasının vicdanları kanatan, insanlığı utandıran gerçekliği”nden bahsetseniz de, onların “Mültecilerin dönmesini uluslararası güçler istemiyor; çünkü orada demografik yapıyı değiştirip bir PYD/PKK devleti kurmak istiyorlar” retoriği toplumsal şuuraltında karşılık bulmaya elverişlidir. Devletin de bir beka problemi olarak gördüğü ve propagandasını yaptığı bir sorun üzerinden toplumun kaygılarının artırılması, algı operatörlerinin ellerini güçlendiren “Suriyelilerin ülkelerine defolup gitmeleri” popülizmine hayatiyet bahşeden bir paradoks üretmektedir.
Bu üst başlığı besleyen ve aslında bağlamından kopuk bir çelişki içeren “Ülkeleri için savaşmayan vatan hainlerini istemiyoruz” yaklaşımının ne sorunun kendisiyle ne de karşısına konacak argümanlarla bir ilgisi vardır. “Bu insanların kiminle kimin için savaşmasını istiyorsunuz? Esed’in ordusunda yer almak ve halka karşı savaşmak zalimlikle eşdeğer; karşısında yer alan muhaliflerin safına gidene de ‘terörist’ diyorsunuz!” karşı söylemi tam anlamıyla beyhude bir çırpınış içermektedir!
Esed’in zulümlerinden tek satır bahsetmeyen; cürümlerini bir ulus devlet yönetimi olarak haklı gören; karşısında saf tutmuş olanları gayrı meşru addeden; Rusya ve İran’ın Suriye üzerindeki hesapları ve sahadaki günahlarıyla zerre ilgilenmeyen bu kafa yapısına cevap yetiştirmek beyhudedir.
Bazen bu zihniyet daha sinsi bir tarza da bürünebilmektedir. Mesela, hayata tutunmak ve çalışmak zorunda olan ‘Suriyelilerin ucuz işgücü olarak kullanıldığı’ söylemiyle haklarını savunur gibi tutum alıp, aynı bağlamda vatandaşlarımızın işlerini çaldıkları, işsizliği körükledikleri ve ülkelerine ivedilikle gönderilmeleri gerektiği söylemi içiçe geçebilmektedir!
Halbuki ilki, yani ‘ucuz işgücü’ meselesi, hakları garanti altına alınarak hallolabilecek bir sorundur. Nitekim devlet bu konuda çeşitli adımlar da atmış, eşit piyasa koşullarını oluşturmada çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Piyasanın ihtiyaçları dolayımındaki realitelerin ise ülkenin başka gerçekleriyle ilgisi vardır. O da statü atlayan ve tarladan ürün kaldırmak, dağda çobanlık yapmak istemeyen toplumsal kesimlerin oluşturduğu boşluğun Suriyeli ya da Özbek tarım işçileriyle, Afgan çobanlarla doldurulmasının mültecilerin oluşturduğu bir sorun değil, çözümün bir parçası olmalarıyla ilgilidir.
Tabii bütün bu meseleler sorunun negatif cephesinde yer alan ve hiçbir çözüme kafa yorma istidadı göstermeyen siyasi şahinlerin köpürttüğü unsurlardır. Nitekim araştırmalarda ilk sıralarda yer alan ekonomi, işsizlik, eğitim, terör, adalet gibi sorunlara karşın, “mülteciler” diye bir sorun ilk 13 madde arasında bile yer almamaktadır. Hele ki “Esad ile görüşür, iki yılda bu problemi çözerim” diyen muhalefetin irrasyonel çıkışı da toplumun %3’ünden başkasını ilgilendirmemektedir. “Esed ile görüşülmeli mi?” sorusuna verilen ‘Evet’ cevabı sadece %3’te kalmaktadır. Bu sonuç, toplumun genel ferasetinin ölçümü açısından da sevindiricidir. Nitekim bırakın Esed ve oligarşisinin sizinle görüşebilme gücü ve inisiyatifinin kalıp kalmadığını, bir savaş suçlusu olarak uluslararası mahkemede yargılanması gereken bir “lider” ve çevresinden bahsediyoruz! Ana muhalefetin liderinin ve bugünlerde geleceğin cumhurbaşkanı olarak rol biçilmek istenen bir siyasi figürün sorunun çözümüne ilişkin söyleyebildiği tek sözün bu olması da düşündürücü olduğu kadar ürkütücüdür de!
Yazımızın bağlamını aşmakla birlikte değinmeden geçmeyelim ki; bu söylem aynı zamanda iktidara da gollük bir pas anlamı taşımaktadır. Siyaseten getirisi olduğu zannedilen bu retorik, ülkenin diğer vahim sorunlarının kaynağı haline geldiği için iktidardan uzaklaşma istidadı gösteren kesimlerin de yeniden kendisine bağlanma seyrini güçlendirmektedir.
Mülteci meselesinde negatif algıların zemin bulmasındaki en önemli sorumluluk maalesef, başından bu yana insanlığa ciddi dersler sunan, uluslararası hukukun ikamesi ve mağdur kitlelerle dayanışma bağlamında iktidar ve sivil toplum işbirliğinin, iktidarın gerek iç politikadaki zaafları, gerekse mülteci meselesindeki ikircikli tutumları yüzünden akamete uğrama potansiyeli taşımasındadır!
Siyasetin Kutuplaşma Dili ve ‘Günah Keçileri’
Daha önce kaleme aldığımız “Suriyeli Sığınmacılar Yalnız Değildir!” başlıklı makalemizde bu konuyu şöyle irdelemiştik:
Sığınmacılarla ilgili olarak neredeyse tüm siyasi partilerin söylemlerinde sorunlu bir dilin varlığı görülüyor. İktidar partisinin geçtiğimiz seçimlerde (31 Mart yerel seçimleri) kaybedilen oyların faturasını haksız şekilde Suriyelilere yüklemeye çalışması, bu konuda diğer partilere ilişkin direnç göstermeye çalışan tabanında da olumsuz yaklaşımların artmasına sebebiyet verdi.
Birlikte yaşama ve entegrasyonu geliştirme şeklindeki olumlu yaklaşımlar siyaseten kaybettirici gibi algılanmaya başlandı. Dahası, Suriyelilerin geri gönderilmesine ilişkin söylemler, Suriye’nin kuzeyinde izlenen siyasete desteği artırmada kullanışlı bulundu. Ama bunun beraberinde getirdiği tahribat hesap edilemedi. Hatta, ana muhalefetin başından bu yana sığınmacılar konusundaki olumsuz yaklaşımlarının da sanki haklı ve meşru sebeplere dayanıyormuş algısını da besledi.
Muhalefet partilerinin sığınmacılar konusunda iktidara vurmaya çalışırken kullandıkları ırkçı dil, tabanlarına da olumsuz etkilerle yansıdı. İktidarın ekonomi vb. konuların yönetiminde gösterdiği zaafların maliyetlerini onlar da sığınmacı politikalarına ve sığınmacılara yüklemekte beis görmediler.
Belediye seçimlerinde adayları, dükkân tabelaları tartışmaları ve esnafın yaşadığı sorunlarda günah keçisi ilan ettikleri sığınmacılar üzerinden seçim propagandaları bile yaptılar.
İktidar göçmenleri Avrupa’ya göndermeye çalışırken, muhalefet Suriye’ye göndermek için çabaladı. Pek çok siyasetçi yanlış bilgilerin yayılmasında önemli roller oynadı. CHP’li, İYİ Partili ve bu tabanlara seslenen siyasetçiler adeta bir misyonun ortak paydaşları gibi davrandılar ve bu alanda hatırı sayılır bir sosyolojiye de etki ettiler. Paylaştıkları gerçek dışı haberlerle dezenformasyon yaptıkları için özür bile dilemediler, tvitlerini silmediler. Avrupalı benzerlerini aratmayacak şekilde ırkçı, ayrımcı söylemlerle nefret tohumları ektiler. Toplum önündeki bir takım medya mensupları ve gazeteciler de onlara destek oldular. Siyasi partilerin yaptıkları ırkçılığın karşılığı, sokaktaki suça temayüllü insanların sığınmacıları hedef bellemeleri oldu.
Görsel ve yazılı medyada da hak temelli olmaktan ziyade yanlı yaklaşım ve dil çokça kullanıldı. Suç işlendiğinde Suriyeli olduğu özellikle belirtildi ve bu tür haberleştirmeler bilinçli editoryal tercihler gibi süreklilik arz etti. İki grubun çatışması Suriyeli ve “diğerleri” olarak özellikle etnik köken verilerek paylaşıldı. Bir dönem, İçişleri Bakanlığı’nın Suriyelilerin suç oranlarının düşük olduğunu gösteren (Türk vatandaşlarının 1/3’ü) gerçek veriler yayınlanmazdan evvel, suç oranları hem yüksek gösterildi hem de sanki sığınmacıların gelişiyle birlikte suç oranlarında artışlar varmış gibi yansıtıldı…
Kutuplaştırma siyaseti ve dilinin “günah keçileri” üretmede etkili olmadığı söylenemez. Dahası, kutuplaşma, tarafların birbirini dinlemesini/duymasını engellediği gibi, “günah keçileri”yle ilgili argümanların da taraftarlarca sorgulanmadan dolaşımda kalmasını sağladı.
Kötü ekonomi yönetimi, iktidarda kalmanın aracı olarak kutuplaştırma siyaseti, iktidara dönük biriken öfkeden mültecilerin de pay almalarına eşlik etti. Dahası, pek çok sorunu yönetememe meselesinde olduğu gibi, zaten niyetlenildiği şüpheli olan entegrasyon siyasetine hem nitelikli insan unsurunun katılımını sağlayıcı, hem de bu siyasete fizibilite oluşturma ve kaynak bulma düzleminde ayak sürümeleri beraberinde geldi. Geçmiş ilk 6-7 yılın tecrübeleriyle oluşmuş alanlar, kendi çabalarıyla gayretler gösteren sivil toplumun ve bürokrasideki bireysel çabaların eline kaldı. İlk yılların birikimi ve görece kurumsallaşmaları olmasa, bugünlerde daha büyük sorunlar karşımıza dikilebilirdi!
Mültecinin Sorun Değil Kazanım Olduğu Bir Türlü Topluma Anlatılamadı!
Ülkemize gelen kalifiye olan-olmayan insan potansiyelinin bir çetelesini maalesef halen tutamadık. Hatta pek çok nitelikli insan unsurunu da Batı’ya kaptırdık. Tercihen kalanlar da mesleki formasyonları haricinde alanlara yönelmek zorunda kaldılar.
Almanya gibi ülkelerin tecrübelerinden istifadede maalesef yetersiz kaldık. 1 milyon 200 bin mülteciyi ihtiyaçları düzleminde planlı bir şekilde ekonomisine kazandıran Almanya gibi ülkelerin formülasyonları daha ciddi şekilde incelenip koşullarımıza uygun şekilde iktibas edilebilirdi. Buna rağmen, kültürel ve dini yakınlık, coğrafi düzlem gibi etmenler sayesinde doğal entegrasyon yolları da gelişmedi değil. Göç araştırmalarında, göç alan ülkelerin avantajlarını ortaya koyan etmenler bizde de geçerli oldu.
Kabaca üç grubu oluşturan sosyoloji, ülkemizin maddi-manevi ihtiyaçlarını gidermede, hatta ekonomik krizlerin ertelenmesi ve yumuşamasında sessiz ve derinden etkin bir rol oynadı. Bilindiği üzere bu üç grup en alttakiler, meslek erbabı zanaatkar orta sınıf ve üretim ve ihracat yapan işadamları sınıfı olarak üçe ayrılmakta. En alttakiler, Türkiye toplumu tarafından yapılmak istenmeyen işlere koşulurken; orta sınıf sanayide ara eleman açığını giderirken, meslek erbapları da inovasyona dönük çabalarda etkili oldular. Bazı bölgelerde ürün çeşitliliğini artırarak rekabet ve gelişme ortamları yaratırken, aynı zamanda istihdam alanlarını çoğalttılar.
İşadamları sınıfı da -maruz kaldıkları onca bürokratik engele rağmen- özellikle ihracat alanlarında ülke network’ünü geliştirmekle birlikte, ülkeye döviz girişi sağladılar, vergi gelirlerini artırdılar. Dünya üzerindeki göç araştırmalarına dayalı olarak kısaca şunu söyleyebiliriz ki; ekonomi, sıfır toplamlı bir oyun değil, dinamik bir süreç olduğundan sığınmacılar hiç değişmeden yerinde duran bir pastanın dilimlerini azaltmadılar; aksine pastayı da dilimleri de büyüttüler. Yani “işlerimizi elimizden aldılar” şikâyeti en başlarda görece çok sınırlı bir haklılık içermekle birlikte, bütün araştırmalarca ispatlanmıştır ki orta-uzun vadede ekonomiye katkı sağlayıp, propagandalarla kafası karıştırılan kesimlerin de hayrına olmak kaydıyla istihdam ve gelir alanları artmıştır! Ve ülkemiz o “orta vade”ye çoktan geçmiştir!
Halihazırda iktidarın kötü ekonomi yönetiminin sorumluluğunu mültecilerin üzerine yıkmak işte bu yüzden karşılığı olmayan sübjektif bir değerlendirmedir; hatta delilsiz, argümansız, kimi zaman da art niyetli popülist bir algı yönetimidir.
Kültürel çeşitliliğin getirdiği avantajlar ise yıllar içerisinde daha da hissedilir olacaktır.
Ama elbette ki en başta, buna ikna olmuş örgütlü sivil toplumun önünü açıcı bir bürokratik iktidarın inşası şarttır. Kendi dertlerinden başını kaldırıp bu gerçeklerle yüzleşebilecek, ülkenin sokulduğu cenderenin farkına varan kadroların işbaşı yapmasından başka seçenek yoktur. Muhalefetin bu konuda hiçbir umut vermeyen yaklaşımları da iktidardan ümidi azalmış kesimlerin bir dilemma içerisinde yer almalarını beraberinde getirmektedir. Biz yine de halihazırdaki kadrolara “ama yine de…” diyerek seslenme yükümlülüğümüzü yerine getirelim. İktidar dışındaki duyarlı muhalefet partilerinin de toplumun gerçeklerine duyarlı olması yönünde daha cesur ve aktif davranmalarının gerekliliğini de buraya not düşelim!
Kamuoyunu Doğru Bilgilendirmek Şart
Sığınmacılar konusundaki temel sorun alanlarından biri, doğru bilgi meselesidir. Doğru bilginin algılara yansımasını sağlayıcı kanalların geliştirilmesi de entegrasyon politikaları kadar önemlidir. Daha doğrusu, entegrasyon politikalarının başarılı olabilmesinin yegâne yoludur.
Sivil Toplumun bu konulardaki gayretleri ne kadar yüreklendirici olsa da yeterli gelmemiştir, gelmeyecektir de. 83 milyon üzerinde etki uyandırabilmenin en kestirme yolu, ulusal kanalların, radyo ve televizyonun bu alana hasredilmesidir. Hükümetin yıllardır en fazla eksik bıraktığı alanların başında da bu gelmektedir. Hala bir Göç Bakanlığı kurulamamış olması nasıl büyük bir eksiklikse TRT Kürdi gibi Arapça yayın yapan, mültecilerin bilinçlendirilmesi, hukuki ve sosyal sorunlarına temas eden programlar üreten bir kanalın olmayışı da büyük bir eksikliktir.
Tabii bütün bunlar ancak bu alanlarda duyarlı kadroların işidir. Maalesef bir TV ve radyo kanalı açılmamış olması bir yana, Abdülhamid ve Ertuğrul dizilerine ya da eğlence sektörüne aktarılan bütçelerin onda biri bile bu alana ayrılmamıştır. Oysa mülteci politikasının en önemli ayağı gerçeğe dayalı propagandadır. Toplumun ve siyasetin ıslahı da ancak bu yolla mümkün olur. Belgeseller yanında, uzun metraj sinema filmleri ve dizi filmler olarak mültecilik konusunda toplumun empatisini artıracak, gerçekleri görmesini kolaylaştıracak alanlara yatırımlar yapılmamış olması, bu alanlara ilişkin toplumun sevgisini ve merhametini kazanmış rol modeller üretilememesi anlaşılır gibi değildir. İktidarın güncellenen halinin propagandasından, eğlencelik dizilere aktarılan milyarlardan maalesef bunlara sıra gelmemiştir. Bu işin de tüm sorumluluğu iktidar kadrolarının omuzlarındadır. On yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen hala geç kalınmış değildir! Hatta tam da sırasıdır.
Entegrasyon politikaları üretmede geç kalındığı ve ülkenin bunca sorununa kaynaklık ederken burada tutarlı olmanın zor olduğunun bilincindeyiz. Lakin hiç olmazsa mülteciler konusunda “örgütlü kötülük”ün mimarlarına, irrasyonel zihinlere, algı operatörlerine, ırkçılara, cehaleti körükleyenlere karşı doğru bir iş yapma adına, mültecilerin yüzü suyu hürmetine bu boşluk doldurulmalıdır. Hiçbir şey olmasa, yapılan yanlışlar ve muhalif kesimlerin propagandalarıyla yaralanan bilinçlerin tedavisine katkı sağlanmış olur!
__
- Berat Özipek, Faik Tanrıkulu; GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’DE GÖÇ VE SURİYELİ SIĞINMACILAR: ALGILAR, OLGULAR VE GERÇEKLER, 2020, Ankara.
- Suriyeli Sığınmacılar ve Türkiye Ekonomisi: Evrensel Tecrübe Işığında Bir Etkiyi Konuşmak, UTESAV, 2018, İst.
- İstanbul Göç Araştırması, İBB, 2020.