Hilafet Bayrağını Dernek Değil Devlet Açar
Hilafetin yeniden akıllara gelmesi de Meclis kararıyla bundan 100 yıl önce yeniden rafa kaldırılması da (belki de şartlar olgunlaştığında tekrar akıllara gelecek olması da) bir “hikmet-i hükûmet” meselesi. Tarihin akışı, hilafetin gücünün hilafet bayrağını dalgalandıran devletin gücü ve stratejik kapasitesiyle doğru orantılı olduğunu her fırsatta gösterdi.
İstanbul’da Gazze’ye destek eylemlerinde açılan Kelime-i Tevhid bayraklarına “hilafet bayrağı” yakıştırması yapılması, hilafet talep eden grupların bu taleplerinin görünürlük kazanması, siyasi partilerin ve bazı sivil toplum örgütlerinin “hilafete geçit vermeyeceklerine” dair açıklamaları ile küllenen tartışmanın yeniden alevlendirilmesi, hilafeti geçtiğimiz haftalarda yeniden gündeme getirdi. 100 yıl önce Türkiye’de Meclis kararıyla ilga edilen “hilafet makamının” bağlamından kopuk ve esas kaidelerinden uzakta tartışılması, Türkiye açısından diğer tartışma örnekleri de dikkate alınırsa artık normal. Ancak, hilafetin kaldırılışının tam da 100’üncü yılında bu tartışmanın kodlarını hatırlatmaya çalışmak beyhude bir çaba olmayabilir.
Esasen Roma’da “imparator” neyse İslam alemi için de “Emir’ül müminin” sıfatıyla anılan “halife” de o. Hz. Ömer’in, oldukça erken dönemde kullandığı bu sıfat, genç İslam devletinin “alemşumûl” bir vaziyete evrildiğini göstermesi bakımından önemli. Daha sonraki halifeler, bu makamı bir “aile mirası” olarak devam ettirdi ve genel itibarla otokratik yönelimlerini tahkim etmek için -meşru güç tekeli kendilerinde olduğundan- kullandı.
Muaviye’nin hilafeti ele geçirmesini dışarıda bırakırsak, hilafet bağlamında en önemli kırılmanın 1258’de Abbasi Halifesi Müstasım’ın Moğollar tarafından öldürülmesi ve hilafet merkezi Bağdat’ın talan edilmesiyle yaşandığını söyleyebiliriz. Bağdat’ın yıkılması bugün dahi Müslümanlar tarafından hatırlanıyor. Moğollar’ın Bağdat’ı yıkması ve halifeyi öldürmesi ise hilafeti çok uzun süre Mısır’a hapsetti. Geleneğe göre halifeliğin ön şartı İslam dininin peygamberi olan Hz. Muhammed’in mensup olduğu Kureyş Kabilesi’ne mensubiyet. (Bu geleneğin günümüzdeki en dikkat çeken sürdürücüsü ise Irak-Şam İslam Devleti ve örgütün büyüyerek tüm dünyada bir korku imparatorluğu haline gelmesini “sağlayan” Ebu Bekir el Bağdadi “Kureyşi” olarak anılıyordu. Daha sonraki örgüt liderlerinin de “Kureyşi” olması dikkati çekiyor.) Ancak “Yavuz” adıyla da bilinen Osmanlı padişahı I. Selim’in Mısır seferinin ardından hilafet sancağı İstanbul’a taşındı. Sünnilerin geleneğe oldukça önem vermesine rağmen hilafetin İstanbul’a taşınması yine siyasi saiklerle çok da itiraz göremedi.
Dini alandan çok siyasi alana taalluk eden hilafetin üzerindeki tozlar, “küffarın din-i mübine galebe çalmaya başlamasıyla” üflenmek zorunda kalındı. Çünkü artık Müslümanların cihanı titreten orduları yoktu. Ordular güçlü olduğunda siyasi bir hilafet makamına gerek de yoktu.
Yeniden “Hatırlanan” Hilafet
Burada 1700’lü yılların sonlarının ardından yaşananların üzerinde özenle durmak gerekiyor. Devlet-i Âliye’nin eyaletleri tek tek düşmana kaptırılıyor, diplomatik ve ekonomik güç merkezinin Batı (ve bir miktar Rusya) lehine şekillenmesi Osmanlı üzerindeki baskıyı artırıyordu. İstanbul’un bu durumu bertaraf edebilmesi için sihirbaz şapkasından çıkarılmış bir tavşana ihtiyacı vardı; sihirli bir siyasi değneğe…. Siyasi güce ve cepheye süreceği daha çok nefere… Yani Moğol hükümdarı Hülagü Han’ın Bağdat’ı yıkması nasıl ki hilafeti uzun süren bir suskunluğa mahkûm ettiyse 600 yıl sonra Rusya ve Batı karşısında yaşanan mağlubiyet silsilesi de hilafetin yaldızlarının parlatılmasını sağladı. Osmanlı bu kartı kendisine diplomatik bir manevra alanı yaratmak için de kullanmaya çalıştı. Osmanlı’nın 1768’de biten ve cepheden mağlup ayrıldığı Rus savaşının ardından Tatarların siyasi bağımsızlıkları kabul edilse de “Tatarlar Müslümanlar ile aynı akideyi paylaştıklarından” ve “Osmanlı Sultanı da Muhemmedî dinin Halifesi olduğundan” dini anlamda halifeye bağlı sayıldılar.
Daha sonraki bazı diplomatik anlaşmalarda da Osmanlı padişahı “halife” olarak anıldı. Gayrimüslim güçlere karşı “Müslümanların manevi otoritesi” algısının yerleştirilmesi için yapılan hamlelerdi bunlar. Osmanlı devleti savaşı kaybetse de artık düşman safların gerisinde kalmış Müslüman topluluklardan elini çekmeyen (her ne kadar mağlup devletin lideri de olsa) bir manevi otorite vardı.
Hilafeti “ustalıkla” kullanan II. Abdülhamid, Türkiye’nin modern manada ilk anayasası sayılan Kanun-i Esasi’de de bu sıfatı kullandı. Her ne kadar Abdülhamid, muhalefetin tazyikiyle anayasayı yürürlüğe koymak zorunda kalsa da halifelik unvanıyla kendisine manevi bir koruma zırhı da örmeye çalıştı, ancak “Alem-i İslam’ı kollayan” bu siyasi makamın sahibi Selanik’ten yola çıkan kendi ordusu karşısında kendisini koruyamadı.
Başlangıçta geniş bir mutabakatın ürünü olsa da “bu toprakların” genine işlemiş olan “otokratizm”, “darbeci” İttihat ve Terakki’de de kendisini gösterdi. (Acton, bunun için “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır” diyor.) Ancak düşman ufuktaydı ve o manevi gücün yeniden (her ne kadar sarık takması güncel algılarla daha uyumlu olsa da) kravatını bağlaması gerekiyordu. Bu kez İttihatçıların tam kontrolü altındaki “Halife” tam da I. Dünya Savaşı öncesi yeniden hatırlandı ve Alem-i İslam’a cihat çağrısı yaptı. Bu, Hindistan (şimdiki Pakistan), Yemen ve Libya dışında pek de heyecan uyandırmadı. Üstelik iş, hilafeti “çalınmış bir miras” olarak gören “Kureyşlilerin” küffarla işbirliği yapmasına kadar dayandı.
I. Savaş’ta yaşanan yenilginin ardından hilafet artık “cihanşümul bir makam” olarak algılanmak yerine topraklarını kaybetmiş bir devletin yakın güvenliği bağlamına oturtuldu ve Misak-ı Millî’de boğazların açık kalmasının “İslam hilafetinin makarrının (karargâhı) İstanbul’un güvenliğine bağlı olduğu” vurgulandı. Anadolu Direnişi’nin “halife” tarafından gayrimeşru kabul edilmesi de tamamen kodları değişme ihtimali doğan devlet üzerindeki hâkimiyet mücadelesinin bir ürünüydü. Zaten hilafet bağlamındaki güç mücadelesine noktayı 3 Mart 1924’te Büyük Millet Meclisi koydu. Makam ilga edildi (ya da rafa kaldırıldı; çünkü ilga görüşmelerinde vekiller makamın TBMM’nin şahs-ı manevisinde mündemiç olduğundan bahsetti. Kanun metninde de hilafetin “Hükûmet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan” mülga edildiği belirtildi) ve halife sürgüne gönderildi.
Yani hilafetin yeniden akıllara gelmesi de Meclis kararıyla bundan 100 yıl önce yeniden rafa kaldırılması da (belki de şartlar olgunlaştığında tekrar akıllara gelecek olması da) bir “hikmet-i hükûmet” meselesi. Tarihin akışı, hilafetin gücünün hilafet bayrağını dalgalandıran devletin gücü ve stratejik kapasitesiyle doğru orantılı olduğunu her fırsatta gösterdi. Şimdi ister kanlı canlı bir halife olsun isterse “hilafet Büyük Millet Meclisi’nin şahs-ı manevisinde mündemiç bulunsun”, II. Abdülhamid döneminden daha başarılı olamayacaktır. Mezkûr padişahın başarısı/başarısızlığı ise yıllardır bir türlü bitmeyen bir tartışmanın meselesi olduğundan bu yazının konusu değil.