Hollanda Seçimleri ve Liberalizmin Krizi
Bir “büyük resim” göreceksek, o da düşünsel krizin resmidir. Bu da Hollanda özelinde ve Avrupa’daki aşırı-sağ/sağ popülizm deneyimlerinde liberalizmin krizi gibi görünüyor. Hoşgörü merkezli gelişen düşünce, bugün hoşgörüsüzlüğe karşı ne yapacağını bilemez durumda, çünkü ürettiği kurumlar (seçim ve meclis gibi) bizzat bu sorunu üretiyor.
Hollanda’da 22 Kasım’da gerçekleşen genel seçimler, aşırı-sağ tartışmalarını yeniden canlandırdı. Geert Wilders liderliğindeki Özgürlük Partisi’nin (Partij voor de Vrijheid – PVV) zaferi, Avrupa’da zaten karamsar durumda olan havayı iyice karabasana çevirdi. Bu bir erken seçimdi; 2021’deki seçim sonrası neredeyse 1 yıl süren koalisyon kurma girişimlerinin ardından şekillenen Özgürlük ve Demokrasi Partisi (Volkspartij voor Vrijheid en Democratie – VVD) lideri Mark Rutte’nin kabinesi, göçmen politikasına dair tartışma nedeniyle iç sorun yaşayınca erken seçime gidildi.
Türkiye’de bu seçimler, merkez sağ VVD’nin yeni lideri Türkiye kökenli Dilan Yeşilgöz ile gündeme geldi. 12 Eylül darbesinden kaçan solcu babanın sağcı kızı Yeşilgöz, önceki hükümette Adalet Bakanı’ydı. Seçime birinci parti sıfatıyla giren VVD’nin bu seçimde olası zaferi, Türkiye kökenli Yeşilgöz’ün olası başbakanlığı anlamına geliyordu. Ama olmadı.
Aslında lider değişimi sadece VVD’de olmadı; Rutte dışında pek çok eski isim tıkanmış siyasi ortamda bu seçimlere girmekten vazgeçti. Sonuçta 2021 seçimi sonrası, VVD ve diğer partilerin başarısız koalisyon girişimleri alternatif arayan Hollandalıları PVV’ye yöneltti. Türkiye’deki tartışmalarla bağlantı kurmak gerekirse, biraz da muhalefetin başarısızlığı PVV’yi yükselten etkenlerden biri.
Seçim sonucunda, VVD üçüncülüğe gerilerken liberal demokrat çizgideki D66 da güç kaybetti. Güçlerini birleştiren iki sol parti YeşilSol (GroenLinks) ve İşçi Partisi, ancak ikinci sıraya yerleşebildi. Onlar da güçlü bir isim, Dışişleri eski Bakanı Frans Timmermans’ın Avrupa Komisyonu’ndaki başkan yardımcılığı görevinden ayrılıp yeniden iç siyasete dönmesiyle birleşebildiler. 150 sandalyeli Meclis’te PVV sandalye sayısını iki katından fazla artırarak 37’ye; GroenLinks-İşçi Partisi ittifakı, sekiz artışla 25’e çıkardı. VVD 10 düşüşle 24, D66 14 düşüşle 10 vekil kazandı. Sonuçta bu seçimin, Hollanda içindeki başta 2021 seçimi gibi siyasi; göçmen politikaları, yabancı düşmanlığı, Müslüman-karşıtlığı gibi kültürel sorunlara dayansa da kavramsal olarak Avrupa değerleri, demokrasi ve insan haklarına dair liberal uzlaşmanın artık çözüm üretmemesine dayandığı söylenebilir.
Hollanda’da seçim sistemi gereği kimse tek başına iktidar olamıyor; bir koalisyon gerekli. Liberal uzlaşı geleneğine dayanan bu durum, artık farklı görüşlerin uzlaşamadığı, bu nedenle sorun çözemez hale geldiği bir resim ortaya koyuyor. Türkiye’nin 1990 sonlarında yaşadığı koalisyon krizleri, Avrupa’da da sık sık yaşanıyor. Henüz orada sistem değişikliğine gitmek kimsenin aklına gelmedi ama sistem içinde farklı arayışların olduğu da kesin.
Ülkede Mart 2023’teki yerel seçimde yine küçük bir parti, taşra değerleri ve sağ popülist çizgideki Çiftçi-Vatandaş Hareketi (BoerBurgerBeweging – BBB) birinci olmuştu. Senato’daki sandalye sayısını da etkileyen yerel seçimler, yerel düzeydeki tepkinin ulusal düzeyde de etkili olabileceğinin göstergesiydi. 2019 yılında kurulan BBB, 2021 seçimlerinde yüzde 1 oy alırken Mart ’23 yerel seçimlerinde yüzde 20’lere çıktı, Kasım ’23 genel seçimlerinde de yüzde 5’e düştü ancak bu oran bile bir olan vekillerinin yediye çıkmasını sağladı. Avrupa’da seçmenin yerel ve genel seçimler dışında bir de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy kullandığını biliyoruz. Genel seçim dışındaki oylamalar, seçmenin gerçek görüşüne oy verdiği seçimler olarak bilinir. Genel seçimde ise kazanacak ya da ılımlı merkeze yaklaşma eğilimi vardır. Vardı diyelim, çünkü ülke meclislerinde de artık bir arayışın olduğu kesin.
Wilders yeni sayılmaz, 2010’dan beri yoğun biçimde Hollanda ve Avrupa siyasetinin içinde. Partisi iktidara ulaşamasa da söylemleri gündemi belirleme gücüne ulaşmıştı. Gündem belirleme başarısı onu hem tehditlerin merkezi haline getiriyor hem de onlara karşı direnişi bir tür kahramanlık hikâyesi yaratıyor. Açıklamaları pek çok kez dava konusu olan, sürekli polis korumasıyla gezen, evi de korunan PVV lideri, bir nevi yabancıların tehditlerine tek başına direnen karizmatik lider pozisyonunda. Partisi de ikinci bir ismin çok önde olmadığı (normalde parti lideri ile Meclis lideri arasında bir farklılık ve güç dengesi olması yaygındır) tek-adam şovundan ibaret bir yapı gibi görünmekte. Partinin ülkedeki Müslümanları bütün sorunların kaynağı görmek gibi çok da kapsamlı olamayan bir söylemi var. Ama bu basitlik, yaşanan kriz ortamı içinde, tutuyor.
Merkez Partilerin Krizi
Bu durum, kapsamlı ve kapsayıcı politikalar önermesi beklenen merkez partilerin krizi olarak görülebilir. Literatürde bu, temsil krizi olarak da adlandırılır. Siyasal, sosyal, ekonomik sorunları çözmeyen yerleşik partilerin karşısında alternatif arayışı var. Bu durum popülist argümanların yükselmesindeki ana neden. Hızlı ve kesin sonuç arayışı, pratikte kolay kolay gerçekleşmeyecek argümanların havada uçmasına neden oluyor. Son Arjantin örneği de bu çerçevede anlaşılabilir. Yıllardır eskimiş parti ve isimlere karşı yeniyi arayış, merkezin yeniden tanımlanma ihtiyacı, sıra dışı isimleri değerli hale getiriyor. Partisiz, tek kişilik güçleri öne çıkarıyor. Yerleşik partilerin kitlelerin çıkarlarını temsil edemediği düşüncesiyle artan arayış bu figürleri yükseltirken, onlara oy kaptırmamak isteyen merkez partiler de aşırı argümanlara yaklaşıyor. Polonya’da ve Macaristan’da da parlamento içi ve dışı radikal söylemler, yaklaşık 20 yıldır iktidarda olan (onlara göre görece) merkez-sağ iktidarları besleyen en önemli kaynak.
Hollanda’da bu seçime giren yedi yeni siyasi parti vardı; biri Meclis’e girebilmeyi başardı. Onun ismi de Yeni Toplum Sözleşmesi. Yeniye dair arayışın net bir göstergesi. Yüzde 12 oy ile 20 vekil çıkardılar. Toplamda 26 parti seçime girdi. 10 milyon seçmenin olduğu ülkede, bu sayı oldukça fazla. Birinci parti PVV, 2,5 milyona yakın oy aldı. En altlara bakmak gerekirse, Temel Gelir Partisi, 1.000; Spor Partisi, 3.000 civarı oy aldı. Avrupa çapında gözlemlenen durum burada da geçerli. Pek çok yeni parti var, bunların Meclis’e girme ihtimalleri düşük ama halkın tepkisini ortaya koymasının da bir aracı haline geliyorlar. Avusturya’da Bira Partisi, Macaristan’da İki-Kuyruklu Köpek Partisi, pek çok ülkede aynı isimle seçimlere giren Korsan Parti’ler bunun “ilginç” göstergeleri. Bugünün göz ardı edilen örneklerinin yakın gelecekte alternatif haline gelmeyeceğini kimse söyleyemez. Çünkü yakın geçmişte de bu oldu.
PVV de 2006’da yolunda yüzde 5’le başladı; 11 Eylül 2001 sonrasının medeniyetler çatışması, İslam düşmanlığı, Türkiye’nin güçlenen AB üyeliği olasılığı gündemleri içinde partileşerek yola koyulan Wilders, yüzde 10-15 hattını bugün 20’lere taşıdı. İtalya’da da eskinin küçük partisi İtalya’nın Kardeşleri Partisi son seçimde iktidara gelmişti.
Aşırı Sağın “Normalleşmesi”
Diğer bir deyişle aşırı-sağ, normalleşiyor. Beklenti bu tip partilerin iktidarda aşırılıklarından törpülenmesidir. Ama Polonya ve Macaristan örnekleri, bu törpülenmenin ya da merkeze kaymanın beklenilen seviyede olmadığını gösteriyor. Bu partiler, aşırılık unvanlarını sahipleniyor ve bunu bir farklılık olarak görüyor. Çünkü “aşırı olmayanlar”, sistemin temsilcisi, küresel güçlerin maşası, dışarının Avrupa’nın değerlerini içeri aktaran sorun kaynakları onlara göre.
Bu partilerin temsilcileri çoğunlukla merkez partiler içinde siyasete başlayıp, onları yetersiz görüp ayrılan kişilerin liderliğiyle şekilleniyor. PVV de merkez sağ VVD ile teması ile güçlendi. Onların azınlık koalisyonlarını dışarıdan desteklemesi ile söylemlerini en üst seviyede ifade etme şansı buldu. Diğer deyişle bugün üçüncü sıraya düşen VVD, yerini bıraktığı PVV’yi güçlendiren en önemli aktörlerden biriydi.
Solun ve sosyalizmin pratik siyasette gerilemesi, teorik tartışmalardan da beklenen sonuçların çıkmaması gibi nedenlerle, solun eleştirelliği veya radikalliği şimdi yerini din ve milliyetçilik üzerinden ilerleyen bir hatta dönüştü. PVV de Müslüman-karşıtlığını özgürlük olarak görüyor. Polonyalı ve Macar muadillerine karşı Avrupalı değerlere belki daha yakın ama Avrupalılık da beyaz-üstünlüğü çizgisine yakın, neredeyse 19’uncu yüzyıl standartlarında bir şey.
Hollanda’daki bu trend Polonya, Macaristan, kısmen İtalya’da da yaşandı. Avrupalılık fikri bağlayıcı olmaktan çıkıyor. Yerli ve milli olmak değer kazanıyor; bu da ortak çalışmayı, ortak değerleri yeniden kurmak isteğindekileri karamsarlığa itiyor. Demokrasi ve insan haklarının, hukuk-devleti olmanın ileri, çağdaş, güçlü devlet olma göstergesi yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Yerine gelen şey, popülizm olarak adlandırılsa da tam olarak tanımlanmış değil.
Liberal Demokrasinin Sorunu
Burada liberal demokrasinin genel bir sorunu var; küreselleşme ve Soğuk Savaş sonrası yeni demokrasilerle beraber kapitalizmle birleşmiş bir demokrasinin gelişmiş, iyi işleyen bir siyasal sistem için normal olduğu varsayımı vardı. Ancak kapitalizm normalleşe de bu süreç demokrasiyi güçlendirmedi. Demokrasiyi kullanarak demokratik değerleri zedelemek, post-siyaset ve post-demokrasi kavramları gelişti. Aşırı olarak nitelendirilen PVV’nin adının “özgürlük” kavramını taşıması da benzer çelişki. Kastettikleri özgürlük, herkes için değil bazılarına özgü; büyük oranda beyaz, Hristiyan, yerli unsurlar için… Özgürlüğün aşırı bir partiyle eşleşmesi bu kavramı da zedeleyecek. Demokrasi ve insan haklarının, ABD başta olmak üzere 11 Eylül sonrası operasyonların genel gerekçesi sayılması ile beraber bu kavramların cazibesini kaybetmesi gibi…
Sonuç olarak, illaki bir “büyük resim” göreceksek, o da düşünsel krizin resmidir. Bu da Hollanda özelinde ve Avrupa’daki aşırı-sağ/sağ popülizm deneyimlerinde liberalizmin krizi gibi görünüyor. Hoşgörü merkezli gelişen düşünce, bugün hoşgörüsüzlüğe karşı ne yapacağını bilemez durumda, çünkü ürettiği kurumlar (seçim ve meclis gibi) bizzat bu sorunu üretiyor. 18’inci yüzyıldan beri karşısında güçlendiği muhafazakârlıkla, yükselen işçi sınıfı taleplerine karşı ortaklık kuran liberalizm, faşizmin de yenilgisiyle birlikte 1970’lerde Batı’nın ana hattı oldu. 1970’lerde sosyalizme karşı iyice yakınlaştığı muhafazakârlıkla beraber neoliberal dönemi başlatan, küreselleşmeyi hızlandıran ve demokrasileri bütün dünyaya yayan ekol, bugün için muhafazakârlık tarafından yutulmak üzere.
1990’larda eleştirilip artık geçersizliği ilan edilen sosyalizm gibi, bugün de liberalizmin eleştirilmesi ve işlerliğinin tartışılması gündemde. Bunu yapan bu kez din eksenli dünya görüşünü sahiplenen muhafazakârlar. Solun bölünmüşlüğü ve sosyalizmin düşünsel alternatif olmaktan da çıkmasıyla, farklıyı ya da yeniyi sembolize den şey, din ve etnik temel üzerinden tanımlanıyor. Bu durum, din meselesini kapitalizmle çözdüğünü varsayan Batı’nın refah içinde yaşayan ülkelerini de vurmaya başladı; ABD’de Trump’tan Hollanda’da Wilders’e kadar genel hattı birleştiren eksen bu.
Batı’nın din eksenli çatışmaları geride bırakıp Aydınlanma ile beraber akla dayalı yasalara dayalı meşruluk arayışı, ulus-devleti şekillendirmişti. Bu dönemde öncü olan milliyetçilik, imparatorlukların durağan ve dağınık yapısını ilerlemeci bir düzene dayandırmak istiyordu. 19’uncu yüzyıl sömürgeciliği, sömürge karşıtlığına ve ulus-devlet mücadelesine, oradan 20’nci yüzyılda dünya savaşlarına yol açtığında, o krizden çıkmak için de insan hakları ve güç dengesini sağlayan ulusal ve uluslararası demokratik bir düzen belirleyici oldu. Sosyalizmin bir karşı-kutup olarak alternatifi simgelediği Soğuk Savaş’tan sonra, bugün yeniden ulus-devletlerin tek başına sorun çözemediği, hatta sorunun kaynağı olduğu, insan hakları ve demokrasinin de bu sorunun içinde eriyip gittiği bir işleyişte yeninin doğmasına henüz teorik bir gücün çerçeve çizeceği söylenemez. Wilders gibi aşırı söylemlerin normalleşmesi, işte bu boşluğun içinde gerçekleşiyor.