‘Homo Sovyetikus’ ve Rusya Sorunu
Ukrayna işgali, farklı jeopolitik dinamikler rol oynasa da asıl olarak Putin’in yıllardır ilmek ilmek dokuduğu Ruskiy Mir (Rus Dünyası) ütopyasının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıktı. Zira Putin, Rusya’nın geleceğinden çok geçmişiyle meşgul. 1990’lar sonrası tarihin dönüşü ve birçok yerde zuhur eden milliyetçi dalganın ürettiği ‘retropya’, zihin kodlarını şekillendirmiş durumda. Kendisine, retropyasına ve büyüklüğüne âşık Putin, 20 yıldır dinmez bir tarihsel eşzamanlama krizi içerisinde kıvranıp duruyor. Şimdi krizden çıkması için ‘nasıl kaybedeceğinden’ başka senaryosu kalmamış bir halde…
[Çar Nikolay] Kendi kendine ‘Ya ben olmasaydım Rusya’nın hali nice olurdu!’ dedi. ‘Hem yalnız Rusya değil, bütün Avrupa ne yapardı bensiz!’…Strateji yeteneklerine yönelik bu övgü Nikolay’ın çok hoşuna gitmişti, çünkü ne kadar stratejik yetenekleriyle gurur duysa da ruhunun derinliklerinde böyle bir yeteneğinin olmadığını bilirdi. Şimdi de uzun uzun övülmek istiyordu…Çevresindekilerin gerçeğe aykırı dalkavuklukları çarı öyle bir hale getirmişti ki, sözlerindeki, hareketlerindeki çelişkilerin farkına varmıyor, mantığa, hatta doğrudan doğruya sağduyuya aykırı davrandığını anlamıyordu. Tam tersine, buyrukları ne kadar saçma, haksız, birbirine zıt olsa da ağzından çıktı mı onun gözünde anlam, doğruluk, uygunluk kazanıyordu.
Hacı Murat, Tolstoy, 1896
Aylardır, hatta yıllardır, Rusya’nın attığı adımları jeopolitik araçlarla açıklamak ve gelecek projeksiyonları yapmak için yüzbinlerce sayfa yazıldı, yazılıyor. Devasa bir literatür oluşmuş durumda. Ancak bütün bu değerli emeğe rağmen Moskova’nın jeopolitik projeksiyonunu yapmak zannedildiği kadar kolay değil. Zira ne realist büyük güçler okumasının ne de politik-psikoloji değerlendirmelerinin, histeri düzeyinde bir tarihsel revizyonizmin inşa ettiği dünyaya dair sıhhatli tahminlerde bulunması mümkün oluyor. Bu, emeği verenlerin yetenekleriyle ilgili bir mesele değil. Farklı yönleri ve dinamikleriyle Rusya’yı, Avrasya siyasetini ve ekonomisini, küresel jeopolitiği ve güvenlik başlığını özenle takip etmek; şanlı günlerine geri dönme özlemini toplumsal bir hınca dönüştürmüş, siyasal tahkimatını yapmış Moskova’ya dair etraflı ve tutarlı tespitlere imkân sağlıyor. Ancak Kremlin’in işgallerine yönelik tutarlı ve rasyonel tahminler için yeterli olmuyor. En azından 2014 Kırım ilhakına kadar durum kabaca böyleydi. Hatta denilebilir ki bu senenin başına kadar bile, Kırım tecrübesine rağmen, Kremlin’in yeni bir işgale hem de Ukrayna gibi kendisinden sonra Avrupa’nın ikinci büyük devletine yönelik 18’inci yüzyıl tarzı bir kolonyal işgal girişimi ilk senaryo olarak görülmüyordu.
Gerçekleşmesine en az ihtimal verilen senaryo birkaç gün içerisinde hayata geçti. Daha doğrusu Putin’in, 2007’den itibaren başı sonu belli bir şekilde dillendirdiği, üzerine tarihsel revizyonizmini işlediği makaleler yazdığı, konuşmalarında sık sık vurgu yaptığı hafıza kavgalarından süzülerek gerçekleştirdiği 40 dakikalık konuşmayla Ukrayna’yı işgal kararını bütün dünya duymuş oldu. 40 dakika içerisinde, Rusya’nın geçen yüzyıl boyunca on yıllar süren gelişmelerin ardından yaşadığı kırılmalarını bu yüzyılda da yaşamasını güçlü bir ihtimale dönüştürdü. Putin, 20’nci yüzyılda iki kez kalbi durup geri dönen ‘imparatorluğunu’, nereye ve hangi tarihe döndürmek istiyordu bilemiyoruz ama 21’inci yüzyılda tarihsel bir jetlag krizine soktuğuna şüphe yok.
Bu durum bir yönüyle kaçınılmaz bir sondu. Zira son 20 yıl boyunca Putin merkezli inşa edilen Kremlin iktidarı açısından Rusya’nın geleceğinden ziyade geçmişi her zaman daha hayati önemi haizdi. Milliyetçi ütopyalar öncelikle liderlik düzeyinde nostalji epidemisine yol açarlar. Eğer nispeten işlevsel bir demokrasi ve kozmopolit bir bilinç de yoksa bu epidemi toplumu da hızla içine alır. Geleceğin ağır yükü ile uğraşmaktansa geçmişe iltica edilir. Çünkü geçmişi yeniden farklı bir kalıba sokmak, ciddi demokrasi açığı veren ama tahkim olmuş bir devlet için oldukça konforlu bir tercihtir. Bu yolda geçmişte yaşanmış tecrübeler, hele Rusya örneğindeki gibi dünyanın en ağır felaketleri ve yıkımları da dersler çıkarmaya yeterli olmaz. Bu noktada devreye seçici amnezya girer ve kadim şanlı tarihin hafızasının tezkiyesi sağlanır. Aynı anda hafızadan seçilmiş travmalar da özenle tarihsel arkeoloji marifetiyle ortaya çıkarılır.
Bu durum sadece Rusya’ya özgü de değildir. 1990’larda bir taraftan Batı’da tarihin sonu ilan edilirken dünyanın birçok yerinde tarih yeniden başlıyordu. Sırplar Lazar’ın tabutunu 600 yıl sonra kilise kilise dolaştırıp küllerinden diriltiyor, İslamcılık asrı saadeti(ni) arıyor, milliyetçilikler kendilerini fark ediyor, medeniyetler yeniden keşfediliyordu. Hatta daha üç yıl önce, yani Lazar’ın cenaze törenlerinden 30 yıl sonra, 2019’da Franco’nun İspanya’da tekrar cenaze defni bile yapıldı. Türkiye’nin de son yıllarda tarihin içerisinde kaybolmuş siyasal kodları, tozlu sayfalardan zaferlerin keşfi, tarihsel şahsiyetlerin bugünün siyasal tüketimine uygun bir şekilde canlandırılması, Kemalizm’in hayata dönüşü, tarihi dizilerden sunulan jeopolitik ve her yönüyle nostaljiye ram olmuş kamu teminatlı tarihi referanslarla kendisini ifade eden toplumsal ruh halini gözlerimizin önüne getirmek, hafızanın mühimmata dönüşmesinin ve siyasallaşmasının sonuçlarına dair bir fikir verebilir.
Rusya post-Sovyet döneminde, Putin’in iktidara gelmesiyle benzer bir süreci en dramatik şekilde yaşayan ülkelerden biri oldu. Cüssesinin büyüklüğü, askeri gücünün azameti, ekonomik kaynaklarının bolluğu ve küresel düzeyde hegemon gücün 11 Eylül sonrası yaşadığı jeopolitik bunalım; Moskova’nın tarihinin ve hafızasının dehlizlerinde sorunsuz bir şekilde yol almasına imkân verdi. Putin’in yapması gereken tek şey, zuhur eden bu hafızayı kudretli devlet (velikaya dırjava) hedefine yöneltmekti. Altın Orda Hanlığı sonrası kurulan Moskova Knezliği’nden beri kesintisiz altı asırlık otoriterlik geleneğine sahip bir ülke için bu hedef oldukça gerçekçi ve zamanın ruhuna uygundu.
‘Ruskiy Mir’ Ütopyası
Alexander Solzhenitsyn’in 90’larda yazdığı Rus Sorunu kitabında “Rusya’nın, Stalin ve Kuruşçev’nin harap ettiği Sovyet öncesi dönemin ruhani küllerinden bir tenasüh ile diriltilmesi fikri” ilerleyen yıllarda retropolitik okumanın aracına dönüşecek Rus Dünyası fikrinin tohumlarını atmıştı. O dönemde Rusya’nın, Sovyet ideolojisinden de kolonize ettiği Güney Kafkasya ve Orta Asya’dan da arınması gerektiği seslendirilip, Doğu Slavlarını tek bir devlet çatısı altına alacak şekilde Belarus, Ukrayna ve Kuzey Kazakistan’a odaklanılması tartışılıyordu. Daha sonra kamu diplomasisi fikri olarak ortaya çıkan ama Putin’in ilk kez 2001’de telaffuz etmesiyle önce retropolitik okumanın daha sonra ise yeni Rus jeopolitik zihnin oluşmasına katkı veren Ruskiy Mir (Rus Dünyası) yaklaşımı, Kremlin’in adımlarında meşrulaştırıcı bir kavrama dönüşecekti. Putin, 2014’te Kırım’ın ilhakı sonrasında “Rus Dünyası iştiyakını Rus tarihinden ve birliği tekrar tesis etme hedefinden almaktadır” diyecekti.
Ukrayna işgali, farklı jeopolitik dinamikler rol oynasa da asıl olarak Putin’in yıllardır ilmek ilmek dokuduğu Ruskiy Mir ütopyasının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıktı. Bu, bir yönüyle Rusya için tam anlamıyla deja vu haline de denk geliyor. Zira Rusya, ulus devlete dönüşemeyen bir imparatorluk olarak, yüzyıllardır ‘kendi dünyasını’ tekraren kolonize etmekle meşgul bir ülke. Ruskiy Mir, benzer milliyetçi ütopyalar gibi çoğunlukla öteki olarak kodladığı aktörlerden çok daha fazla kendisine ait ve mülkü(nde) gördüğü yerler ve unsurlarla kavga halindedir. Bunu yaparken bütün Rus halkını ve kaynaklarını jeopolitik hedefleri için rehin alırken kendisi de tarihsel revizyonizminin kurbanı olmaktan kurtulamıyor. Putin de oldukça rasyonel, soğukkanlı, mutasavver ve hesabını iyi yapan bir isim olarak nam yapıp en temel küresel jeopolitiğin ümmisi konumuna düşüyor. Bu durum kısaca, Putin ve Rusya açısından hem son 20 yılın hem de son 20 günün özetinden ibarettir.
Topraklarında 11 zaman dilimi bulunan, 16’ncı yüzyıldan beri dünyanın en büyük ülkesi olan, Japonya’dan Amerika’ya, Çin’den Polonya’ya 18 kara ve deniz komşusuna sahip, Asya kıtasındaki parçası Asya’nın, Avrupa kıtasındaki parçası Avrupa’nın en büyük devleti olan 17 milyon km karelik Rusya’nın 18’inci yüzyıl tarzı işgal ve ilhaklar içerisine girmesini salt teritoryal arzularla veya güvenlik endişeleriyle açıklamak pek ikna edici durmuyor. Zaten Putin de öyle yapmadı. Kullanışlı tarih metodolojisiyle, Sovyetler sonrası yaşanan yenilgi duygusunu tamir etmek üzere icat edilmiş toplumsal hafızayı sınırları zorlayarak istismar etti. Bush’un Afganistan ve Irak işgalleri öncesi yaptığı, her yönüyle absürt ve ucuz ‘bizle misiniz terörle mi’ konuşmasını aşmayı başaran Putin; yaşananın işgal değil ittihat, uluslararası temel hukukun ihlali değil Soğuk Savaş’ın Rusya’dan gasp ettiği mülkünün hukuki iadesi olduğunu söyledi. Zaten Putin, kadim Rus coğrafya ve halk tahayyülünde müstakil bir Ukrayna, Ukraynalılar ya da Malorusyalıların bulunduğunu kabul etmiyor. Hatta tartışmayı Ukrayna’nın Ortodoks kilisesinin otosefal statü kazanmasına kadar götürüyor.
Dresden’de sıradan bir KGB elemanıyken Sovyetlerin ölümünü iliklerine kadar yaşayan Putin, 30 yıldır bu ceset üzerinde yaptığı otopsi sonuçlarından jeopolitik sonuçlar çıkarmakla meşgul. Zira 2007 Münih Güvenlik Konferansı’ndan bu yana, aralıklarla yaptığı konuşmalar ve ilginç bir tarz olarak yayınladığı makalelerden; Putin’in Dresden’de ofisi basılmadan önce etrafta ne varsa yakmaya çabalarken Moskova’ya ulaşamamasının açık bir travmaya dönüştüğü görülüyor. 2000 yılında çıkan kitabı Birinci Adam’a aldığı bir röportajında bu durum için ‘gücün felç olması’ diyor ve müsebbibinin ideoloji, idare veya ekonomi olmadığını, asıl sebebin irade yoksunluğu olduğunu düşünüyor: “Kendimize güveni sadece bir an kaybettik ve bu, dünyada güç dengesinin bozulması için yeterliydi”.
Putin’in ‘o ana’ dair takıntılı bir tavır geliştirdiği bir sır değil. Geçen sene yayınladığı tarihsel revizyonizm ve abartılı sembolizm referanslarının bolca kullanıldığı makalesinde ‘tek ve bütün’ teziyle Rusya ile Ukrayna’yı birleştiren Putin, savaşı ilan ettiği konuşmasında ise “müstesnalığa, yanılmazlığa ve her şey için kendilerinden izin alınan makam olma üstünlüğüne yaslanan küstah konuşma hakkını nereden alıyorlar?” diye sorarken Amerikan istisnacılığının karşısına Rus müstesnacılığını koyuyordu. Bu dikotomi, Putin ve Rus aklı açısından birçok sorunu (hatta bütün sorunları) çözen ve meşrulaştıran bir gerekçe sunmaktadır. Ukrayna işgali, bu yönüyle, Rus aklında bir yandan tarihsel parçaların birleştirilmesi diğer yandan uluslararası düzenin Sovyetlerin Sovyetler olduğu zamanlardaki gibi yerli yerine oturtulması işlevi görmektedir. 2008’den bu yana Rus müstesnacılığının sorunsuz bir şekilde işlediğine ikna olan Putin, asıl kızıl elması Ukrayna’yı da bu sürece dahil etme fikrini yıllardır olgunlaştırıyordu. Bu zihinsel kodlar içerisinde, kendisine fazlaca odaklanan Moskova, 2001-2020 döneminde Batı’da yaşanan siyasal, toplumsal ve jeopolitik hali bir statüko olarak okumuşa benziyor. Duran, çöken, çözülen, iktidarsız, lidersiz, cesaretsiz ve demokrasiyle hadım edilmiş Batı okuması, son 20 yılda oluşan Rus aklını fazlasıyla ikna etti. Bu kendi kehanetiyle fazlasıyla mutmain halden de işgal çıktı.
Putin’in Retropyası
Rus tankları Ukrayna sınırını geçtiği anda Ukrayna tartışması bir Rusya krizine dönüştü. Yıllardır gerek Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan devletler gerekse de Batı ile kurduğu ilişkilerde tartışma ve gerilim eksenini NATO genişlemesi üzerine kuran Moskova, bir anda bambaşka bir tartışma düzlemini kendi eliyle inşa etti. NATO genişlemesi konusunda kısmen haklı sayılabilecek bazı argümanları da bu yeni zeminde erimek zorunda kaldı. Putin, Ukrayna sorununu revizyonist bir tarih okumasıyla milliyetçi ütopya içerisine sokarak jeopolitik, güvenlik ve dış politika rasyonelliğinden de uzaklaşmış oldu.
Bu durumun ilk çıktısı Moskova’nın Ukrayna sorunu olarak ele aldığı tartışmanın dünya tarafından ‘Rusya Krizi’ olarak tanımlanmasına yol açtı. Putin’in konuşmasından sonra Ukrayna’dan çok daha fazla Putin’in eski Sovyet cumhuriyetlerinde atabileceği muhtemel adımlar, Avrupa’da girişeceği işgaller, nükleer tehdit, Soğuk Savaş dönemine ait başlıklar, Çarlık Rusya’sının politikaları ve Rus yayılmacılığına dair tartışmalar gündemi işgal etti. Adeta bir gün içerisinde küresel jeopolitik gündem 18’inci yüzyılla 20’nci yüzyıl arasında salınıp durdu. Gelinen noktada Putin kendisini sadece yaşanan ve yaşanacak olacak jeopolitik gerçeklikle değil, dillendirdiği alternatif tarih okuması ve milliyetçi ütopya ile de bağlamış oldu. Bu durumun yaşanmakta olan krizde Moskova’nın izleyeceği yol haritasını esir alacağını öngörebiliriz. Artık Putin ve Rus devlet mekanizmasının rasyonel işlemesine dair hiç kimsenin asgari beklenti içerisinde olmayacağı söylenebilir.
Ulusal güvenlik ekibiyle yaptığı toplantıda kameralar önünde istihbarat başkanıyla yaşadığı tartışma, yapılan sunumlar, toplantının şekilsel sunumu, kullanılan dil ve içerik Rusya’ya dair jeopolitik tedirginlikleri artırmanın yanında Moskova’nın ‘küresel ve bölgesel bir tehdit’ olduğu algısını da yerleştirdi. Putin merkezli ortaya çıkan fotoğraf her ne kadar kararlı bir lider görüntüsü vermeyi amaçlasa da Rusya’nın başı sonu belli bir stratejisinin olmadığını da göstermektedir. Bu durum, Ukrayna için Rus matruşkasını hazırlayanların da altlardaki kuklalarda neler olduğuna dair fazlaca bir fikirleri olmadığına, Kremlin’in yüksek hamasetine ve kararlı görüntüsüne rağmen jeopolitik yönsüzlüğüne işaret etmektedir. Dolayısıyla ‘Putin, Ukrayna’yı işgal ederek ne yapacak?’ sorusu çoğu kez cevapsız kalıyor. Bu durum biraz Rusların hava sahası ihlallerine benziyor. İnternet üzerinde basit bir arama yaptığınızda karşınıza Japonya’dan Norveç’e Rus ihlallerinin haritaları çıkar. Bu haritalara bakan bir güvenlik veya dış politika uzmanı büyük ölçüde çaresiz kalır. Zira ihlaller size başı sonu belli bir siyasal, jeopolitik veya askeri analiz imkânı vermez. Sonuçta ‘ihlal edebildiği için ihlal ediyor’ cevabına mahkûm olursunuz. Aynı cevap Rusya’nın jeopolitik analizlerini yaparken de çoğu kez geçerlidir.
Rusya açısından, fiilen tarihten kriz çıkaran yaklaşımları, arzu ettiği şekilde Ukrayna’nın tam anlamıyla Rus etkisi altına girmesi hatta ilhak edilmesi sorunlarını çözmemekte, aksine artırmaktadır. Küresel jeopolitik gerilimin G-2 dünyasına doğru gittiği bir dönemde, ABD ve Avrupa ile iş birliği açık bir şekilde çıkarına iken, Çin-ABD rekabetinde zorunlu olarak Çin’le Putin’in ifadesiyle ‘sınırsız stratejik ortaklık’, Moskova’nın tahayyül ettiği emperyal rollerinden fiilen vazgeçmesi anlamına gelecektir. Çin’le araçsal ve ikincil bir ortaklık yerine Batı ile işlevsel ortaklık ve kazandıran ilişkileri tercih etmemenin maliyeti oldukça büyük olacaktır. Hem tarihsel ve ekonomik hem de jeopolitik gündemi Avrupa’da, Kafkasya’da ve Karadeniz’de oluşan Moskova’nın, bu jeopolitik fırsatı uzunca bir süreliğine elinden kaçırdığını söyleyebiliriz. Daha kötüsü, yükselen milliyetçi ütopyanın rasyonel jeopolitik tercihleri büyük ölçüde hırpaladığı bizzat Putin’in alternatif tarih okumasında, verdiği tarihsel hafıza ve muhayyile savaşında görülmektedir. Dolayısıyla Putin’in istese de rasyonaliteye dönüşünün önündeki en büyük engel kendi inşa ettiği Rus Dünyası’dır.
ABD ve AB’nin Rusya Krizi
Ukrayna geriliminin Rus krizine dönüşmesi, ABD ve AB açısından sorunu yönetmekteki riskleri artırsa da fikir birliğinin ve reaksiyonlarda senkronizasyonun oluşmasına yardımcı olmaktadır. 2008 Gürcistan savaşında, 2013 Ukrayna ve sonrasında Kırım ilhakında, Suriye savaşında ortaya çıkmayan dayanışma Putin’in işgal kararı öncesinde bile hissedildi. Almanya’nın, Baltık Denizi’nde inşa edilen doğal gaz boru hattı projesini ivedi bir şekilde durdurması, İngiltere’nin ve AB’nin ambargo kararlarını ardı ardına açıklaması, ABD’nin yaptırımlarını sertleştirmesi geçmişten farklı bir insicamın olduğunu göstermektedir. İşgal başladıktan sonra ise Batı’nın tam teşekküllü bir şekilde Rusya ile ‘savaş kararı’ aldığı görüldü. Tarihte görülmemiş bir hızda, daha önce uygulanmamış bir ölçekte ve geçmişte telaffuz edilmemiş başlıklarda jeoekonomik savaş başlatıldı. Zira ortaya çıkan tablo bir yaptırım rejiminin ve sınırlı bir cezalandırmanın çok ötesine geçmiş durumda.
ABD başkanı Biden iktidara fetret dönemi olarak görülen Trump sonrası iddialı bir dış politika söylemiyle geldi. ‘Amerika geri döndü’ mottosu çerçevesinde dış politika, jeopolitik ve güvenlik yaklaşımını iki ayak üzerine kurdu: Çin’in püskürtülmesi ve Rusya’nın sınırlanması. Dolayısıyla Biden açısından Rusya ile yaşadığı gerilim, Moskova’nın attığı adımlardan bağımsız olarak ilan edilmiş bir politikaya denk gelmektedir. Bu durum Washington üzerinde halihazırda Rusya konusunda birikmiş olan baskıyı ve beklentiyi de artırmaktadır. Zira 2008’den beri Rusya’nın adımlarına oldukça cılız jeopolitik cevaplar veren Amerikan yönetimi, Bush yıllarında Moskova’yla ‘terörle savaş’ politikası üzerinden kanlı bir uyum sergilerken, özellikle Obama-Biden dönemindeki sekiz yıl boyunca Rusya’nın işgallerini izlemekle kalmadı aynı zamanda Suriye’de fiilen jeopolitik alan da açtı. Bu dönemde Rusya’ya karşı salt ekonomik yaptırımlar, güvenlik iş birliklerinin (NATO iletişimi, sivil nükleer iş birliği, AB Ortalık ve İş birliği Anlaşmasının sonlandırılması, DTÖ üyeliğinin gözden geçirilmesi gibi) sonlandırılması gibi cılız adımlar ne Moskova’nın politikalarını değiştirdi ne de ABD ve AB’nin arzuladığı sonuçların ortaya çıkmasını sağladı. Hatta Kırım’ın ilhakı ile Suriye’de ABD’nin Rusya’ya jeopolitik alan açması aynı dönemde yaşandı. Bu durum son iki üç yılda Libya’daki karşı pozisyonların oluştuğu döneme kadar devam etti.
Moskova’nın geri adım atmasıyla sonuçlanan Libya’daki karşı karşıya geliş ise fazla sayıda aktörün müdahil olduğu ve küresel jeopolitik gündemi etkilemeyen yapısıyla bir politika üretecek cinsten değildi. Sonuçta Rusya, jeopolitik ve askeri olarak önü açılarak, son 14 yıl boyunca ciddi anlamda alan kazandı. Güney Osetya-Abhazya’dan Suriye’ye, Libya’dan Kırım’a varıncaya kadar karşısına ne bölgesel ne de küresel bir devlet gücü çıktı. Bu durum, mercek altına alındığında son yıllardaki Rus hareketliliğinin büyük bir askeri ve jeopolitik başarıdan ziyade milenyum sonrası oluşan boşluğun Moskova tarafından iyi değerlendirilmesi olarak da okunabileceğini ortaya koyuyor.
Ukrayna’nın işgaliyle II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez bütün Avrupa, Kafkasya, Balkanlar ve Karadeniz jeopolitiği ciddi bir kırılma yaşıyor. Obama-Biden döneminde, özünde açık bir siyasetsizlik olan, ‘stratejik sabır’ olarak kodlanan jeopolitik yaklaşıma ‘stratejik gerilim’ politikasıyla cevap veren Putin, bugüne kadar kazanan tarafı temsil etmekteydi. Daha da önemlisi gerilim çıkararak mesafe almanın kendisi bizatihi kazandıran bir strateji olarak Rus milliyetçi jeopolitik dünyasına yerleşmiş durumdadır. Putin’in kat ettiği mesafeyi gören birçok aktör de belli ölçüde Rusya’nın bu taktiğini taklit bile ettiler. Washington’ın işgale verdiği tepki, Biden’ın ‘Rusya’yı sınırlama’ iddiasının arkasında durduğunu gösterdi. Zira yaşanan krizdeki ABD tutumu ve adımları, Avrupa ile jeopolitik eksenin geleceğini belirleyeceği gibi daha büyük sorunları olan ‘Çin’i püskürtme’ stratejisinin kaderini de doğrudan tayin edecektir. Hatta gelinen noktada ABD’nin bir Çin stratejisinin olup olmayacağı bile Ukrayna işgali karşısında Rusya krizini nasıl yöneteceğine bağlıydı. Avrupa’nın sınırları etrafında netice alamayan Washington’ın AB’yi Çin stratejisinde aktif bir ortak olarak bulması kolay olmayacaktı. Krizin ilk ayında Washington’ın bu başlıklarda ciddi mesafe kazandığı söylenebilir.
Krizin ilk safhasında ABD’nin uzun bir aradan sonra Avrupa’dan aradığı desteği ve uyumu bulduğu görülüyor. Jeopolitik Avrupa’nın nihayet zuhur etmesi, askeri harcamalar meselesinin ciddiyete binmesiyle, 2008’den beri somut bir şekilde ortaya çıkmış, Suriye’den Libya’ya, Gürcistan’dan farklı Afrika ülkelerine ordusu veya misyoner güçleriyle yüzbinlerce insanı katletmiş olan Rusya tehdidi nihayet anlaşılmışa benziyor. 20 yıl önce Bush yönetiminin terörle savaş saplantısıyla gerçekleştirdiği kanlı işgaller ve asgari uluslararası hukuki altyapının yok edilmesi, 2013-14’te Suriye’de Obama yönetiminin felaket jeopolitik tercihleriyle alan açtığı Rusya’nın; sadece sınırlanması değil, bu haliyle tehditlerinin de ortadan kaldırılması hem ABD hem de bölgedeki ülkeler için öncelikli soruna dönmüş durumda. ABD bunu yaparken, Moskova ile mukayese edilmeyecek kadar rasyonel bir aktör görüntüsü veren Çin’i küresel gündeme pozitif katkı veren bir zemine belli tavizler vererek davet etmek zorunda kalabilir. Böylesi bir gelişme ise her anlamda küresel risklerin azaltılmasına katkı verir.
Çin’in Rusya’sı
Ukrayna, Çin’in ‘Kuşak ve Yol’ girişiminin Avrupa’ya açılan önemli bir kapısı konumundaydı. Putin bu kapıyı uzunca bir süreliğine Pekin’e kapatmış oldu. Pekin’in -kendisi hariç- başka ülkelerin tarihi iddialar eşliğinde toprak ilhaklarına karşı bir duruşu var. Kırım’ın Rusya tarafından ilhakını tanımayan Çin, Moskova ile ciddi bir ticaret hacmine sahip. 140 milyar dolara ulaşan ticaret hacimleri olan iki ülke, en son Kış Olimpiyatlarında Xi-Putin görüşmesinde ilişkilerini yeni bir safhaya taşıyacak bir söylemi dillendirdiler. İki lider ABD’nin (NATO’yu kastederek) Avrupa ve Asya-Pasifik’teki negatif etkilerini eleştirdiler ve ‘sınırsız stratejik ortaklıklarının’ altını çizdiler. Çin’in, yaşanan son krizle alakalı çok açık bir tavır takınmasa bile Washington’ın Çin’e odaklanmasının zorlaşacağını gördüğünden, ziyadesiyle yaşananlardan memnun olacağı öngörülüyordu. Ancak Washington’ın Batı ittifakını güçlü bir şekilde tahkim etmesi, Çin açısından umutları endişeye çevirmiş durumda.
Benzer şekilde gerilimin hızla bir Rusya tartışmasına dönmesi ve Soğuk Savaş sahnelerinin ortaya çıkmasıyla St. Petersburg’dan Şangay’a yeni bir ‘siyasal eksen’ görüntüsünde Pekin’in fırsat mı yoksa kriz mi gördüğü tartışmalıdır. Ayrıca 1945-49 iç savaşında kopan Tayvan’ın ana kıtaya tekrar dahil edilmesi için Pekin’in elinde en az Putin’in revizyonist tarihi delilleri kadar sebepleri bulunmaktadır. Rusya’ya açılan ekonomik savaş Pekin’in de Tayvan krizini gözden geçirmesine yol açtı. Çin açısından en önemli sonuç ise 2008, özellikle de 2014 ABD ve AB yaptırımları sonrasında Çin eksenine iyice yaklaşan Rusya’nın, yeni ambargo rejiminin şiddeti oranında Moskova’nın Çin’in teknolojisine, imalatına ve hepsinden önemlisi finansmanına bağlılığının artacak olmasıdır.
Pekin, Biden’ın seçilmesiyle birlikte, Moskova’nın Washington politikasını rasyonelleştirerek çıkarları konusunda Avrupa ile yeni bir sayfa açmasından çekiniyordu. Putin, olabilecek en irrasyonel tercihle, Pekin’in hayal bile edemeyeceği kadar zor bir pozisyona kendisini soktu. Bu haliyle Çin’in, Rusya’nın kendi kendisini içine soktuğu bu jeopolitik ve güvenlik çıkmazından azami ölçüde faydalanmaya çalışacağını öngörmek yanlış olmaz. Ancak diğer yandan, Batı’nın yekvücut verdiği refleksin Pekin’i birçok adımını gözden geçirmeye ittiği anlaşılıyor. Xi yönetimi, orta vadede, Rusya’nın bir imkân mı yoksa yük mü olduğu konusunu düşünmek zorunda.
Türkiye’nin Krizdeki Konumu
Son yıllarda küresel jeopolitik ve güvenliği doğrudan etkileyen kriz bölgelerinin büyük kısmının komşusu olan Türkiye, Ukrayna-Rusya geriliminde aynı anda hem jeopolitik avantajlara hem de risklere sahip konumda. Son 30 yıldır 3.000 km’lik kara sınırlarının 1900 kilometresinde ambargo altında bulunan ülkelerin komşusu olan Türkiye, yeni bir ambargo rejiminin oluşturduğu jeopolitiği yönetmek zorunda. Özellikle 2016 sonrası Rusya ilişkilerini Suriye makasında zor ve asimetrik bir eksende sürdürmek zorunda kalan Ankara, bu ilişkiden dolayı birçok maliyeti de göze aldı. NATO ve ABD ile gerilim çıkaran S-400 füze savunma sistemini satın alarak F-35 yeni nesil savaş uçaklarından mahrum kalan Ankara’nın, Moskova ile jeopolitik uyum içerisinde bulunduğu bir kriz başlığı bulunmuyor. Libya’dan Suriye’ye, Kırım’dan Doğu Akdeniz’e varıncaya kadar bütün başlıklarda karşıt jeopolitik pozisyonlarda konumlanmış olmasına rağmen, Moskova ile ilişkilerde Suriye başlığı bir araca dönüştürülerek derinleşme ve kırılgan işbirliği dönemi yaşandı. Buna mukabil NATO, ABD ve AB ile daralan ilişki zemini ekonomik ve jeopolitik maliyetler üretti. Türkiye, NATO sistemi içerisinde bulunmanın ve Moskova ile yakın ilişkilerini korumasının karşılığında Ukrayna krizinde çıkarlarını koruma konusunda avantajlara sahip. Ancak krizin konvansiyonel bir savaşa sürüklenmesinden sonra hem ekonomik hem de jeopolitik olarak risklerin ortaya çıkması kaçınılmaz.
Osmanlı da hesaba katıldığında, Türk tarihinde, Ruslarla uzun bir savaş geçmişi bulunuyor. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana Ruslarla 13 kez savaş yaşandı. Rusların, tıpkı Putin’in revizyonist tarih atıflarıyla dolu konuşmasında da konu ettiği gibi, siyasal akıllarını oluşturan önemli bir düşmanlık ögesini Türkler oluşturuyor. Türkiye nüfusunun ciddi bir oranını Rus katliamlarından ve sürgünlerinden kaçarak ülkemize gelen vatandaşlar oluşturuyor. Türkiye’de 40 yıla yakın zamandır devam eden farklı kimlikli terör eylemlerinin Moskova kaynağı her zaman tartışma konusu oldu. 2015’te Rus uçağı düşürüldükten sonra sadece bir günlüğüne Rus medyasını ve resmi makamların açıklamalarını hatırlamak bile Moskova’nın Türkiye tahayyülüne dair fikir verebilir.
Bu maddi bilgileri hatırlatmamızın sebebi, son yıllarda Moskova üzerinden Türkiye ile yarı-resmi Avrasyacı jeopolitik diskurla konuşan temsilcilerin de son krizde kendilerine kolaylıkla alan bulmuş olmalarıdır. Türkiye’nin, hafızasını, jeopolitik çıkarlarını ve demokrasisini sıfırlaması karşılığında distribütör devlet ve ülke olmasını arzulayan bu yaklaşım, aslında milliyetçi popülizmin sonunda müstemleke bir ruh haline dönüşmekten kaçınamayacağına dair trajedinin tekrarından ibaret. Yaşanan krizde, Türkiye içerisinde bu dilin belli bir mesafe kaydettiği ve alan kazandığı görülse de Ankara bugüne kadar sorunun ciddiyetinin farkında olarak bu hevesli dilin tahrikine kapılmadan makul bir çizgi takip ediyor.
Son yıllarda, Ankara-Moskova ilişkileri oldukça yoğun bir şekilde gelişmiş durumda. Bu durumun Türkiye’nin uzun vadeli jeopolitik çıkarlarına ciddi bir katkı verdiğini söylemek zor. Ancak ekonomik ilişkiler karşılıklı olarak gelişiyor. Türkiye bugüne kadar Rusya kaynaklı krizleri yönetmekte ve çözmekte büyük bir sorun yaşamadı. Rus savaş uçağının düşürülmesi dahil; Ankara, Moskova ile ilişkilerini rasyonel bir zeminde tutmayı başardı. 2008’de Gürcistan savaşı sırasında Rusya’nın karşıtı bir pozisyonda olmasına rağmen Montrö Anlaşması çerçevesinde boğazlar rejimini kullanarak krizi yönetirken, Kırım’ın ilhakı sonrasında ortaya çıkan ambargo rejimini de yönetti.
Ancak yaşanmakta olan krize Türkiye-Rusya ve Türkiye-Batı ilişkileri farklı bir zeminde girmektedir. Ankara, bölgedeki önemli bir NATO üyesi olarak hem Ukrayna hem Rusya ile iyi ilişkileri varken Batı ile son beş yıldır ciddi sorunlar yaşadığı bir dönemde jeopolitik risklerle karşı karşıya kalacaktır. Küresel ve bölgesel statükonun korunduğu dönemlerde Ankara’nın jeopolitik opsiyonları ve manevra kabiliyeti daha fazla iken Moskova’nın statükoyu bozacak adımlarının ortaya çıkardığı düzlemde imkânlarının daralması kaçınılmaz olacaktır.
Bu oldukça karmaşık ilişkilere rağmen Ankara, Rusya ile iyi ilişkilerini korumayı sürdürürken bu krizde ABD ve AB ile ilişkilerini yeni bir safhaya taşıma imkânına da sahip olabilir. İlerleyen dönemde Washington’la ilişkilerini olumsuz etkileyen S-400 ve F-35 sorununun çözülmesi dahil birçok senaryo Ankara’nın önüne gelebilir. Türkiye’nin henüz bu konularda nasıl bir adım atacağı konusunda olgunlaşan bir siyaset veya jeopolitik yaklaşım görülmemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘ne Ukrayna’dan ne de Rusya’dan vazgeçeriz’ yaklaşımı kısa vadede işlevsel olabilir. Ancak orta vadede ve belki de uzun vadede ‘Rusya işgaline karşı, Ukrayna’ya herkesten önce silah satmış ve askeri anlaşmalar yapmış, Batı’nın yaptırımlarına destek vermeyen, uluslararası kurumların ve NATO’nun pasifizminden şikâyetçi’ yaklaşımından insicamlı bir jeopolitik düzlemin ya da arzu edilen işlevsel denge siyasetinin çıkması mümkün görünmüyor.
Türkiye’nin kısa vadede bir denge jeopolitiği kurgulaması çıkarına olacaktır. Ancak denge siyaseti retorikle inşa edilemeyeceği gibi zannedildiğinin aksine taraf seçmek ve pozisyon almaktan da daha zorlu ve riskli bir yoldur. Dolayısıyla krizin ilerleyen safhalarında başta Suriye meselesi olmak üzere Ankara’nın politika setini güncellemesi kaçınılmaz olacaktır. Bu yönüyle, yaşanan kriz son yıllarda yaşanmakta olan jeopolitik yönsüzlükten çıkış için bir fırsat da sunabilir.
Ankara’nın bu fırsatı kullanması için öncelikle krizleri idare eden yaklaşımdan sıyrılıp uzun vadeli çıkarlarını azami seviyede gözeten bir jeopolitik rasyonelleşmeye yönelmesi gerekiyor. Bu anlamda son dönem kurucu bir politika seti olmasa da Türkiye’nin bölgemizdeki ilişkilerin geliştirilmesi ve normalleştirilmesi düzleminde attığı adımlar rasyonelleşmeye ve risklerin azaltılmasına katkı sağlayacaktır. Elbette, bir anda küresel bir boyut kazanan krizin baş sorumlusu Rusya’nın atacağı adımlar ve sürecin Moskova’yı götüreceği yer asıl belirleyici olacaktır. Türkiye tıpkı diğer ülkeler gibi Putin’in rasyonelliğinin ve Moskova’nın yıkıcılığının sınırları etrafında yaşanan krizi yönetmek zorundadır. Bu yönüyle Putin’in hazırladığı matruşkanın ne kadar makul olduğu şüphelidir.
Matruşka Nihilizmi
Sergei Medvedev, Rus Leviathan’ın Dönüşü’nde, Putin’in son 20 yılda, Breznev dönemini, Stalinizmi ve Korkunç İvan’ı bir potada eriterek inşa ettiği retropolitik ve sosyal muhayyileyi şöyle anlatıyor: “Putin yönetiminde, yirmi birinci yüzyılın ilk on yılı, devletin tüm eski ihtişamıyla geri döndüğü bir dönemdi: Seçimler bastırılırken seçkinler imtiyazlarına kavuştular, hukuk ve sıradan vatandaş hakir görüldü, emperyal bir miras için savaşın yanı sıra büyük bir devlet retoriği vardı. Kilit dönem, Vladimir Putin’in 2012’den 2018’e kadar olan üçüncü cumhurbaşkanlığı dönemiydi. Kısacası geçmişe açılan kapı aralandı, siyasi arena otokrasi ve emperyalizmin dinozorları tarafından ele geçirildi.”
Putin ‘geçmişin geleceği’ ne olacak sualine cevap ararken siyasi hayatının en vahim hatasını Ukrayna’yı işgal girişimiyle yaptı. Kendisine ve inşa ettiği toplumsal, ekonomi-politik ve askeri gerçekliğe o kadar kulak kabarttı ki en açık riskleri bile göremedi. Bu tespitler sadece Rusya dışından yapılan tespitler de değil. Halihazırda Kremlin’e ulaşma imkânı olan, hatta dış politika yapımına katkı veren entelektüel isimlerin de hissiyatını yansıtıyor. Andrey Kortunov, Fyodor Lukyanov gibi isimler bu süreçte yaptıkları açıklamalar ve yazdıkları yazılarda Putin’in kararı karşısında çaresizliklerini dile getiriyorlar. Rusya’ya açılan ekonomik savaş katman katman ülkeyi vurdukça bu çaresizliğin büyüyeceği sır değil.
Batı’nın, daha Rus tankları Kiev’e yaklaşmadan, 72 saatte, küresel finansal sistemden dünyanın 11’inci büyük ekonomisinin fişini çekmesinin oluşturduğu şok, Moskova’nın 1998 ekonomik çöküşünden daha büyük bir darbeye denk geliyor. Finansal sistemin altyapısına (takas bankaları, takas sistemleri, mesajlaşma protokolleri ve sınır ötesi akreditifler) dayanan bir dünyada, birkaç uyumlu hareket büyük bir ekonomiyi dağıtabilir. Ruble büyük bir değer kaybı yaşadı, sistemin temerrüde düşme riski hiç olmadığı kadar arttı. Rusya Kalesi şeklinde kavramsallaştırdıkları Rus ekonomisini koruma ve savunma stratejisinin işlevsiz olduğu ortaya çıktı. 1998 çöküşünün ardından Rus ekonomisinin 20 yılı aşkın zamandır finansal sistemde yer edinmek için verdiği emekler de bir anda yok oldu. Oligarklar üzerine kurulu kleptokrat rejim, yaptırımlarla sarsılmaya başladı.
Malum Rus kleptokrasisi iki fonksiyonla çalışıyor. Birincisi oligarklar besleniyor. İkinci fonksiyon ise oligarkların hedonist harcama düzeninin devamı. İki fonksiyon çalıştığında hem iktidar hem onlar kazanıyordu. Şimdi her ikisi birden daralmak zorunda, yetmiyormuş gibi ellerinde olanlara da şurada burada el konuluyor. Kaldı ki el konulmasa bile Rus oligarkların Rusya’da(n) kazandıklarını Batı’da harcamalarına izin verilmemesi, sistem için yeterince büyük sıkıntı olurdu. Dolayısıyla yaptırımlar sadece kurumsal sancıya yol açmayacak, Putin’in bizzat bildiği ve çalıştığı gerçek şahısları da vurarak Kremlin’in gündemini belirleyecektir.
Bütün bunlar işgal öncesinde konuşulsa da Moskova liderliğinin başka bir dünyada meseleyi ele aldığı anlaşılıyor. Putin’in Ukrayna’yı işgal karşısında 2014 Kırım ilhakındakine benzer, belki biraz daha fazla yaptırımla karşılaşmayı ve Batı’yla daha sert bir sürtüşme ile süreci hitama erdirmeyi düşündüğü anlaşılıyor. Ukrayna ciddi bir askerî harekâta ihtiyaç kalmadan teslim olacak, Kiev’deki iktidar düşecek ve tam anlamıyla Rus yanlısı bir yönetim oluşacaktı. Ukrayna, Kırım ve Belarus modeli karışımı bir şekilde Rus Dünyası içerisindeki yerini alacaktı. Bu beklenti dahil, Kremlin’in Ukrayna adımında arzu ettiği bütün sonuçların tersi vuku buldu.
İşgal istediği gibi gerçekleşmedi. Geçmişte Çeçenistan’ı ve Suriye’yi kana bulayan askeri yöntemlere başvurmadığı sürece kısa vadede teslim alacağı bir Ukrayna ufukta görünmüyor. İktidardan indirmek istediği Ukrayna lideri tahmin edemeyeceği bir liderlik tahkimatı yaptı. Hatta Putin’in sebep olduğu bu tahkimat Ukrayna sınırlarını hızla aşarak Avrupa’da birçok hükümeti de güçlendirdi. İngiltere’de skandalların arasında nefes almakta zorlanan Johnson rahata kavuştu, seçime iki ay kala Fransız lidere yeni bir dönem bile hediye etmiş olabilir. İş onayı düşen 80 yaşındaki ABD başkanına başkan olma imkânının yanında küresel liderlik yapma fırsatı sundu; Almanya’ya ordu, Avrupa’ya jeopolitik kimlik, beyin ölümü tartışılan NATO’ya ise can verdi. Aynı anda bu kadar dinamiği harekete geçirmek gerçekten tarihi bir dönemin yaşandığı anlamına geliyor. Rus matruşkasının anlamlı olabilmesi, içindeki kuklaların belli bir sayıda durmasına bağlıdır. Bu rasyonel sayıya, kendi ütopyasının peşine düşüp riayet etmediğinde, matruşka nihilizmi zuhur eder. Bu ise bizatihi matruşkanın kendisini anlamsız ve sevimsiz kılar. Sonuçta, kendi ülkemizdeki tecrübeyle de sabit olduğu üzere her milliyetçi ütopyanın veya siyasi programın en iyi senaryosu başladığı yere dönmektir.
Putin, önce teorik çerçevesini makalelerde yayınlayıp ardından da kendi faraziyesinin peşinden işgale kalkan müstesna bir lider olarak tarihe geçti. Jeopolitik, askeri ve tarihsel değerlendirmeler yapan binlerce makale, analiz ve haber yukarıda ortaya çıkan sonuçları gayet sarih bir dille aylardır yazıyor. Ancak hiçbirisi Putin’in inşa ettiği milliyetçi ütopya zırhını delemedi. Tarih tekerrür etti. Büyük fikirlerin kitleleri ve liderliği harekete geçirdiği gibi ihanet etmesine bir kez daha şahitlik ettik. Bu muhtemelen, Putin’in dünyasında büyük bir soruna tekabül etmiyordur. Zira Putin, Rusya’nın geleceğinden çok geçmişiyle meşgul. Bauman’dan ödünç alırsak, 1990’lar sonrası tarihin dönüşü ve birçok yerde zuhur eden milliyetçi dalganın ürettiği ‘retropya’, zihin kodlarını şekillendirmiş durumda. Kendisiyle birlikte geniş Rus kesimleri ve tahkimatını sağladığı Rus devleti de aynı retropyanın içerisinden krizleriyle yüzleşmek zorundalar. Putin’e yıllardır kerameti kendinden menkul bir satranç ustası muamelesi yapanlar da niçin poker oynadığını anlamaya çalışıyorlar. Malum satranç tam enformasyon, poker ise eksik enformasyon ortamında rakiplerinin farklı senaryolarda atacakları adımlara dair çok güçlü kanaatlere sahip olmaya çalışılarak oynanır.
Bugünlerde yaşananları en indirgemeci şekilde açıkladığını düşünen realist okulun isimleri, Putin’in poker felaketinin sorumlusu olarak masadaki diğer oyuncuların ellerini gösterseler de Rusya önümüzdeki on yılları şekillendirecek yıkıcı bir adım atmış oldu. Putin, Sovyetler sonrası Rusya’nın ne olmak istediğine cevap veremedikçe geçmişin hesaplarını kapama kolaycılığına kapıldı. Son yıllarda, özellikle Suriye’de yüzbinlerce masum insanın kanına başta ABD olmak üzere Batı’nın açtığı imkân sayesinde girdi. Putin’i, bir taraftan Rus tarihi içerisinde kaybolmuş zihni diğer taraftan Batı’nın 11 Eylül sonrası izlediği politikalar vücuda getirdi.
Ortaya çıkan figür sadece jeopolitik okuma yapamayan bir lider değil, aynı zamanda Rus İmparatorluğu’nu ayağa düşürdüğüne inandığı Marxist-Leninist sistemin ürettiği bir insan tipi olan homo sovyetikus’u aşmak bir yana bizatihi bu karakterle gücünü tahkim eden bir lider. Homo sovyetikus ikili dili, travmaları ve hafızasıyla geleceğe bakamamanın, değişimi kaldıramamanın ve nostaljinin insanıydı. İktidarı boyunca Kendisine, retropyasına ve büyüklüğüne âşık bu karakter, 20 yıldır dinmez bir tarihsel eşzamanlama krizi içerisinde kıvranıp duruyor. Şimdi krizden çıkması için ‘nasıl kaybedeceğinden’ başka senaryosu kalmamış bir halde: İşgalden hemen vazgeçip aşağılanarak ya da 1979 Afganistan veya 1956 Macaristan ihtimalini yaşayarak. Putin’in kaybedip Rusya’nın kazanması içinse ‘Yeni Rusya’ya ihtiyaç var. Yeni Rusya için de değişime. Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman’daki tespiti ise bu ihtimalin meşkuk olduğunu ortaya koyuyor: “Yeni Rusya istiyorduk…Yirmi yıl geçti o zamandan beri: Nereden çıkıp gelecekti ki bu Rusya? Hiç var olmadı ve olmayacak. Birisi çok doğru söylemişti: Beş yıl içinde her şey değişebilir Rusya’da, ama iki yüzyıl içinde hiçbir şey değişmez”.
Beş yılda neler değişebilir bilmemiz mümkün değil. Ama iki haftada baş döndüren bir dönüşüm olduğu muhakkak. Bir ay önce siyasal, ekonomik ve toplumsal tahkimatını yapmış, ömür boyu başkanlığa yelken açmış Putin’den; iktidarını kaybeder mi, Rus tarihinde iktidar değiştiren sokak gösterileri tekrar eder mi, oligarklar isyan bayrağını çekerler mi, Ukrayna işgali geçmişte Moskova’da defalarca iktidarı indiren bir savaş olur mu, yaptırımlar kleptokrasinin nefesini tüketir mi, hatta daha ileri gidilerek Beriya’nın kaderi tartışmalarına gelinmedi mi?