Hüsran Yaşayanlar İçin Yaşasın Düşman!
Kayseri ve diğer şehirlerde olup bitenler “ırk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep benzeri bir fark gözeterek toplumun kin ve düşmanlığa tahrik edilmesinin” bizatihi kendisidir. Suriyelilere yapılan linç eylemleri toplumda bizzat “nefret duygularının oluşturulmuş” halidir. Ve bu nefretin kaynağı herhangi bir “soykırım iddiası” değildir. Buna karşılık, Kayseri olayları bizzat devlet, siyaset ve medya eliyle yeniden üretilen -ancak devlet nezdinde meşru ve egemen olan- ırkçı nefretten bağımsız değildir.
Geçtiğimiz günlerde Kayseri’de “gerekçesi” küçük bir çocuğa yapılan taciz olduğu dile getirilen bir öfke dalgasına tanık olduk. İnsanlar sokaklara döküldü. Çocuğu taciz ettiği öğrenilen kişinin Suriyeli olduğu öğrenilince, mahalledeki bütün Suriyelilere karşı bir linç ve yağma hareketi başladı. Aslında bu taciz vakası Suriyelilere (ya da bütün yabancılara, mültecilere, göçmenlere) dönük bir güvensizlik ve buna bağlı düşmanlığın konsantre bir şekilde dışa vurması için bir vesile oldu.
Meselenin “taciz” olmadığı, esas olarak yabancılara (özellikle Suriyelilere) duyulan tepki olduğu çok açıktı. Çünkü bildiğimiz gibi, Türkiye’de bu türden taciz olaylarından sonra ya taciz eden kişi mahalleli tarafından darp (ya da linç) edilir ya da taciz edenin maddi gücü, kültürel ya da ideolojik avantajları varsa, olay göz ardı edilir. Ve genel olarak, taciz eden kişi ortalama dinî ve etnik kimlik kategorisinde olduğunda (yani büyük çoğunlukla olduğu gibi), bir mahallenin insanları topluca o mahalleyi ya da başka mahalleyi basmaz, insanları linç etmez, dükkânlarını yağmalamaz.
Taciz olayı esas olarak bir kıvılcımdı; Kayseri’den sonra, (bu yazı yazıldığında) Bursa, Hatay Reyhanlı, Adana, Antep, Antalya Serik ve Konya’da sokağa inen kalabalıklar da şimdiye kadar (çoğunlukla) söylemsel düzeyde kalan yabancılara/mültecilere dönük nefretlerini bu kıvılcım sayesinde sokaklara dökme fırsatı buldular.
Ancak Kayseri’de başlayıp, başka şehirlere sıçrayan bu tepkileri sadece sınırlı bir şekilde mültecilere dönük bir düşmanlık çerçevesinde de anlayamayız. Öncelikle bu nefreti, karmaşık duygu hallerinin somutlaşması, “şeyleşmesi”, ortaklaşması, birbiriyle aynı olmayan duyguların daha güçlü olan dil tarafından “hizalanması”, dolayısıyla elle tutulur hale gelmesi olarak niteleyebiliriz.
Dolayısıyla bugün mültecilerle ilgili olarak şeyleşen ve “ırkçılık” olarak nitelediğimiz “duygusal” (ve “ideolojik”) halin arka planında yatan karmaşıklığı anlamak için, “tezahür” yerine sürecin kendisini anlarsak, belki öfkeli kalabalıkların yarın nerelere varacağını bilemediğimiz tepkilerini dindirecek çözümler bulabiliriz.
Bu yüzden insanların hangi durumlarda böylesine öfkeyle sokağa çıktıklarına dair örnekleri ele alabiliriz. Mesela 1969’da Taksim Meydanı’nda ABD’nin 6. Filo’sunu protesto eden solcu gençlere karşı, dönemin sağcı iktidarları tarafından yönlendirilen “sağcı-muhafazakâr” kitlenin gerçekleştirdiği “Kanlı Pazar” eylemi; 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da özellikle Rum azınlığa karşı yapılan pogrom; 1978’de Maraş’ta ve 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde Alevilere dönük katliamlar; 2010 yılında Manisa’nın Selendi ilçesinde Romanlara veya çeşitli zamanlarda fındık ya da tütünde mevsimlik olarak çalışmaya giden Kürt işçilere dönük linç eylemleri de burada sayılabilir. Hatta 1975-80 arasında siyasal kavgalar bağlamında çeşitli sol ve sağ örgütlerin elemanlarının birbirlerini boğazlamaları, linç etmeleri ve futbol takım taraftarlarının birbirleri karşısında duydukları nefret, mesela bir zamanlar Eskişehirspor ve Bursaspor ya da Sivasspor ve Kayserispor taraftarları arasında yaşanan ve şehirler arasında derin bir düşmanlığa sebep olan şiddet olayları da burada örnek verilebilir.
Türkiye’de bu tür linç eylemlerinin örneği çoktur ama Türkiye tek örnek değildir. Bizzat “linç” kelimesinin ürediği bir yer olarak (yargısız infazları ile meşhur “Charles Lynch” adlı bir hâkimden mülhem) ABD’de beyaz ırkçılar tarafından siyahlara karşı yürütülen çeşitli katliamları unutmak mümkün değildir. Nazi Almanya’sında Yahudilere, Çin’de 1966-1976 arasında gerçekleştirilen “Kültür Devrimi” sırasında “devrimci” olmayan her şeye ve insana karşı yürütülen linç kampanyaları, 1965-66 yıllarında Endonezya’da komünistlere karşı gerçekleştirilen katliamlar; 1961’de Cezayir’in bağımsızlığı için Paris’te yapılan barışçı gösteriye katılan Cezayirlilere karşı düzenlenen katliamlar; Almanya’da aralarında Türklerin de bulunduğu yabancı/göçmen kökenlilere dönük ırkçı saldırılarda ve daha pek çoklarında, insanlar benzer nefret duygularıyla hareket ettiler.
Öncelikle şunu vurgulayalım: Görüldüğü gibi bu örneklerin her birinin sebebi farklı olsa da başkalarını linç eden insanların ortaya sergilediği şiddet performansının (doz dışında) birbirinden pek farkı yoktur.
Neoliberalizmin Ürettiği Sosyal Sorun ve Çaresizlik
Ancak kuşkusuz, içinde bulunduğumuz dönemde bu tür öfke ve nefret eylemleri, bütün dünyada “dışarıdan en son gelenlere” dönük olarak ya da ortalama diyerek kabul ettiğimiz kimliklerden en fazla bir-iki özellik bakımından farklı olanlara daha kolay gösteriliyor. Çünkü içinde yaşadığımız zaman diliminde neoliberal sistem ve söylemin hâkimiyeti altında yaşıyoruz. Bu söylem karşısında, bütün sosyal eşitsizlik sorununa rağmen alt sınıflar alternatif üretme kapasitesini yitirmiş görünüyor. Çok derin bir sosyal sorunun yaşandığı bu ortamda, sosyal dil üretemeyen kitleler, neoliberal iktidar teknolojileri altında üreyen çaresizlik ve korku karşısında en kolay dile gelen cemaatçi söylemlerle kendilerine korunaklar inşa ediyorlar. Brezilya’dan Hindistan’a, ABD’den Türkiye’ye uzanan bütün coğrafyalarda bu “korunaklı” evleri kuran unsurlar arasında dinsel, etnik ve ulusal motifler en önemli rolü oynuyor. Bu unsurlar eşliğinde çaresiz insanlar, ulus-devletin -ekonomik ve sınıfsal olarak anlamsızlaşsa da- okullarda, sporda, seçimlerde vb. varlığını sürdüren dili sayesinde “biz” duygusunu, “içerisi” ve “dışarısı” arsındaki sınırları yeniden kuruyorlar. Bu kurgunun en yeni ürünü “popülizm”, kendilerine güveni olmayan insanların ruhunu “iyileştiren” yeni bir dinsellik, duygusal aidiyet ya da “inanç” veriyor.
Kayseri’de, Bursa’da, Reyhanlı’da sokağa dökülüp Suriyeli avına çıkan insanlar ile hedeflerine koydukları Suriyeliler de aslında aynı dertten muzdaripler. Hepsi neoliberal yapının türlü çeşitli gazabına uğramış insanlar ve bu insanların, bir arada hareket ettikleri takdirde, kuşkusuz kazanacakları çok şey var ve bu birlikte mücadelenin çok çeşitli örneklerini çok farklı yerlerde (mesela İzmir Ayakkabıcılar Sitesi’nde) gördük. Ancak hayat hiçbir zaman tek bir boyutta ilerlemiyor; insanların yaşamış oldukları, tarihten gelen birikmiş tecrübeler, şimdiki zamanda yaşadıkları haksızlıklar ve travmalar, soruna “rasyonel” ve “doğru” bir şekilde yaklaşmalarına engel oluyor.
Travmatik Kültürler
Bir yandan, geçmişten gelen güvensizliklerle hemhal olmuş, derin kutuplaşmalarla yarılmış, cemaatçi yapılanmalarla bunları aşmaya çalışan, üstelik bugün sosyal-ekonomik sorunlarla bir kere daha derin bir kriz yaşayan bir Türkiye toplumundayız. Osmanlı’nın çökmeye başladığı dönemden, yani “fetheden” bir imparatorluktan parçalanan bir imparatorluğa ve giderek “işgal edilen” bir ülke konumuna geçen, güvensizlik üreten, yabancı korkusu, işgal ve bölünme korkusu eşliğinde sürekli cemaatleşen bir toplumdan bahsediyoruz.
Diğer yanda, bu toplumla giderek iç içe geçmeye başlamış olan, ancak Esad rejiminin yarattığı felaketlerle yerlerinden yurtlarından edilmiş Suriye kökenli insanların varlığı söz konusu… Kaldı ki, her iki toplumun kendi içlerinde de hiç homojen olmadığını, çok farklı sınıfsal ve kültürel farklılıklara sahip olduğunu unutmayalım. Böyle bir durumda, her bir ferdi güvensizliklerle dolu bu farklı insanlar arasındaki uyumun kolay olmayacağını kestirmek hiç zor değil.
Neoliberal yapılar, devletler, şirketler karşısındaki bütün bu zayıf aktörlerin çok farklı kaynaklardan beslenen kırılganlıklarını aşmak için asgari bir güce ihtiyaçları var. Popülizm ve bir türevi olarak ırkçılık onların tek üstün göründükleri bir referansı sunuyor. Bu zayıf aktörler, sorunlarını, aşağılanmışlıklarını ve çaresizliklerini, karşılarındaki en zayıf olanlar sayesinde giderebiliyorlar. Ve tabii ki, bu aşamada onlara “en kolay” sebebi ve cevabı veren, sesleri en çok duyulan aktörlerin dilini alıp, sahipleniyorlar. Fransa’da, Almanya’da ya da başka Avrupa ülkelerinde Araplara, Türklere vb. yönelen ırkçı diller gibi, Türkiye’de de zayıf aktörler, kendilerinden de zayıf olanlara nefretlerini, öfkelerini kanalize ediyorlar. Devletin, AKP-MHP karması hükümetin kapalı kapıların ardında mültecileri geri gönderme politikalarının, Zafer Partisi’nin, CHP’nin belediye başkanlarının, medya organları vasıtasıyla çalışan ideolojik manipülasyon ya da kamuoyu yaratma mekanizmaları bu dili elle tutulur ve sahiplenir hale getiriyor. Karmaşık duygular siyasal söylem aracılığıyla tek ve somut bir düşmana yöneliyor. Çok karmaşık sömürü, ideolojiler, sınıf gibi meselelerin “analizi” yerine, çok basit bir cevap buluyorlar: “Senin düşmanın yabancılardır! Sorunun varsa, sebebi mültecilerdir!”
Günah Keçileri ve Devlet Dili Altında Kahramanlık
Bu sayede ırkçılığın güdümüne girmiş insanlar, güçlü şirketler ve devlet aygıtları karşısında ses çıkaramazken, bu ırkçı dil sayesinde, arabaları yakarak, insanları linç ederek, nihayet birileri karşısında “gücün”, sokağı ele geçirmenin, öfkelerini dindirmenin tadını çıkarıyorlar. “Günah keçilerine” her şeyin yapılabileceğini biliyorlar; yaptıkları takdirde de başlarına bir şey gelmeyeceklerinin “garantisine” sahipler.
Hangi dozda ve içerikte olursa olsun, kamusal alana, toplumsal hareketlere, siyasal akımlara taşınan olumlu, olumsuz, umutlu, umutsuz, yumuşak, öfkeli ya da demokrat ve faşist söylemler o toplumdaki siyasal kültürden, devletin kültüründen bağımsız değiller. Dolayısıyla zayıf aktörlerin de kullanabilecekleri nefret dozu da bu devlet etrafında şekillenen ideolojik hegemonyadan bağımsız değildir. Bu yüzden devlet, sorgulanmasını istemediği bir soykırımdan ya da cinayetten bahseden bir medya yayınını, X kanununun, şu sayılı maddesi ve bendine göre, “‘Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz’ ilkesinin ihlali nedeniyle” kapatabilir. Çünkü burada söz konusu olan kutsallık, devletin yazmış olduğu “kurgu”dur. Soykırımdan bahsedilmesinde nefret söz konusu olmasa bile, devlet kendi kutsal dokunulmazlığını korumak için, bu kutsallığa karşı çıkana “nefret” yaftasını yapıştırabilir. Dolayısıyla sıradan vatandaşlar, büyük çoğunlukla, devletin çizdiği kutsallıkla sosyalleşirler. Onlar da -devlete benzer şekilde- devletin dilini taklit edebilirler ve vurmak istedikleri başka aktörlere bu dille -başlarına bir şey gelmeyeceğini bilerek- saldırabilirler.
Ancak Kayseri ve diğer şehirlerde olup bitenler “ırk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep benzeri bir fark gözeterek toplumun kin ve düşmanlığa tahrik edilmesinin” bizatihi kendisidir. Suriyelilere yapılan linç eylemleri toplumda bizzat “nefret duygularının oluşturulmuş” halidir. Ve bu nefretin kaynağı herhangi bir “soykırım iddiası” değildir. Buna karşılık, Kayseri olayları bizzat devlet, siyaset ve medya eliyle yeniden üretilen -ancak devlet nezdinde meşru ve egemen olan- ırkçı nefretten bağımsız değildir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, kendini aşağılanmaktan çıkarmak isteyen aktör için devlet diline uygun olarak ırkçı nefret dilini yeniden üretmek meşrudur ve garantilidir.
Zaten bu yüzden devletin yetkili müdürleri gelip, Kayseri’de, Madımak’ta ya da başka bir yerde hassaslaşıp linç olayına girişmiş güruhları teskin etmek üzere şunun gibi ve birbirine benzeyen diller kullanıyorlar:
“Tepkinizi gösterdiniz. Sizi anladık, mesajınızı aldık. (…) Lütfen ailelerinizi alın, evlerinize geçin. Biz gerekeni yapacağız, bunun sözünü veriyorum.”
Tabii bu arada mesela zeytinliklerini, bağlarını, bahçelerini ya da ormanlarını korumak için kitlesel eylem yapan köylülere karşı buna benzer “şefkatli” söylevler çekilmediğini hatırlamak gerekiyor. Kayseri’de yetkili kişinin insanları sakinleştirmek üzere “taciz mağduru çocuğun Türk olmadığını” söylemesini de ayrıca not etmek gerekiyor. Yani çocuk “bizimkilerden” olmadığı için öfkelenmeye gerek olmadığını (belki bunu sadece iyi niyetle insanları yatıştırmak için rol icabı söylese de) anlatan bir dil vesilesiyle aslında “ırkçılığın” gündelik hayatta nasıl meşrulaştığına ve meşrulaştırıldığına dair epey ipucu taşıdığına dikkat etmek gerekiyor.
Günah keçilerine yönelen nefret dili ya da linç, sonuç olarak, kırılgan zayıf aktörler için, zayıf da olsa düşmanları yenmek (sokakları ele geçirmek, “ben de oradaydım” demek) anlamında bir basamak yükselmek, “adam yerine konmak” anlamına gelir. Ancak bu imkân çok daha farklı gayrimeşru çıkarların da devreye girmesine kapı aralayabilir. Ve bir tür “savaş” halinde ahlaki olarak bütün zaaflar da açılan kapılardan girebilir. 15 Temmuz’dan sonra AKP’nin bir zamanlar ortağı olan Fethullahçı cemaatin kadınlarını “cariye” ve “hak” olarak görmeye başlayanlar gibi, Kayseri’de saldırgan güruhun içinde de benzer “ahlaki zaafları” görmek mümkün oldu. Yüzlerine maske takıp, Suriyelilere ait marketleri yağmalayan ve kasaları soyan insanlar güvenlik kameralarına yansıdı. Gözaltına alınan 73 saldırgandan 40’ının, uyuşturucu kullanımı, yağma, adam yaralama ve tacizden sabıkasının bulunduğu açıklandı.
Hüsrandan Çıkmak İçin Yeni Bir Dil
Ve bütün bu güruh, gülerek, eğlenerek, fotoğraf çekerek, “selfi” çekerek, hem küfrederek hem de tekbir getirerek “Helal! Var ol!” nidaları eşliğinde Suriyelilere ve dükkânlarına saldırdı. Ama bu kitlenin performansını belki daha da iyi anlamak için Suriye sınırları içinde yer alan “Fırat Kalkanı Harekâtı” bölgesinde olup bitenleri, o bölgede Türkiye’den giden tırlara, PTT binalarına, Türkiye’nin kontrol noktalarına saldırılar düzenleyen Suriyelilerin Türkiye’dekiler gibi tekbir getirerek hareket ettiklerini örnek olarak verebiliriz.
Başka bir ifadeyle, aynı Allah’a inanan insanların, kuvvetli oldukları yerlerde birbirlerine aynı Allah’la saldırmaları bize meselenin aidiyetler, kimlikler, şu veya bu ulus, şu veya bu düşmanlar olmadığını gösteriyor. Daha ziyade söz konusu olan mesele, sosyal piramidin tepesindekilerin değil, yaralı ve zayıf birtakım insanların yaşamış oldukları hüsran duygularıyla başa çıkmak için en kolay başvurabildiklerinin “jenerik bir şiddet” şablonu olduğuna işaret ediyor.
Eğer içinde artık Suriyelileri de saymamız gereken Türkiyelileri ortak çıkarları etrafında bir araya getirecek dilleri üretemezsek, derin hüsran duygularını iyileştiremezsek ya da bu hüsran duygusunu aşmak üzere, sorunları üreten gerçek sorumlular karşısında gerekli olan sosyal-sınıfsal ortaklıkları bulamazsak, bu topraklarda benzer şiddet olaylarına şahit olacağız demektir. Ancak şimdilik Suriyelilere dönük olan bu şiddetin, devletin gelecekte hangi ihtiyacına göre başkalarına karşı kanalize olacağını tahmin etmek de zor görünmüyor.