Hüzünlü Beklentiler
Sabit yapılar yoktur, dinamik süreçler vardır ve o dinamik süreçler hiçbir şeyi kararında bırakmaz. Her şey değişir; insan, fikir, yapı, durum, her şey! Değişmeyen şey, eşyanın arkasında sonsuz bir devinimle kaynayan çelişki ve bundan doğan yeni imkânlar, yeni umutlardır. Tarihin dinamizmi budur: Çelişki ve şizofreni!
“Bilginin ütopyası kavramsız olanın üzerini kavramla açmak ama bunu, (onu) kavramla eşitlemeden yapmaktır”.
T. W. ADORNO
Claude Levi-Strauss’un Hüzünlü Dönenceler diye bir kitabı vardır. Yukarıdaki başlık biraz da ondan esinlendi. Strauss orada her bir dönenceyi yeni bir dünya olarak duyumsar, her bir dönencede yeni ve özgün bir yaşam alanı, endemik tür, etnografya ve kültürel çeşitlilik bulur, onu yakalamaya çalışır.
Benimse burada onun eserinden esinlenerek anlamaya çalıştığım şey, benzer bir şey. Hayatı sadece belli bir form üzerinden dayatan genel jargonun aksine, bunun dışında da yürünecek yollar, hayat biçimleri olabileceğine işaret etmek.
Genel jargon aslında hâkim gücün dili, onun grameridir ve bu gramer bize mantık diye dayatılır. Bu, tıpkı uygarlığın tek bir uygarlık olarak dayatılması gibidir. Orada da Batı uygarlığı dışındaki bütün kültür ve deneyimler yok sayılır veya görmezden gelinir.
Strauss Hüzünlü Dönenceler’de buna itiraz etmiş ve dünyanın geri kalanında yaşanan biriciklikleri göstermek istemişti. Avrupa Merkezci dünya tasarımına bir başkaldırıydı onun tavrı. Benim burada anlatmaya çalıştığım şey de anti demokratik iktidarların tekçi jargon ve söylemleriyle karartılan dünyamızda, sonsuz kadar renk ve ton, çıkış olduğunu gösterme çabasıdır.
Renklerin sonu yoktur ve olamaz, çünkü Tanrı vergisidir.
Nazi Karanlığı
Nazilik sadece siyasal ve askeri bir kâbus değil, aynı zamanda Tanrı düzenine de bir isyandı. Türleri yeniden belirlenecek, ekosistemin kendisi bile paganlar döneminden kalma bir renkle boyanacaktı. Herman Göring’in bu türden girişimleri olmuş ve hatta Avrupa bizonu gibi bazı ırklar yaratılmıştı. Bütün hikâye iyiler ve kötülerden oluşan bir tasniften ibaretti.
İnsan bunları düşünürken sayısız çekmecenin içine girdiğini zannedebilir. Bu tasarım bu çekmecelerden bazılarının kapağını ya ebediyen kapatmak ya da tamamen yok etmek üzerine kurulmuştu. Bu sistemde görüş yok, buyruk vardı. Kesinliğinden asla şüphe duyulmayan buyruklardı bunlar. Sonsuzluğun ritmini sonlandırmak isteyen çelik bir kafese dönüşmüştü hayat. Her şeyin kesin olarak belirlenmiş olduğu bir hayata, mekanik dolaplara kilitlenmek gibi bir şeydi bu.
Weber “rasyonalizmin” bu türünü bir yerde çelik bir kafese benzetmiştir.
Tarihin çizgisi buydu. Bu çizginin motoru da devlet ve onun araçlarıydı. Kişiler buna uyum sağladıkları oranda değerli, bu düzeni bozdukları oranda da bozguncuydu. Bu tasarımda doğal düzen kâbus, planlı olan her şeydi.
O dönemin kurbanlarından biri olan S. Zweig, Nazilerin yarattığı umutsuzluğun verdiği karamsarlıkla 1942 kışında eşiyle birlikte Brezilya’da intihar etti. Benzer bir yazgı Annales ekolünün kurucularından büyük tarihçi M. Bloch’u yakaladı. O da zaman zaman kendisini kıyamet kehanetlerine kaptırsa da Nazilerle mücadeleden vazgeçmedi. Ama o da 1944 baharında Fransa sınırlarında Gestapo’ya yakalandığında her şey için çok geç kalınmıştı. O da 1944 yılının meşum bir yaz akşamında Gestapo tarafından infaz edildi.
Böyle zamanlarda tarihin sonunun geldiğine inanılır. Sanki bütün imkân sahası tükenmiş, her taraf tutulmuştur. Oysa Bloch’un infaz edilmesinin üzerinden bir yıl bile geçmeden Naziler oyunu kaybetmiş ve Hitler Berlin’deki sığınağında hayatına son vermiştir.
Tarih böyledir.
Ya Öznenin Hakikati
Öznenin hakikati insanın hakikatidir. Ya onun öncesi, öncenin de öncesi diye sürüp giden ve her şeyin birbirine karıştığı sonsuz bir döngüye gidersek, öz diye neye ulaşabiliriz? Elimizde kalan ya bir avuç toprak ya bir avuç bulamaçtır. Bu durumda öznenin hakikati insanın hakikatidir gibi bir cümle bile fazlasıyla haddini aşan bir ifade olup çıkıveriyor.
Bazı filozoflar kişi neyse odur derken, bazıları da kişi yaptıklarından ibarettir der. Aslında “istisnasız her insan henüz kendisi değildir. Kendilik kavramının insanlık imkânını kapsadığı düşünülmekte hiçbir beis yoktur” diyen Adorno (2016: 254), “Fakat bu imkân” der, “kendiliğin gerçekliğiyle polemik bir karşıtlık içindedir” ilavesini yapmayı da ihmal etmez.
Bu durumda öznenin hakikati bir durum olmaktan çok imkân sahasına giren bir olasılık olarak karşımıza çıkar. Tanrı mülkünde serazat yüzen sonsuz ihtimallerden kabarcıklar şeklinde gülümseyen, elimizle tuttuğumuzda ise avucumuzda hiçbir şey kalmayan gizemli bir ihtimal.
Olasılık böyle, ona kelimelerle giydirilen elbiseler böyle; her şey böyledir. Öyleyse neye nasıl tutunacağız? Aslında sorunun kendisi bile anlamsız. Çünkü olan her şey mümkünün bir parçası, onun ete kemiğe bürünen bir biçimidir. Şu kadar var ki, olan; olması mümkün olanın tek biçimi değildir. Bu alan sonsuzdur ve nihai sınır bilgisi biz ölümlülere kapalıdır. O yüzden orada gümrük duvarları bulunmaz, pasaport dağıtılmaz. Fakat böyle bile olsa her kültür, başta dil olmak üzere varlığa yepyeni bir libas giydirir, ona kendini rengini verir.
İnsanın temel yazgısı budur. Kişinin ben diye deneyimlediği şey bile nihai bir öz değildir. Sadece parantez içinde deneyimlediği fenomenal kesitlerden ibarettir. Varlıkla özne üzerinden kurulan ilişkinin yansız olduğu varsayılan teknikle kurulan ilişkilerde bile bu yazgı değiştirilemez. Orada da varlık anlık bir tasarımın ruhsuz hücresine hapsedilir.
Ya Nesnellikler
Nesnellikler de insan tasarımı tarihsel kategorilerdir.
Tarihte hiçbir zaman nihai bir “öznellik” olmadığı gibi nihai bir “nesnellik” de olmaz. Bunların hepsi sürekli bir devinim içinde birbirini inşa eden dinamik süreçlerin görüngüleridir. Tarihin özü diyalektiktir. Her şey her an bambaşka bir tesirin altında yepyeni bir rüyaya uyanır gibi uyanır uykusundan.
Varlık maceramız böyledir. Antik Yunan’da Sokrat’ın öğrencisi Platon’un varsayımları varlıkta nihai bir ilke olduğunu varsaymıştı. Buna nihai bir asıl da denilebilir. Oysa Tanrı dışında hiçbir varlık için böyle bir tanımlamaya gidilemez. Bu, aynı zamanda şu anda ulaştığımız nesnellik alanları için de böyledir. Ulaşılan hiçbir durak nihai bir durak değildir.
Üzerinde uzlaştığımız geçici bir durak, bir konvansiyondur nesnellik. Örf ve âdetler böyle, ahlak böyle, yasa ve anayasalar böyle, üretim biçimleri ve hayat tarzları böyle, her şey böyledir.
Bu demek değildir ki ayaklarımızı basacağımız nihai bir zemin yoktur. Can ve mallar masundur, dokunulamaz. Irz ve nesil masundur, hukuk masundur, düşünce ve fikir beyanı masundur dokunulamaz. Bunlar bütün insanlığın üzerinde anlaştığı, bütün dinlerin altına imza attığı nesnellik alanlarıdır ve güvence altına alınmıştır.
Fakat bu ilkelerin pratiğe aktarılma biçimleri değişebilir. Tıpkı diğer üretim biçimleri gibi, adaleti üretme biçimleri de gelişmiş veya az gelişmiş araçlar üzerinden sağlandığında başka, sağlanmadığında başka sonuçlar verir.
Birinde aynı ilke adına cinayetler işlenirken, diğerinde aynı ilkeyle refah ve huzur dağıtılır. Bunun temel nedeni, ilkeyle araçların birbirinden ayrılması veya ayrılmaması meselesidir. Birinde soyut ilke konuşulur, diğerinde ilkenin pratiğe yansız biçimde nasıl aktarılacağı.
İşte bu ikinci kısım, yani saf ilkenin pratiğe aktarılma biçimleri üzerindeki teknik kapasite, bize adaleti veya adaletsizliği verir. Bu sürecin bütün muhakeme aşamalarının evrensel hukuka uygun biçimde tek tek tanımlandığı ve uygulandığı durumlarda adaletten, bu süreçlerin muğlak kaldığı durumlarda ise adaletsizlikten söz edilir.
Demek ki marifet neymiş, soyut ilkeleri sakız gibi çiğnemek değil, bunları pratiğe aktarabilme kapasitesine ulaşabilmekmiş.
Yapı ve Umut Arasında
Yapı ve umut arasında sonsuz kadar geçiş alanı vardır. Yapı, çareyi mevcudun içinde, umut da başta içi olmak üzere dışında arama azmidir. Biri, imkânı mevcuda hapsetme, orada görme; diğeri ise imkân sahasını o saplantıdan kurtarma iradesidir.
Demokrasinin kendi araçlarıyla bir komediye dönüştürüldüğü ve her şeyin kitabına uygun biçimde kuralsız bir azınlığın eline geçtiği şarlatanlık çağlarında ümitsizler karamsarlığa kapılırken, ümit sahipleri asla karamsarlığa gömülmezler. Evet, demokrasi bile böylesi karanlık günlerde bir komediye dönüştürülmüş olabilir.
Büyük çoğunluk devre dışı bırakılmış, anayasal kurumlar küçük bir azınlığın operasyonel bir aracı hâline dönüştürülmüş olabilir. Böyle durumlarda kural koyucu olan yasama organı böyle, yargı böyle, kolluk böyle olmuş olabilir. Varsayalım ki anayasal kurumların hepsi bu oyunu oynayan kirli ellerin kullanışlı birer aparatına dönüşmüş olsun.
Böylesi bir durum ve ötesinde bile daima umut vardır.
Böylesi bir durumda bile, hüzünlü bile olsa gelecekle ilgili iyimser beklentilerimiz olabilir. Aksi belli bir hizbi ve kliği Tanrı yerine koyma ve bütün bilgi, beceri ve gücü ona atfetme gibi bir yanılgıya teslim olma durumudur.
Unutmayalım, sabit yapılar yoktur, dinamik süreçler vardır ve o dinamik süreçler hiçbir şeyi kararında bırakmaz. Her şey değişir; insan, fikir, yapı, durum, her şey! Değişmeyen şey, eşyanın arkasında sonsuz bir devinimle kaynayan çelişki ve bundan doğan yeni imkânlar, yeni umutlardır.
Tarihin dinamizmi budur: Çelişki ve şizofreni!
Umudumuzu kaybetmeyelim. Umut ütopya değil, olgudur, tohumdur; hayatın kendisidir.