Huzur ve Güvenlik için Tek Çare Uyum Çalışması

Suriyelilerden kaynaklı tartışmalar ve tedirginlikler ırkçılık riskini artırabilir. Bunun için uyum çalışmaları önemli. Dünyadaki geri dönüş ve yeniden yerleştirme oranları ve Suriye’deki durum göz önüne alındığında, Türkiye’deki Suriyelilerin çok küçük bir bölümünün Türkiye’den ayrılması mümkün görünüyor. Bir ülkeye çok kısa zamanda 4 milyonu aşkın insan geldiğinde doğal olarak toplum tedirgin olur. Türk toplumunun kaygıları ciddiye alınmalı. Toplumun kaygılarını küçümser ve önemsemezsek, popülist liderlerin ırkçı söylemlerine alan açılır. 

Huzur ve Güvenlik için Tek Çare Uyum Çalışması

Türkiye’de son günlerde hem siyasetin hem de toplumun gündeminde göçmenler, sığınmacılar ve mülteciler var. “Geri gönderme” söylemi üzerinden şekillenen sert tartışmalar, toplumda halihazırda var olan kutuplaşmaları da sertleştiriyor. 

 

Meselenin iktidar ve muhalefet açısından siyasi boyutunu, yapılan hataları, toplumun endişelerini ve tepkilerini, Suriyelilerin tedirginliklerini, uyum stratejilerini ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin göç dinamiklerine etkisini, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Mülkiye Göç Araştırmaları Merkezi -MÜGAM- Müdürü, aynı zamanda CATS Fellow olarak çalışmalarını yürüten Prof. Dr. M. Murat Erdoğan ile konuştuk.[1]  

 

Türkiye’de Suriyeli mülteciler ve Afgan göçmenlere yönelik yoğun bir rahatsızlık ve tartışma yaşanıyor. Geçtiğimiz günlerde bütün siyasi partiler de mültecilerin ve göçmenlerin sınır dışı edilmeleri veya ülkelerine geri gönderilmeleri üzerine sert bir polemiğe girdiler. Bu tartışmaların dinamiklerine girmeden size Türkiye’deki mülteci ve göçmen ile ilgili genel durumu sormak istiyorum. Türkiye’deki durumun bir genel fotoğrafını çekebilir misiniz?

 

2011 yılında Türkiye’ye gelmeye başladı Suriyeliler. O tarihte Türkiye’de 58 bin mülteci vardı. Daha sonra Türkiye’nin Suriyelilere yönelik ‘açık kapı politikası’ ile birlikte bu sayı çok hızlı biçimde artmaya başladı. Aslında 2011’de çok gelen yok, 14 bin kişi geldi ama 2012’de sayılar katlanarak artmaya başladı. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Temmuz 2012’de “100 binlik sınırımız var, şu an 67 bin oldu, bu bile çok fazla. 100 binden fazla olursa biz orada de facto güvenli bölgeler oluşturacağız, çünkü bu bizim için ciddi bir risk olabilir” demişti. O sözün muhatabı aslında Avrupalılar ya da diğer küresel güçlerdi. Esad’ın gitmesi gerekiyordu, bu konuda Avrupalıları da motive edebilmek için böyle bir sınır ortaya konmuştu ama zaman içinde bu hızla aşıldı.

 

Şu an 4 milyon mülteciden söz ediyoruz. Mültecilerle ilgili süreç yönetiminde başından sonuna hatalar oldu. Hatanın da temel sebebi şuydu: Türk hükümetleri o dönemde, hatta bugün bile, mültecilere değil Esad’a konsantre oldular. Yani Türkiye’ye insan girişi var ama olay tali olarak algılandı. “Asıl çözüm yeri Şam” denildi ve dolayısıyla Şam’daki yönetim ayrılırsa sorun kendiliğinden çözülecek diye düşünüldü.

 

Başlangıçta yapılan “Acil durum yönetimi” idi. Bunun liderliğini de AFAD yaptı. Afet yönetimi gerçekleşiyordu; çadırlar kuruldu, bir kampla başladı, 26 kampa kadar çıkıldı. Bunların kapasitesi 250 bindi. Bu büyük bir kapasite olsa da, 2013’te artık o da yetmemeye başladı. Ondan sonra çok önemli stratejik gelişme oldu, çünkü IŞİD devreye girdi ve bütün öncelikler değişti.

 

IŞİD’in devreye girmesi çok yönlü biçimde mülteci konusunu etkiledi. Bir; ortam bir şiddet ortamına dönüştü kaçabilen kaçmaya çalıştı. İki; Suriye’de Esad’ın mutlaka görevi bırakmasını söyleyen o zamanki bütün uluslararası koalisyon dağıldı ve dediler ki öncelik IŞİD’in engellenmesi. Dolayısıyla “Esad’ı güçsüzleştirmek, Esad’ın üzerine gitmek şu an stratejik olarak doğru değil” demeye başladılar. Öncelikler ortadan kalkınca Esad da kendisini daha mühim hissetti. Üç; Rusya devreye girdi. O arada bir de uçak olayı yaşandı. Ardından bizim oradaki askeri operasyon kabiliyetimiz daraldı. ABD de devreye girdi o bölgede ve IŞİD ile mücadele eden Kürtlere silah yardımı yapacağız adı altında ciddi bir biçimde oradaki Kürt örgütlere Türkiye’nin muhalefetine rağmen askeri kapasite ve mühimmat desteği sağladılar.

 

Neticede şu oldu: Bizim 2011, 2012, 2013’teki Suriye’de karşımızda sadece Esad vardı. Sonrasında başka uluslararası güçler devreye girdi. İran ve Rusya için Suriye’deki rejimin değişmesi her hâlükârda çok olumlu değildi. Bu ülkeler için Baas Rejimi gayet değerliydi. Esad gidebilirdi ama kardeşi, amcası gelebilirdi. Rejim, yapısı itibarıyla Rusya ve İran için Suriye son derece önemliydi. Türkiye’nin orada daha çok Sünni Müslümanlar üzerinden bir yönetim tasarlaması hem İran’ı hem de Rusya’yı ciddi bir biçimde tedirgin eden hususlardı. Suriye bir anda küresel ve bölgesel güçlerin oyun sahasına dönüştü. Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e yani komşu ülkelere sığınan Suriyelilerin sayısı katlandı, ama en çoğu 911 km kara sınırı olan ve amasız-fakatsız açık kapı politikası uygulayan Türkiye’ye geldi.

 

Başka bir sorun daha yaşadık. Türkiye’ye Suriye’den gelenlere kapıları açınca, 2013’den itibaren bu kapıdan herkes girmeye başladı. Bunu kontrol etmek mümkün olamadı. Hem sınır güvenliğimiz sarsıldı, geçişler kolaylaştı, hem de özellikle İran ile Suriye konusundaki anlaşmazlığımız, İran’ın Türkiye’ye geçmek isteyenleri kontrol etmemesine neden oldu. Suriyelilere açık kapı politikası uyguladık ama günün birinde bir baktık ülkemizde 1 milyon civarı başka yabancı da var.

 

HÜKÜMET, SÜRECİ FAZLASIYLA ESAD’IN İKTİDARIYLA İLİŞKİLENDİRDİ

 

Bu arada diğer yabancılar nasıl gözden kaçırıldı?

 

Çok rahat kaçırılabilir, kaotik bir ortam var, daha da vahimi sınır ülkelerimizle ya iyi değiliz ya da onlar sınırlarını koruyamıyor. Bir sınır tek taraftan korunamaz. İşbirliği gerekir. Bu olamadı. Afganlar, Pakistanlılar, İranlılar çok rahat biçimde Suriyeliler ile birlikte gelebildiler. Hatta bu durum 2014-2016 arasında Türkiye’den Avrupa’ya yönelen mülteci akınına da yansıdı. O dönemde geçen 1,2 milyon mültecinin sadece yarısı Suriyeli idi. Gerisi Türkiye’yi transit kullanan Suriyeli olmayanlardı. Türkiye’ye gelip giriyorsun, sonra imkân varsa karşıya gidiyorsun, gidemezsen bile Türkiye’de yaşayabiliyorsun.

 

Dolayısıyla başından beri hükümetin en ciddi hatası, süreci fazlasıyla Esad’ın iktidarıyla ilişkilendirmesi oldu. Esad giderse, düşerse, ülkedeki mülteciler de geri döner diye düşünüldü.  Bir taraftan da ülkenin mülteci kabulü, kamu diplomasisinin en önemli aracı olarak kullanıldı. Dünya mülteci reddederken biz açık kapı politikası uygulayan bir ev sahibi olarak prestij kazandığımızı düşündük. Bunun söylemi de çoğunlukla daha İslamcı, Ensar-Muhacir söylemi üzerine oturtuldu. “Batılılar, Avrupalılar reddederken biz kucağımızı açtık. Biz böyle bir gelenekten geliyoruz” dendi ama Müslümanlığın gereği olarak vurgulayıp övündüğümüz “Ensar-Muhacir” söyleminde sorunlar vardı.

 

  1. Komşular dışında hiçbir zengin Suudi Arabistan, Katar gibi İslam ülkesi bu söylemin gereğini yerine getirmedi. İslam’ın değerlerini savunmak sadece bize kaldı.

  2. Bizim Müslüman mültecilerimiz geleceklerini İslam dünyasında değil, “ölümüne” Avrupa’da arama yoluna girdi.

 

DÜNYANIN EN LİBERAL MÜLTECİ YERLEŞTİRME PLANINI GERÇEKLEŞTİRDİK

 

Suriyeli mültecilerin toplum tarafından benimsenmesini kolaylaştırmak için dini söylemin elverişli olabileceği düşünüldü muhtemelen…

 

Aynen. O dönemde başka gerekçe sunmak da kolay değildi. Asıl sıkıntı şu; hükümet, bu kontrolsüz insani hareketliliğin risklerini ölçemedi, bunu çok küçümsedi. İkinci büyük bir hata daha yaptık o da şu; açık kapı politikası doğru, savaş var, insanlar savaştan kaçıyor ve her medeni ülke gibi ister dini ister hukuki gerekçe ile sınırlarınızı açmak zorundasınız. Şu an Ukraynalılar kaçarken diğer ülkelerin sınırlarını açtığı gibi.

 

Suriyelilerin Türkiye’de uzun süre kalmasını istemiyorsanız, sınır bölgesinde tutmamız gerekiyordu ve bir an önce Suriye’nin sükûnete erişmesi için özel çaba gösterilmeliydi ama bu treni kaçırdık. Kamplar dolunca da Suriyelilerin ülke içine dağılmasına göz yummak zorunda kaldık. Suriyeliler 2017’ye kadar canları nereye istiyorsa oraya yerleşmeye başladılar. Dünyanın en liberal mülteci yerleştirme planını gerçekleştirdik. 2017’de iş işten geçmişti, kayıtlamayı ancak o zaman tamamlayabildik, ki hala bunda da sorunlar var, sonrasında “artık kayıt olan ilinizden ayrılmayın” dedik. Ama iş işten geçmişti.

 

Açık kapı politikası sonrasında bugünkü göç tartışmalarını etkileyecek ikinci kırılma, mültecileri sınırda tutma yerine ülkenin tamamına dağılmalarına göz yummak oldu diyorsunuz…

 

Evet. Örneğin Almanya’da da başka ülkelerde de mülteciler gelince, ülkenin koyduğu belirli bir kota çerçevesinde dağıtılır, gettolaşmanın önüne geçilir, süreç yönetimi kolaylaşır. Normalde 2011’e kadar biz de “uydu kentler” uygulaması ile böyle yaptık. Ama Suriyeliler için biz böyle bir şey yapamadık; yapmamak bir yana Suriyeliler kendi iradeleriyle nereye gidecekse oraya yerleştiler. İş bulacakları yerlere, akrabalarına gittiler ve doğal olarak “kümelenme” söz konusu oldu. Gettolaşma da diyebileceğimiz kümelenme kendilerini iyi hissetmelerine neden oldu, çünkü kendi insanlarıyla bir araya geldiler ama bu süreç yönetimini zorlaştıran temel sıkıntıdır. Aradan on sene geçtikten sonra, adına “seyrekleştirme” politikası denilen politikaya başlandı, ama artık çok geç. En başında, bir ilçede yabancı nüfus oranın nüfusunun % 5’ini aşamaz denilseydi ve kayıt böyle alınsaydı, makul bir dağılım olabilirdi. 

 

TÜRKİYE BAŞINDAN BERİ SÜRECİ GEÇİCİ GÖRÜYOR

 

Türkiye bu süreci başından beri geçici olarak görmek istedi, bugün de öyle görüyor. Topluma da öyle yansıttı. Türkiye’deki Suriyeliler ile ilgili toplumda yaratılan beklenti, “Bu insanlar yarın evlerine dönecekler” beklentisi idi. Bu kadar uzun süre Türk toplumunun ses çıkarmaması, siyasallaşmaması şaşırtıcı bir durum. Ben bunu Türkiye’de rahatsızlıklara rağmen, kırılgan da olsa yüksek bir toplumsal kabule bağlıyorum. Konu Yeni yeni siyasallaşıyor, çünkü Türk toplumu da fark etti ki, geri dönmeyecekler… Toplum artık Suriyelileri mağdur, mazlum değil, tehdit olarak görmeye başladı.

 

Yakın zamana kadar Türkiye’de hem siyasi dil ve politikalar hem de toplumsal algı itibarıyla Suriyeliler meselesinde ciddi bir direnç oluşmadı. Siyaset, yerel yönetimler, medya, mülteciler ve toplumun mülteciler ile ilişkisi üzerine pozitif bir dil kullandı. Bugün çok daha negatif bir duygu ve dil dolaşımda. Bu dönüşüm nasıl yaşandı? Bunu sağlayan temel dinamikler ne oldu? Siyaset mi toplumu yönlendirdi, toplum mu fikir değiştirdi ve malzeme olduğunu hissettirip siyaseti bu işe çekti. AB ile mülteciler konusundaki anlaşma mı bu sonucu doğurdu? Kısacası bugünkü negatif duygu ve dil nasıl oluştu?

 

Dünyada normal ortalama göç hareketleri kontrollü hareketlerdir. Kanada yılda 350 bin göçmen alır ama seçer. Planlar, o insanları farklı etnik kökenlerden, bölgelerden, dinlerden alır, ülkelerinin farklı yerlerine ihtiyaca göre dağıtır ve süreci yönetir. Buna rağmen her zaman sonradan gelenlere yönelik tedirginlik oluşur toplumlarda. Almanya’da 60 senedir yaşayan Türklerden bile duyulan tedirginlik partiler kurduruyor. 

 

Sınırdan gelen mülteciliğin yönetimi ise bundan çok daha zor bir süreç. Bir anda, tamamen planlamanız dışında milyonlarca insan ülkenize gelip kendilerine göre hareket edip yerleşiyorlar. Tarihsel olarak da kültürel olarak da ülkede bir Arap rahatsızlığı olduğunu da unutmayalım.

 

Bir noktayı daha unutmayalım; bu insani hareketlilik insani olduğu kadar siyasi bir olay da. AK Parti’nin bir politikası var. Bu politika toplumun yüzde 50’si tarafından Erdoğan liderliği ile kabul edilen, yüzde 50’sinin de başından beri reddettiği bir politika. Türk toplumunun tamamı hiçbir zaman bu insanların gelişinden o kadar mutlu olmadı. Hatta hatırlatayım, 2012’de Hatay’da Esad lehine gösteriler yapıldı sokaklarda. Orada da başka algı var. Hatta 2012’de Kobani’ye kadar Kürtler de tedirgindi. Hem Kürtlerde hem Alevilerde “Erdoğan Sünni Arapları getiriyor bizi seyrekleştirecek” diye düşünüyorlardı.

 

Tedirginliklerini ifade etmiyor toplum, çünkü birincisi, nasıl olsa gidecek diye düşünüyorlardı. İkinci olarak da işin vahametini fark edemediler. Bu konular çok açık konuşulamadı.

 

Güvenlik çalışmalarında seküritizasyon (securitization-güvenlikleştirme) diye bir konu var; yani göçmenlerin güvenlik sorunu olarak algılatılması ve popülist politikacılara alan açılması. Bunu dünyanın her yerinde görüyoruz; Trump da yaptı, İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecinde de yapıldı, burada da yapıldı, her yerde yapılıyor. Ama bu süreç sadece yukarından aşağıya değil, aşağıdan yukarıya da gerçekleşebilir. Yani sadece algı yaratmakla gerçekleşmez. Bazen doğrudan toplum kaygılarını siyasete taşır. Şu an Türkiye’de daha çok bu yaşanıyor.

 

TOPLUMUN KAYGILARINI GİDERMEK İÇİN HİÇBİR ŞEY YAPILMADI

 

Seküritizasyon nasıl gerçekleştirildi Türkiye’de? Birkaç politik figür var, onlar bir şeyler söylüyorlar, toplum endişe ediyor. Ama unutmayalım, toplum da buna hazırlıklı. Çünkü toplumun kaygılarını ciddiye alan, kaygılarını gidermeye yönelik hiçbir şey yapılmadı neredeyse. Duygusal söylemler ve şeffaflıktan uzak süreç yönetimi toplumun tedirginliğini daha artırdı. Üstelik Suriyelilerin % 99’u kamplarda değil, Türk toplumu ile bir arada yaşıyor.  Toplumu ikna edecek bir iletişim stratejisi geliştirilemedi. Onlar din kardeşlerimiz ve yakında gidecekler dışında bir şey olmadı. Urfa’da bir belediye başkan yardımcısı ile görüştüğümde, “Hocam bize gaz veriyorlar, gariban Urfa’da 500 bin Suriyeli var, Ensar Ensar diyorlar ama Ensar’ın da bir takati var, Ensar’ın takati kalmadı” dedi. Bunun hesaplamasını yapmak istemedi bizimkiler.

 

Danimarka geçenlerde bir açıklama yaptı ve “Sıfır mülteci politikası izleyeceğiz çünkü planlayamıyoruz ve bizim sosyal yapımızı bozuyor” dediler. Bir cümle daha söylediler; “Mülteciler huzurumuzu bozunca aşırı sağcılar, faşistler çıkıyor ve oy topluyorlar. Bunu engellemek için mülteci politikasında başka yöne gideceğiz” dediler.

 

O ülkelerin tedirginliği bizde de olmalıydı. Aşırı sağ, faşist, ırkçı siyasi hareketler aslında çok şaşırtıcı bir şey değil. 6-7 Eylül olayları ile Kürtler ve Alevilerle ilgili olanlara bakın… Bunların olduğu bir toplumdayız. 4 milyon insan gelince toplum bir şey olmamış gibi hayatına devam edemez. Türk toplumu bu insanların gitmediğini gördü, siyasi aktörler de bu konuyu ısıtmaya başladılar. Siyaset aktörlerinin konuyu ısıtması da gayet anlaşılır bir durum. Siyaset, hele bizde ölümüne bir post kavgasıdır. Karşıdakinin açığına yönelirsiniz. Ve bunun toplumda karşılığı olduğunu fark edince de çıtayı yükseltirsiniz. Bunu vatan millet adına yaparsınız ama ülkenin geleceğine huzuruna ne çok mayın yerleştirdiğinizi dert etmezsiniz.

 

Şu an muhalefet 20 senenin en önemli “açığını” yakalamış durumda. Bu açık, hükümetin üzerine rahat gidebileceğiniz ve toplumda karşılığını bulabileceğiniz bir açık. Tıpkı Avrupa’da gördüğümüz gibi önce bir parti ya da lider çıkıp çok aykırı şeyler söylüyor, herkes önce uzaktan bakıyor. Bunun toplumdaki karşılığını görünce büyük partiler de oraya yöneliyor. Onun söylediğinin bir tık aşağısını, farklısını söylüyor ama onun etkisi çok daha büyük kitleyi kapsıyor.

 

AK Parti’nin asıl dramı şu, araştırmalarda da görüyoruz; konu sadece muhalefet tarafından değil, AK Partililer tarafından da bir sorun olarak görülüyor. AK Partililer de MHP’liler de bu gidişattan rahatsız ama Erdoğan’ın liderliği bunu bir yere kadar tutuyor. Ancak artık Erdoğan da konunun kendi partilileri bakımından da ciddiyetini görüyor. Erdoğan 1 ay önce “Onları göndermeyeceğiz” derken, sonraki konuşmalarında “Onurlu geri dönüş” vs. deme ihtiyacı hissetti. Erdoğan’ın söylediği ile CHP’nin söylediği ‘davul zurna ile göndermek’ arasında fark yok aslında. Bu baskıyı Erdoğan’ın ve hükümetin de hissettiğini net görüyoruz.

 

Peki önümüzdeki dönemde, uluslararası örneklerle de karşılaştırırsak, nasıl yönetilebilir bu mesele? Büyük bir kitlesel yapı söz konusu. 4 milyona yakın Suriyeliyi geri göndermenin yolu var mı?  

 

Dünyanın gördüğü en yoğun insani hareketliliği yaşadı Türkiye. Bunun öyle çok örneği yok. 2015’te Suriyeliler ve diğer mülteciler Avrupa’ya doğru yöneldiler. Yaklaşık 1,2 milyon insan gitti, kıyamet koptu. Dünyanın en zengin bölgesine, kapasitesi olan, bunu yönetebilirim diyen yerlere gittiler. Üstelik insan kaynağı ihtiyacı olan yerlere de gittiler bir de. AB yılda en az 2 milyon göçmen alıyor ama mülteciye “Dur orada” diyor. Çünkü göçmeni seçemiyor, mülteciyi seçebiliyorsun. Dünyada en fazla mülteci barındıran ülke olmak ne kadar övünülecek bir şeydir, bunu düşünmek lazım. Birleşik Arap Emirlikleri dünyada nüfusuna göre en fazla göçmen alan ülkedir ama bakın bakalım kaç mülteci var orada. Neredeyse sıfır. Göçmen almak bile risk iken, kitlesel mülteci akınlarını hafife almamak gerekiyordu.

 

GÖÇMEN POLİTİKALARI TEMELDE GÜVENLİK ÜZERİNDEN GİDER

 

Göçmen alan tüm ülkeler asla tek bölgeden, tek ırktan, tek dinden insan almazlar, özellikle baştan karıştırırlar ki ileride gettolaşma sürecini kırsınlar. Yani başından güvenlikçi başladılar. Mülteciler için bu kontrol sürecini yapabilmemiz imkânsız. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu durumun başka örneklerini görmemiz çok zor. 1990’larda Halepçe katliamından kaçanların Türkiye sınırına yığıldığını biliyoruz. Ama o zaman sınırda tutuldu insanlar ve sonra da Irak’ta çözüm sağlanınca geri döndüler. Türkiye’nin içine dağılmış olsalardı, onlar da dönmezdi.

 

Geri gönderme konusunda elimizde yeteri kadar tecrübe var. Dünyada bir ülkeden başka ülkeye giden, gittiği ülke, geldiği ülkeden daha iyi olanların yüzde 90’ından fazlası orada kalıyor. BM geri dönüş oranlarını yüzde 3 olarak veriyor. Hele araya birkaç sene girmişse, yeni yaşamını kurmuşsa, döneceği ülke karman çormansa, geleceği göremiyorsa kalıyor.

 

Suriye ve Afganistan’a bakalım. Suriye’de önümüzdeki 10 senede barış ve refahın sağlanacağına kimse inanamaz. Esad bugün, “Hadi anlaştık, gelsinler hadi bir şey yapmayacağım vallahi” deyip Kuran’a el bassa, buna kaç Suriyeli inanacak? Buna inanmanın maliyetini kim karşılayacak? Amerika, Afganistan’dan çekiliyorum dedi, çekildi gitti, millet orada Afganistan Taliban’ı ile baş başa kaldı. Esad için de aynısı olacak. Esad eziyet etmeye başladığında iddia ediyorum uluslararası kurumlar kılını kıpırdatmayacak. Birkaç kınama mesajı yayımlanacak. “Tamam Esad onları kontrol et, gelmesinler yeter” diyecekler. Dönem, diktatörlerin mutlu olduğu dönem. Mülteciler de aptal değil, görüyorlar. Yani gönüllü geri dönüş, bugünkü şartlarda Suriyelilerin gündeminde değil.

 

Sadece barış gelmesi de yetmiyor, bir de oranın altyapısı, hastanesi, okulu var. 10 yıllık savaştan kaynaklanan toplumlar arası kemikleşme ve düşmanlaşmalar da var. Bunları burada çok küçümsüyoruz.

 

TÜRKİYE’DE KIRILGAN TOPLUMSAL KABUL AZALIYOR

 

Gelelim Türkiye kısmına, 11 sene geçti. 750 binden fazla bebek doğdu. Şu an 760 bin Suriyeli çocuk Türk okullarına gidiyor, Türkçe eğitim alıyor. Her Türkçe eğitim alan çocuğun ailesinin bir ayağı Türkiye’ye sabitlenmiştir. 50 bin Suriyeli genç üniversitelerde okuyor. 1 milyon civarı Suriyeli çalışıyor Türkiye’de ve bir biçimde toplumun reaksiyonu bir yana, çok ciddi sıkıntılar yaşamıyorlar.

 

Yüksek toplumsal kabulden kastım şu. Hiçbir toplum bir anda ülkesinde nüfusunun yüzde 5’ini aşan milyonlarca mülteciyi bulup, doğal bir süreç gibi bunu görmez. Hükümetler düşer, çatışmalar olur vs. Türk toplumu onları sevmiyor, istemiyor, gitsinler istiyor. Hiçbir şekilde onlarla ortak bir gelecek istemiyor.  Ama 10 senelik ortak yaşam da bir başka gerçeğe işaret ediyor. Sevmemelerine istemelerine rağmen nispeten barış için yaşanılıyor. Hatta toplumun yüzde 40’ı Suriyelilere maddi destekler sağlıyor ve onlara saldırmıyor. Bu da önemli. Dolayısıyla hep iddia ediyorum, her şeye rağmen Türkiye’de toplumsal kabul başka herhangi bir ülke ile karşılaştırılmayacak şekilde (mesela kendileri de Arap olan Lübnan, Ürdün’e, ya da Batılı ülkelere bakın) gayet yüksek ama azalıyor. Türk toplumundaki değişim 2017 sonrasında yani artık gitmeyeceklerine dair emareler ortaya çıkınca ve her yerde Suriyeliler ile karşılaşınca çok belirgin hale geldi. Artık Suriyelilere “mağdur-mazlum” insanlar diye değil tehdit diye bakıyor ve bu eğilim güçleniyor. Dolayısıyla Türk toplumunun dayanaklılığı geliştirmemiz lazım. Bunun yolu da toplumun kaygılarını ciddiye almaktan geçiyor.

 

Mülteciler ile ilgili BM’nin de vurguladığı üç kalıcı çözüm var:

 

Bir; eğer ülkelerindeki koşullar düzeldiyse, uluslararası koruma ihtiyacı kalktıysa gönüllü geri dönüş. Ama burada kimse riske atılamaz. Halen Suriye de Afganistan da gönüllü geri dönüş koşullarının oluşmadığı ülkeler olarak tanımlanıyor. Bu bağlamda “zorla geri göndermeme ilkesi” son derece önemlidir. Bunu sadece mülteci hakları savunanlar, hukukçular değil, en son Sayın Devlet Bahçeli de dile getirdi ve dedi ki “Uluslararası yükümlülük var, kafamıza göre gönderemeyiz.”

 

İki; başka (üçüncü) ülkeye yerleştirmek. Bu kotalar dünyanın her tarafında düştü şu an, yılda ortalama başka ülkeye yerleştirilen insan sayısı, ki 82 milyon mülteci var, 100 bini aşmıyor. Mültecileri ben almıyorum deyince ülkeye baskı da yapamıyorsunuz. Trump geldi Amerika’ya, o zamana kadar ABD yılda yaklaşık 150 bin kişi alıyordu, “Ben bu sayıyı düşüreceğim” dedi. Düşürmekle de kalmadı, durdurdu. Bir tane kurum Trump’a ya da ABD’ye baskı yapamadı. Kanada yılda 25 bin kişi alıyor, “İstemiyorum” derse yapacak bir şey kalmıyor. Uluslararası hukukun sopası yok yani. Dolayısıyla üçüncü ülkeye yerleştirme neredeyse en imkânsızı. Sembolik hale geldi. Yüzde 1’lere düştü. AB bize 2016’da yılda 72 bin sizden alacağız demişti. Düşünsenize toplamın % 2’si bile değil. Bunu bile almadılar. Alsalardı da asıl büyük kitle bakımından bir işe yaramazdı. AB Türkiye’den son 5 senede 30 bin mülteci aldı sadece.

 

UYUM ÇALIŞMASI GELENLER İÇİN DEĞİL, TOPLUMUN HUZURU İÇİN YAPILIR

 

Geriye üçüncü seçenek kalıyor. Bulundukları ülkede, o toplumda onurlu biçimde yaşamalarını sağlamak için uyum çalışmalarına yatırım yapmak. Ben 2015’den bu yana “Türkiye’deki Suriyeliler konusu artık geçici değil, kalıcı bir sorundur. Türkiye’deki Suriyeliler ülkelerine gönüllü geri dönmeyecek, bu gerçeği görüp ona göre politikalar yapılmalıdır” diyorum. Bunu asla “burada kalsınlar” diye söylemiyorum. Keşe yarın ülkelerine gitseler. Ama konu uzmanı bir akademisyen olarak tespitte bulunup, önerimi dile getiriyorum. İnanılmaz eleştiri alıyorum. Ben uyum dediğimde, bak sen onlar burada kalsın istiyorsun diyorlar. Alakası yok. Bu ülke için gelecekteki huzurumuz için gerekiyor bu. Bir de “krizi fırsata dönüştürelim” söylemi var. Ben çok minimalistim ve diyorum ki, bırakın bu krizi fırsata çevirmeyi, en az zararla nasıl atlatabiliriz ona bakalım. Konu ciddi, zor ve riskli. Tam da onun için uyum politikaları gerekiyor.  İnsanlar öyle sanıyor ki, bizde uyum çalışması yapmasak, bunlar ülkelerine ya da üçüncü ülkeye, Avrupa’ya Almanya’ya gidecek. Bu artık mümkün değil. 2020 Şubat ayında bir kapıları açma denemesi yaptık. Sonuç alabildik mi? Ne yazık ki artık çok fazla seçenek kalmadı. Bir grup gitse de milyonlarca mülteci bu ülkede yaşamaya devam edecek. Bunu dikkate alarak politika yapmazsak, risklerimiz büyüyecek.

 

Uyum çalışması gelenler için yapılmaz, toplumun huzuru için yapılır. Biz şu an 770 bin çocuğu okula gönderiyoruz. Bunun yıllık maliyeti 1 milyar Euro. Niye üstleniyoruz biz bunu, niye okula gönderiyoruz, masrafa giriyoruz? Peki çocukları alalım okuldan; yarın göndereceksen al da gönderemeyeceksen çocukları okutmamak senin hayatını karartacaktır. Şu an 500 bin çocuk okula gitmiyor, o bile başlı başına handikap. Hadi ondan vazgeçtik. Eninde sonunda kendi geleceğin, kendi huzurun için yatırım yapmak zorundasın. Şu an Türkiye’deki asıl sıkıntı bu. Bunun farkında değiliz.

 

Türkiye ve Türk toplumu şöyle düşünüyor. Suriye’de, dünyada hiçbir ülkenin yapmayacağı kadar çok şey yaptık. Ekonomik, siyasi maliyetleri var ama aşırı derece bir naif yaklaşım söz konusu. Suriyeliler her gün bize dua edecekler, teşekkür edecekler… Vallahi hiç öyle olmuyor.

 

SURİYELİLERDE, ÖTEKİSİ TÜRKLER OLAN BİR MİLLİYETÇİLİK GELİŞİYOR

 

Suriyeli gençlerin, hatta yetişkinlerin de Türkiye’den şikâyetleri artıyor. Suriyelileri o kadar ihmal ediyoruz ve son dönem o kadar anlamsız üzerlerine gidiliyor ki, hükümetin üzerine gidebilirsiniz ama Suriyelinin üzerine gitmenin anlamı yok. Bu, Suriyelilerde ötekisi Türkler olan bir milliyetçilik geliştiriyor. Bu milliyetçilik ırkçı temele dayanacak, bizdeki ırkçılığı da körükleyecek. Biz bunun farkında değiliz. Göçmen kültürü reaksiyon üzerine gider.

 

Geri göndermek ne kadar pratiktir sorusuna geri döneyim. BM, insan hakları kurumlarının hepsi, Suriye ve Afganistan’daki durumu geri dönüşe uygun ülke olarak tanımlamıyorlar. Biz Suriye’nin yüzde 12’si olan bir bölgeyi kontrol ediyoruz ve geri göndermeyi oraya yapıyoruz. Ancak insanlar “Geldiğim yere gitmek istiyorum” diyor. Türkiye’nin oluşturduğu bölge kronik bir çatışma alanına benziyor. Onun da kapasitesi var, yani ne kadar insan gönderebilirsiniz oraya?

 

Muhalefet diyor ki, “Esad ile anlaşacağız. Esad af çıkaracak, biz bunları göndereceğiz”. Naif bir yaklaşım. “Sonra da biz BM ile birlikte takip edeceğiz insan hakları ihlallerini ve müdahale edeceğiz”. Nasıl, kime müdahale edeceğiz? Bosna’da BM askerlerinin gözü önünde yaşanan soykırımı sizler unutabilirsiniz, ama ölümden kaçan mülteci unutmaz. Hangi devlet müdahalene izin verir, BM bugüne kadar ne yaptı ki bundan sonra da yapabilsin?

 

Diyelim ki bu hükümet veya yeni hükümet, “Bu iş büyüdü, Esad ile anlaşalım çözülsün” dedi. Tamam, peki Esad ile anlaştıktan sonra Türkiye’nin Suriye’de sahip olduğu alanı terk etmek zorunda değil miyiz? Biz o bölgeden çekildiğimizde şu an oraya taşıdığımız insanların durumu ne olacak? Uluslararası hukuk bakımından zaten geri göndermeme ilkesi var. Gözümüzü kararttık diyelim, gönderiyoruz dedik. Pratiğini düşünelim. 4 milyon insanı Edirne’den İzmir’den Giresun’dan nasıl toplayıp zorla göndereceksiniz? Bunu yapabilmenize pratikte imkân yok.  Olsaydı, en azıdan düzensiz göçmenler gönderilirdi.

 

Türkiye’de düzensiz göçmenler var, Afgan, Pakistanlı, Iraklı. Düzensiz göçmen, yani Türkiye’ye geliyor ama izin almamış, mülteci de değil, ekonomik göçmen olarak geliyor, yakalıyorlar. Yakaladık peki, normal prosedür olarak ülkesine geri göndereceğiz, gönderebiliyor muyuz? Türkiye son dönemde olağanüstü çaba sarf etse de gönderebildiklerimizin oranı yüzde 30’larda. Düzensiz göçmeni gönderme hakkın var, buna rağmen onu bile gönderemiyorsun, bırak Suriyeliyi, mülteciyi. Bu sadece bize özgü durum değil. Avrupa için de ABD için de bu geçerli. ABD’de 11 milyon düzensiz göçmen var. Bir ülkenin sınırına girdikten sonra gönderilmeleri çok zor.

 

Türkiye’de bir düzensiz göçmen yakalanıyor diyelim. Elinde belge yok. Göçmen kaçakçıları da öğretir onlara belge olmasın diye. “Nerelisin” diye sorduğunda, bir ülke ismi söylemez ya da Türkiye’nin anlaşması olmayan ülke ismi söyler. Sizin önce onun genetik testini yaparak parmak izini alıp nereli olduğunu bulmanız gerek. Adam size hikâye anlatır, “Bilmem ne kabilesindeydim, onlar iktidara geldi eziyet ediyor, ben geldim” diye. Şimdi bu olay doğru mu değil mi? Adam belki mülteci. Bunu araştıracaksınız. Bu bitecek, karşıdaki ülkeye lütfedeceksiniz “Göndereceğiz alır mısınız?” diye, onlar izin vermese yine gönderemiyorsun. Bu iş Türkiye’de “Göndeririz de göndeririz” diye düz tartışılıyor. Bunun pratikte gerçekleşmesi son derece zor. Türkiye son dönemde çok insan gönderiyor ama yaraya derman olmuyor. İlk 5-6 senenin hatası net biçimde kendini ortaya koyuyor.

 

Sınır güvenliğimizde 2011 sonrasında ciddi sorunlar var. Dünyaya çok laf ettik, onlar çit çekiyor, duvar örüyor, biz gönlümüzü açıyoruz diye, sonra ne oldu, şu an dünyada en uzun sınır duvarını biz örmek zorunda kaldık. Şu an çok ciddi bir mücadele verilse de sınırda ve içeride düzensiz göç akını devam ediyor ne yazık ki. Bunun en önemli nedeni ise sınırın öte tarafını tutanın olmaması.

 

En anlamlı ihtimal, burada kalabileceklerini öngören yeni bir perspektifle meseleye yaklaşmak ve gerekli tedbirleri almak diyorsunuz. Toplum bu kadar teyakkuz halindeyken, siyasetçiler çıkar beklerken Türkiye bu sağduyuyu ne kadar gösterebilir, politikalarını buna göre uyumlaştırabilir? Başka çare yoksa siyaset ile toplum niye bu kadar agresif ve reaktif tepki veriyor? Bahsettiğimiz muhalefet, seçim sonrası iktidarı düşünen bir muhalefet. Dolayısıyla kendisi yüzleşecek yerleştirme işiyle. Buradaki paradoksu nasıl çözebiliriz?

 

Siyaseten gerçekliğin kabulü kolay değil. Hele bu siyasetin mimarı ve uygulayıcı olan AK Parti için çok daha zor. Toplum yeni kararı, kendi istemediği kararı gördüğünde direniş gösteriyor. Bu da onun hakkı, garipsememek lazım. Türk toplumunu o anlamda ırkçı vs. diye etiketlemek anlamlı değil ama biz onun kaygılarını küçümser ve önemsemezsek toplumda bu oluşum güçleniyor. İnsanlar tedirginliklerine cevap arıyorlar ve bulamıyorlar. Yani bir anda yüzlerce yalnız genç erkeğin sınırlardan geçip yürüdüğünü gören insan oturup onun analizini yapmaz, o ona yeter. Birçok olay sadece imajdır. Birkaç görüntü yeter. Ama burada “bunlar algı operasyonudur” diyerek de geçiştiremezsiniz. Siyasi hatalar konusunda hesaplaşma doğaldır. Bunun çerçevesi önemlidir.   

 

Hayatım boyunca “Suriyeliler Türkiye’de kalsın” demedim, bundan sonra da demeyeceğim ama ne yazık ki çok yüksek orandaki Suriyeli “kalacak” diyorum. Bir temenni değil, bir tespit var burada. Kendi geleceğimiz, demokrasimiz, insan haklarımız bozulduğu için bu ülkede; ırkçılık sorunu yaşanmaması için Suriyelilerle ilgili, insan onuruna uygun yaşamı hak görmemiz için uyum çalışmasından başka seçeneğimiz yok. Türkiye’deki Suriyelilerin maksimum yüzde 10’u Türkiye’den ayrılacak gibi görünüyor. Yaptığımız tüm çalışmalar ve dünyadaki örnekler bunu gösteriyor. Geri kalanla nasıl yapacağız, bunun derdinde olmamız lazım. Topluma nasıl kabullendireceğiz? Uyum çalışması da öyle kolay bir iş değil. Devletin uyum politikası yapması yetmez, Türk toplumunun bu konudaki tavrı çok belirleyici olacaktır.  Toplumun desteği alınmadan uyum çalışması da olamaz.

 

Uyum çalışmalarının Riski de var. Almanya’ya giden Türkler için Almanlar 25 sene sonra uyum çalışmalarına başladı. Onlar da, “Uyum çalışması yaparsak kalırlar burada” dediler ve çalışma yapmadılar. 25 sene sonra Türklere rüşvet verdiler, para verelim dönün dediler. 200 bin Türk geri döndü. 3 milyonu kaldı. Ondan sonra “Yapacak bir şey yok, uyum çalışması lazım” dediler. Siyasette, eğitimde, sosyal alanda dönüştüler. O gün yapılan hatalar bugün kendisini gösteriyor Almanya’da ve bunu Almanlar kendileri de söylüyor.

 

VATANDAŞLIK POLİTİKASI ŞEFFAFLIKTAN UZAK OLURSA TOPLUM TEDİRGİN OLUR

 

Bizde süreç sert gidiyor. Dolayısıyla uyum çalışmasına bir biçimde başlamamız gerekiyor.

 

Birincisi, statü ile ilgili konu. Hükümet uyum çalışması yapacak ama statü, “geçici koruma” statüsü. Siz zaten ‘geçici’ olarak nitelendirdiklerinize nasıl uyum politikası yapabilirsiniz. Bunun anlamı yok. Bundaki süreçlerin daha iyi ayarlanması lazım.

 

İkincisi; Türkiye’de yapılan en büyük hatalardan birisi, Suriyelilerle ilgili vatandaşlık süreçleri oldu. Topluma bunu anlatmak zor. AK Partililer en az diğer partililer kadar rahatsız. Gayet de doğal. Türkiye’de istisnai vatandaşlık yolu açıldı. Türkiye’deki Suriyelilerin geçici koruma statüsü vatandaşlık başvurusunu engelliyor. Uluslararası korumaya başvuruyu da engelliyor. Sonra kendimiz 2016’dan bu yana Suriyelilerin içinden seçtiklerimize vatandaşlık veriyoruz. Hangi kriterlerle seçiliyor, kimler seçiyor, kaç kişi seçildi? Olağanüstü bilgi kirliliği var bu konuda. Hükümet arada bir sayı dışında bir şey vermiyor. Oysa bu tavır topluma tedirginlik ve dedikodular olarak geliyor. Vatandaşlık az buz bir şey değil. Hele bizim memlekette. Her bir T.C. Vatandaşının gelecekte kaderine karar verme hakkına kavuşan vatandaşlar konusunda olup biteni görmek, kriterleri bilmek hakkıdır. Bu çok ihmal ediliyor.  Onun için de Türk toplumunun Suriyelilerden en büyük endişesi vatandaş olmaları.

 

İstisnai vatandaşlık dediğiniz şeyi 1.000, 5.000 kişiye verirsiniz, dünyanın her yerinde verilir ama istisnai vatandaşlığı bir kurala haline dönüştürürseniz, 200 bin kişiden söz ediliyor ki millet ona da inanmıyor. Diyelim ki 200 bin kişi, bu kadar kişiye vatandaşlık istisnai halde verilince hem Suriyeli hem de Türk bunun kriterini bilmiyor. Çok daha kolay düzenlenebilir. Türkiye’deki Suriyelilerin geçici koruma statüleri var, “5 ya da 10 sene kaldıysan, ikamet iznine başvurursun, aldıktan sonra 5 sene beklersin vatandaşlık yolun açılır”, ama şu eğitim ve dil seviyesinde olmalısın vs. dersin. O zaman Türk toplumu da Suriyeli de süreci görür. Şu an ne Türk ne Suriye toplumu süreci görüyor. Vatandaşlık politikası şeffaflıktan uzak olursa toplum tedirgin olur. Düzenlemek lazım.  Bu arada vatandaşlığa alınanların AK Parti’ye oy kazandıracağını düşünenler de yanılıyor. Diyelim ki 10 bin kişiye vatandaşlık verildi ve bunların içinden 6 bin oy alınacak. Araştırmalarımız gösteriyor ki AK Parti bu 6 bin oydan çok daha fazla oyu bu sefer tepkilerden dolayı kendi seçmeninden kaybediyor.

 

Uyumla ilgili sürecin en önemli üçüncü ayağı eğitim. Türkiye 2016’da radikal bir değişiklik yaptı. 2016’ya kadar Suriyeli çocuklar geçici eğitim merkezi adı altında Arapça eğitim veren okullara gidiyordu, öğretmenleri de Suriyeliydi. Tam o dönemde IŞİD gibi selefi akımlar güçlenince bizimkiler tedirgin olmaya başladılar, anlamlı olmayacak böyle devam etmek, dediler. AB desteği ile çocukların Türk okullarında eğitimine izin verildi.

 

Bence uyum çalışmalarının en önemlisi bu. 750 bin küsur çocuk Türkçe eğitim alıyor. Bu bir uyum sürecinin en önemli parçası. Ama bu tek başına yetmez, çünkü Suriyelilerin genel eğitim seviyesi de çok kötü görünüyor. Onu artırmaya yönelik çalışma da gerekiyor. Bu kitlenin uyum süreçlerine aktif katılımı da kolay olmuyor.

 

Önemli bir alan da çalışma dünyası. Suriyeliler çalışıyor ama kayıt dışı çalışıyorlar. Ama bu sadece onların sorunu değil ki. Türkiye nüfusunun yüzde 30’u da kayıt dışı. Çalışma haklarında mutlaka düzenleme yapmak lazım.

 

MÜLTECİLER, 20-30 SENE BOYUNCA TÜRKİYE’DE SEÇİMLERİN EN ÖNEMLİ UNSURLARINDAN BİRİ OLACAK

 

Tüm bunların başında Türk toplumuna daha cesur şekilde durumu anlatmanız gerekiyor. Muhalefet iktidara aday ama ne yazık ki bu konuda “Geri göndereceğiz”, “Esad ile barış yapacağız, onlar gidecek” gibi gayet hayalci bir proje dışında hazırladıkları bir şey yok.

 

Birçoğu durumu anlıyor ama bu konu kolay kolay rayına oturamayacak şekilde şirazesinden çıktı. Çünkü siyaseten önemli bir pastaya dönüştü. Hükümeti ekonomiden, terörden, yolsuzluktan çok daha kolay eleştirebileceğiniz ve toplumun da desteğini arkanıza alabileceğiniz bir pasta var ortada. O pastadan da siyasetçiler ellerini kolay kolay çekmezler gibi görünüyor.

 

Bu da hükümetin asıl yapması gereken uyum çalışmaları konusunda çok daha tedirgin olmasına yol açıyor. AK Partili belediyeler biliyorum çatır çatır iş yapıyorlar mülteciler için ama hiçbirisi bunları anons bile edemiyor. Çünkü “Biz bunu söylersek oy kaybederiz” diyorlar. Birçok toplantıya katılmayı bile istemiyorlar üst düzeyde, küçük memurları gönderiyorlar görünür olmak bile olumsuz yansıyacak diye.

 

Sadece bugün için değil, 20-30 sene boyunca Türkiye’de mülteciler konusu seçimlerin en önemli unsurlarından biri olacak.

 

Gözlemleriniz veya araştırmalarınız mültecilere yönelik tepki ile oy verme davranışı arasında net bir ilişkinin varlığını gösteriyor mu? Çünkü, mültecilerin en yoğun olduğu Antep veya Kilis’te AK Parti’nin görünür bir oy düşüşü olmadı. Toplumda bu meselenin yönetilme tarzına yönelik eleştirinin olması, muhalefetin mülteci karşıtlığı üzerinden siyaset yapmasını gerektirir mi? Mülteci karşıtlığı muhalefete oy desteği sağlar mı? Muhalefet mülteci meselesini gündeminde tutarak rasyonel bir şey mi yapıyor sizce?

 

Bence şöyle rasyonel. Suriyelilerden en çok rahatsızlık duyanlar sınırdakiler. Antep’te, Hatay’da, Urfa’da, Kilis’te olanlar ama AK Parti’nin kaybettiği oylar olarak bakınca, AK Parti Türkiye genelinde yüzde 7,5 oy kaybetti 10 senede. Metropollerde yüzde 8 ama bu sözünü ettiğim yerlerde yüzde 5’te kaldı oy kaybı.

 

Mülteci konusu Türkiye’de çok tartışılıyor olmasına rağmen siyasi etkisi sınırlı kaldı ama bence o sınırlı kalmanın bir tık ötesindeyiz. Son araştırmamızda “Mülteciler ile ilgili politikalar seçim tercihinizde sizi ne kadar etkiler” dedik, yüzde 51 çıktı. Geçen sene bunu sorunca yüzde 38’di. Yüzde 51 değil, yüzde 5 mültecileri düşünerek oyunu değiştirse iktidar değişir. Konu siyaseten ciddi bir noktaya geldi. Dolayısıyla iktidar bu konuda sıkışacak, muhalefet de bunun üzerine daha çok gidecek, çünkü bu kendi seçmenini konsolide etme, Türkiye’de yeni bir milliyetçilik üretmenin de bir aracı haline geldi. Seçimlerde hiç varlık gösteremeyecek küçük partilerin söylemleri, merkez partiler tarafından üstlenilmeye başlandı. O da ister istemez konunun daha çok gündemde kalmasına neden oluyor.

 

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİLER TARTIŞMALARI YAKINDAN TAKİP EDİYOR

 

Meseleyi hep Türkiye’nin, toplumun algısı üzerinden konuştuk. Sizin Suriyelilerin profiline ilişkin çalışmalarınız da var. Onların Türkiye’ye uyumu, adaptasyonu ile ilgili gözleminiz nedir?

 

Suriyeliler Türkiye’ye 29 Nisan 2011’den itibaren gelmeye başladı. Ben 2013’den beri sahadayım ve “Suriyeliler Barometresi” başlıklı düzenli çalışmalarla hem Suriyelileri hem de Türk toplumunu anlamaya çalışan araştırmalar yapıyorum. Yıllardır bu konuda çalışan birisi olarak söyleyeyim, uyum çok pejoratif bir durum. Nedir uyum? Türkiye’deki Suriyeli kime benzemeli? İstanbul’daki beyefendiye mi, Hakkari’deki Kürde mi, Karadeniz’deki laza mı? Kime benzeyecek? Nedir standardımız? Standart Türk kim? Bu çok problemli.

 

Dolaysıyla her ülke kendine göre uyum süreci gerçekleştiriyor ama uyum en minimalist tanımı “sorunsuz yaşamak”. Sorunsuz yaşamak konusunda 10 yıllık tecrübe, iyi bir tecrübe.

 

Toplumlar genelde birkaç şeyden tedirgin olurlar. Bir; bunlar gelecek işimi alacak. İki; bunlar gelecek, kim oldukları belli değil, ortalık suç alanına dönüşecek. Üç; bunlar gelecek kamu hizmetlerinde bozulma olacak, hastanede okulda vs. Dört; kimliğimiz kaybolacak.

 

İlk üçünde toplumun endişeleri çok gerçekleşmedi. Suriyeliler çalışıyor ama Türklerin işlerini elinden alarak değil. Suriyeliler kriminal olaylara katılıyor ama beklendiği gibi olmadı altlarda kaldı. Kamu hizmetlerinde bozulmayı da Güneydoğuda birkaç ilde görebiliyorsunuz ama Türkiye genelini etkileyecek durum ortaya çıkmadı. Geriye ne kalıyor? Tam da popülist alan kalıyor, kimlik kaybı, demografi, vs… Onun için muhalefet oranın üzerine gidiyor. Bu da şaşırtıcı değil, dünyada da böyleydi.

 

Suriyelilere “Uyumlu olduğunuzu hissediyor musunuz?” diye soruyoruz. Türkiye’deki Suriyelilerin yüzde 90’ından fazlası Türkiye’ye uyum sağladığını iddia ediyor. Ama bu konu göçmen kitlelerde böyle oluyor zaten. Almanya’daki Türk’e soruyorum “Yüzde 100 uyum sağladık” diyor. Almana soruyorum “Ne alaka, hiç sağamadılar” diyor. Sonradan gelen uyumlu hisseder ama ev sahibi öyle görmüyor.

 

Bence Türkiye’deki Suriyeliler beklentinin ötesinde, hızlı biçimde toplumun parçası olmaya gidiyorlar ve hatta kendilerini güvende ve mutlu da hissediyorlar. Ama son dönemdeki siyasi söylemler Suriyelileri ciddi biçimde tedirgin etmeye başladı. Onların içinde Suriye’ye dönme eğilimi yok ama üçüncü ülkeye gitme eğilimi güçlendi. Özellikle sorduk, “Türkiye sınırları açarsa, gider misiniz” diye. Hayır diyorlar. Buna ilgi yok. Yani “Biz gidersek davetle gideriz, hayatımızı riske atmayız, yaşamımız var neden yapalım” diyorlar.

 

Ancak Türkiye’deki Suriyelilerin son tartışmaları yakından takip ettiklerini ve çok tedirgin olduklarını net görüyorum. Otobüse bindiklerinde aralarında Arapça konuşmaktan çekiniyorlar. Kıyafetlerine dikkat ediyorlar vesaire. Tabii bunu yapmayanlar da olabilir. Kendi içlerinde bir çaba var, bu ülkede kalacaklarını düşünüyorlar. Bütün belirsizliklere rağmen gidecekleri ülke yok. Avrupa’ya gitmek isteseler alan yok.

 

DOĞAL GETTOLAŞMALAR OLUŞTU

 

Türk toplumu söyleniyor ama bir arada yaşamayı başarıyor. Bu sürecin tek önemli handikabı şu, Türkiye sürecin başında bir yerleştirme planlaması yapamadığı için kendiliğinden doğal gettolaşmalar oluştu. Bu gettolaşmalar Suriyelilerin kendi içlerinde önemli bir dayanışma ağı kurmasına da neden oldu. Türk toplumu ile ilişkiyi de minimalize etti. İhtiyacı yok, kendi insanı var. Berberi, bakkalı, kasabı var, arkadaşı, dostu var, futbol taraftarı dayanışması bile var vs. Dolayısıyla bu gettolaşmanın gerçekten fakında olmamız lazım. Bu gettolaşmayı engelleyecek politikalara ihtiyaç var.

 

İçişleri Bakanlığı bugünlerde bir şeyler yapmaya çalışıyor ama çok geç kalındı. Seyrekleştirme politikasından bahsediyor, nüfusun yüzde 25’ini aşan yerlerde oralardan alıp başka yerlere vermeye çalışıyor, bu da çok zor. Bir yerden toplarsınız insanları, o bile zor da, ama nereye götüreceksiniz asıl kıyamet orada kopuyor. Ankara’nın Altındağ’ından 5.000 kişi aldın Kayseri’ye Malatya’ya yerleştireceksin, kıyamet kopuyor orada. Politika olarak bu riski alamaz siyasetçiler, yapamazlar yani.

 

Önümüzdeki dönem zor bir süreç olacak. Muhalefet çıtayı yükseltmişken iktidara geldiğinde yaptıkları eğitim, ekonomi çalışmaları, dış politika çalışmaları milletin umurunda olmayacak ama herkes diyecek ki “Hani gönderiyordunuz”. Bu baskı muhalefete en büyük baskılardan birisi olacak. Hatta CHP’lilere de söyledim, davul zurna ile göndereceğiz diyorsunuz, eğer gönderemezseniz millet davul zurnaları CHP önüne yığar dedim. Bu konuda söyleminizi bu kadar yukarı çekmenin anlamı yok.

 

Bir şeyi daha ihmal ediyoruz, bu söylemler rencide eden bir hale dönüyor ki, bu o kitlenin kendi içine daha fazla kapanmasına, Türk toplumuna daha fazla hınç bilemesine, öfke duymasına neden oluyor, bunun da farkında değiliz. Bu konuda da duyarlı olmamız gerekiyor.

 

MÜLTECİLER GELMESİN DİYE DÜNYANIN EN UZUN DUVARINI ÖRÜYORUZ

 

Afganlar meselesi nereden çıktı? Suriyelilerle ilgili tepkide bardağı taşıran damla Afganlar oldu sanki?

 

Doğru. Afganlar 2014’ten itibaren Türkiye’ye gelmeye başladılar. Sınır güvenliğimiz kötüydü, baktılar Türkiye’ye giriş kolay, girdiler Türkiye’ye. Genelde kırsal alanlara yayıldılar. Çobanlık, tarım işleri gibi işlerle meşgul oldular. Afganlara yönelik sempati daha yüksekti. “Bunlar Türk gibi” deniyordu. Arap olmasından çok Afganlar tercih ediliyordu, bir kısmının Türkçesi vardı. Afganların sayısı aslında katlamalı gidiyor. Sınır ülkemiz değil Afganistan, buna rağmen. Bu konuda Taliban’ın gelmesi toplumda daha büyük tedirginlik yarattı ve ilk defa o dönemlerde kitlesel Afgan girişleri Türk medyasına düşmeye başladı. Toplum bir anda “Yol geçen hanı mı oldu”, “Kontrol edilemez hal aldı” demeye başladı.

 

Suriyeliler aileler halinde geldiler ama Afganlar özellikle coğrafi koşullar, kaçakçılara verilecek paralar ve sınır geçişlerinin zor olması nedeniyle genelde genç erkekler olarak geliyorlar. Genç erkek gelecek, burada bir biçimde statü alacak ya da bir biçimde kendini legalize edecek, sonra eşini çocuklarını alacak gibi bir düşünce var. O da toplumda asıl tedirginliği yaratan şey oldu.

 

RUSYA ÇEKİLİRSE, TÜRKİYE’NİN RUSYA’YA BAĞIMLILIĞI ORTADAN KALKAR

 

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişiminin tetiklediği gelişmeler hem dünyada hem Türkiye’de mülteci meselesine bakışı nasıl etkiler sizce? Komşu devletlere yönelen binlerce, milyonlarca Ukraynalı var. Kamuoyunda da çok tartışıldı; Suriyelileri almıyordunuz ama Ukraynalıları alıyorsunuz diye. Bu durum mültecilerle ilgili genel algıyı nasıl etkiler? Ayrıca Rusya’nın maruz kaldığı uluslararası baskı Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırsa, Suriye’deki dinamikler değişir, mültecilerin geri dönüşüne elverişli bir durum oluşabilir mi?

 

Şöyle, sürecin bir göç, bir de güvenlik boyutu var. Önce uluslararası boyut ve güvenlik boyutundan söz edeyim. Bugün konuştuğum Alman bir uzman, “Rusya’nın durumu zor, muhtemelen Suriye’de duramayacak. Suriye’nin maliyetini kaldıramayacak” dedi. Ben bu konuda hiç öyle düşünmüyorum, sebep açık.

 

Türkiye, Rusya-Suriye krizinde bütün dengeleri değiştirebilecek bir ülke. Türkiye’nin Rusya politikasının en önemli parçası Suriye kısmı. Rusya, Suriye’den çekilirse Türkiye’ye baskı yapma imkanını kaybeder. Türkiye’yi anında muhalif kanatta görebilir. Bunun maliyeti çok yüksek. Şu an Suriye onlara kaça mal oluyor bilmiyorum. Aslında büyük bir askeri yığınakları yok, daha çok Suriye rejimine destek veriyor. Ama Rusya çekilirse, Türkiye’nin Rusya’ya bağımlılığı ortadan kalkar. Türkiye’nin bağımlılığının Rusya için değeri çok yüksek.

 

Şu an Türkiye iki ülke arasında dengelemeye çalışıyor ama eğer Suriye’de böyle bir çekişme içinde olmasaydık ve Rusya’ya belirli alanlarda angaje olmamış olsaydık belki çok daha farklı davranırdık. Çekileceklerini çok beklemiyorum ama bu hesaplamayı muhalefet bakımından düşünmek lazım. Gerçekten iktidarın “Biz Suriye’den çekiliyoruz, Esad ile anlaştık” demesi çok zor. Orada 5 milyon mülteci adayı var bir anda bize yüklenecekler kuşkusuz.

 

Çekilmenin bir de Kürt boyutu var. Türkiye’de milliyetçilerden, “Siz orayı Amerikalılara bıraktınız, PKK’ya bıraktınız” söylemi gelecek ve oradan çekilmek önümüzdeki iktidarın en büyük sıkıntılarından birisi olacak.

 

Şimdi gelelim mülteci kısmına. Hiç kuşku yok ki; Ukraynalı mülteciler ile Suriyeli mülteciler arasında ciddi ayrım yaptılar. Polonya enteresan bir tavır takındı ve AB’den gelen desteği reddediyor. “Bizim kardeşimiz, biz sahip çıkacağız” diyor. Polonya’daki Ukraynalı sayısı 2,5 milyonu aştı. Polonya’nın duygusal olarak bağlantısı var, hem Ruslardan nefret ediyorlar hem de Ukrayna düşerse sıra size gelecek yaklaşımı var. Dolayısıyla orada bir ilişki var tabii ki ama sarışın, mavi gözlü, eğitimli, Avrupalı ve Slav olmaları nedeniyle.

 

TÜRKİYE’YE GELEN KAYNAK AZALABİLİR

 

Şöyle bir durum da var; dünyada mülteciler için ayrılan kaynaklar çok fazla değil. Bize bugüne kadar belli kaynaklar geldi. Türkiye’ye gelen toplam kaynak 10-15 milyar Euro arasındadır. AB’den gelen 4,5-5 milyar var. Amerika’dan gelen yaklaşık 1 milyar dolar var. Başka yerlerden gelenler var.

 

Şimdi Ukraynalılar için de kaynağa ihtiyaç var. Şu anda bir Avrupalı, Amerikalı ya da Japon; “Türkiye’de durum stabil oldu, biz Türkiye’ye daha az destek olabiliriz ama Ukraynalılar daha acil” diyerek kaynakları oraya yönlendirecek. Bize gelen kaynaklar azalacak, bu ihtimal çok yüksek.

 

Türkiye’nin tek bir avantajı var bu konuda; Avrupalılar, “Biz Türkiye’ye destek vermezsek, Suriyeliler buraya gelirler, maliyetleri daha da artar, onun için bizim Türkiye’ye destek olmamız lazım” diye bakıyorlar. Bu zihniyet gayet net. Tamamen Türkiye’den ellerini çekemezler, destek devam edecek ama bu destek özellikle mali destek bakımından daha kısıtlı hale dönüşebilir.

 

_

[1] M. Murat Erdoğan’ın konuyla ilgili şu çalışmalarına bakılabilir:

  • 2022-Suriyeliler Barometresi-2020: Suriyelilerle Uyum İçinde Yaşamın Çerçevesi / Syrians Barometer-2020 https://www.unhcr.org/tr/yayinlar
  • 2022 -Turkey as a Partner and Challenge for European Security, Migration and Asylum (with M.Papakonstantis), https://www.cats-network.eu/publications/products/projekt_papiere/CATS_-_Migration_and_Asylum_final.pdf
  • 2021-Return Aspirations of Syrian Refugees in Turkey, Journal of Immigrant & Refugee Studies, (& A.Kayaoğlu, Z.Şahin-Mencütek) https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/15562948.2021.1955172?journalCode=wimm20
  • 2021-“Securitization from Society” and “Social Acceptance”: Political Party-Based Approaches in Turkey to Syrian Refugees“ https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1587723

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.