İbrahim Anlaşmasının Eksik Barışı
Beyaz Saray bahçesindeki İsrail-Birleşik Arap Emirlikleri-Bahreyn şenliklerine dair onca yanıltıcı reklam devam ederken, ne Filistinliler ne de Ortadoğu için barış umudu var.
Bu yüzyılın en yıkıcı ve dehşet verici çatışmalarından üçü, Suriye, Yemen ve Libya’da, yani Ortadoğu’da yaşanıyor. Beyaz Saray’da, ABD Başkanı Trump’ın sözleriyle, “Yeni bir Ortadoğu’nun doğuşuna” damgasını vuracak bir barış anlaşması imza töreni düzenlendi. Peki bunda Suriye, Yemen veya Libya için bir nebze olsun umut vaat ediliyor mu? Üzgünüz, ama her ne kadar ABD, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail’den biri ya da diğeri bu çatışma bölgelerinin üçünde de aktif olsa da, size sunabileceğimiz hiçbir şey yok.
İsrail, kurulduğu günden bu yana, çeşitli Arap ülkelerinin yer aldığı en az altı savaş yaptı; hatta Filistin’deki intifadalara karşı düzenlenen iki harekât ile Gazze’deki dönemsel tırmanışlar ve burada yol açılan yıkım da hesaba katılırsa, bu rakama beş savaş daha eklenebilir. Bu savaşlarda toplamda on binlerce insan hayatını kaybetti.
Peki, Salı günü düzenlenen törenle imzalanan antlaşmalar en azından bunların bir kısmını sona erdirdi mi? Şey, size kötü haberi veren kişi olmak istemezdim, ama yine, hayır hem de hiç.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, sözde İbrahim Anlaşması’nı Beyaz Saray bahçesinde imzalayarak İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeyi ve bu ülkenin Mısır ve Ürdün ile halen devam eden sınırlı ilişkilerinin çok ötesine geçecek kadar karşılıklı kapsamlı ilişkiler yürütmeyi taahhüt ettiler. Ancak ne BAE ne de Bahreyn, hiçbir zaman İsrail ile savaşmadıkları gibi, İsrail’e öfkeyle tek bir kurşun dahi sıkmış değiller; aralarında çözüme kavuşturulmamış herhangi bir sınır anlaşmazlığı veya başka bir ihtilaf olmadığı gibi, Kudüs ile BAE’nin başkenti arasında 2030 kilometre, Bahreyn’in başkenti arasında ise 1610 kilometre mesafe var.
Her ikisinin de Arap devleti olduğu doğru, ama bunlar aynı zamanda İsrail ile uzun süredir devam eden ve derinleşen işbirliklerine sahip, jeopolitik olarak aynı safta yer alan Arap devletleri. Bu tür bir nitelendirmenin aksilik etmek olduğunu savunmak ise olan biteni bilmezden gelmekten başka bir şey değildir. Bu, var olan bir gerçekliğin yanlış bir kategori altında kodlandırılıp, yeni bir gerçekliğin inşasında bir dönüm noktası olarak sunulmasıdır. Daha da önemlisi, çatışmaların çözümü ve barış fikrini kötüye kullanarak, bunların hiçbirini ileriye taşımayan bir gelişmeye uyguluyor.
Donald Trump’ın, ülkeler arasındaki karşılıklı ilişkilerin bir üst seviyeye geçirilmesini “barış” adı altında paketleyip pazarlayabilmiş olması, başlı başına insanın sinirlerini tepesine çıkaran bir durum; ama önde gelen Demokratların bu saptırmayı papağan gibi tekrarlaması rahatsız edici.
Ülkeler arasındaki diyalogun artması ve ilişkilerin geliştirilmesi genel olarak iyi ve teşvik edilmesi gereken bir şeydir. İsrail, BAE ve Bahreyn’in bunu yapmakta özgür olduklarına hiç şüphe yok. Ama, sonuçları böylesine kısıtlı bir olayın böylesine aşırı bir abartı ile şişirilmesine ek olarak, asıl endişe yaratması gereken şey, hikâyenin ana karakterlerinin bu ilişkileri ne şekilde kullanmaya niyetli olduklarına dair verdikleri beyanatlardır.
Birçoğuna Salı günkü anlaşmanın imzacılarının (Bahreyn haricinde) taraf olduğu ihtilaflar ile dolu bir bölgede, bu yeni anlaşmalar, herhangi bir alanda barışın önünün açılması konusunda herhangi bir iş başarmıyor.
BAE ve İsrail, son yıllarda Arap Birliği’nin üyesi olan en az on ülkenin (Yemen, Libya, Irak, Suriye, Lübnan, Mısır, Filistin, Sudan ve Tunus’un yanı sıra Bahreyn ve muhtemelen de Katar) topraklarında askeri saldırılar düzenlediler, darbe ve karşı devrimleri ya desteklediler ya da bunlara liderlik ettiler ve demokrasiye geçişleri baltaladılar. BAE ile İsrail, bunların hiçbirinde zıt taraflarda yer almadılar. İmzalanan anlaşmaların bu yerlerin hiçbirine faydası dokunmayacak.
İbrahim Anlaşması’nı en iyi anlatan şey, bölgedeki gerçeklikleri değiştirmek yerine, bunları yansıttığı ve resmiyete kavuşturduğudur. Bu açıdan, anlaşmanın yol açtığı etkiler de asgari düzeyde kaldı. Ancak, etkinin daha geniş bir şekilde hissedildiği ölçüde muhtemelen hem bölgenin genelindeki derinleşen fay hatları ve ihtilaflar hem de İsrail’in Filistinlilere yönelik muamelesi açısından daha olumsuz olacaktır.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
İsrail’in belirli Körfez ülkeleri ile ilişkileri yeni ortaya çıkmış değil. Daha, 1991’de Madrid’deki Arap-İsrail görüşmelerinin başlangıcında Körfez de bizzat oradaydı ve İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasındaki Oslo süreci de buna daha fazla ivme kazandırdı. 1990’lı yıllarda, Körfez ülkeleri ortak bölgesel çalışma gruplarının parçası olarak İsrail’den gelen resmi delegasyonlara ev sahipliği yaptılar.
İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri, büyük ölçüde gizli olmakla birlikte, özellikle yakın bir dizi çalışma ilişkisi kurdu. Bu ilişkiler, bölgedeki olaylı krizler sırasında daha da yüksek bir aciliyet kazanırken, özellikle 2011’deki ayaklanmalar, İsrail ile BAE’yi (yanı sıra Bahreyn ve diğerlerini) bilhassa Mısır’daki 2013 darbesinin desteklenmesi, hatta düzenlenmesine yardımcı olunması ile aynı karşı devrimci tarafa koydu.
İsrail, yaklaşık on yıldır BAE’ye doğrudan askeri ekipman satışı gerçekleştiriyor; BAE liderliğini, en son teknolojilere sahip casusluk ekipmanları (ki bunlar hem yurt içindeki muhaliflere hem de yurtdışındaki düşmanlara karşı aktif şekilde kullanılıyor) sağlamaya yönelik faaliyetler yürütüyor. İki ülke, halihazırda 2016 yılında ortak tatbikatlar düzenlerken, ilişkilerin normalleştirilmesinden önceki iki senede, Netanyahu’nun Likud Partisi’nden en az üç İsrailli bakan kamuoyunun gözü önünde BAE’ye resmi ziyarette bulundu.
Dolayısıyla, yeni imzalanan anlaşma, aslında başta Filistinliler olmak üzere, kimse için bir sürpriz olmamalı. Sıklıkla duyulan Arap ihaneti suçlaması, samimi şekilde duyulan bir ıstıraptan kaynaklanıyor olabilir, ama bundan önce Araplar arasında Filistinlilerin haklarının kazanılmasına yönelik anlamlı bir dayanışma olduğu varsayımına dayanıyor.
Tüm Arapları içine alan Filistin’e yönelik yaklaşım her zaman cılız kaldı ve en önemli ön cephe ülkesi Mısır’ın, tek başına İsrail ile bir barış anlaşması imzalamak için harekete geçmesi ile en az kırk yıl önce tamamen çöktü.
O zamandan beri, özellikle 11 Eylül sonrası daha yoğun bir şekilde ve yine 2011’den sonra, bazı Arap ülkelerinin temel çalışma tarzı, bir yandan Arap Birliği’nde söylemsel konsensüsün ardına saklanırken diğer yandan da İsrail ile ilişkilerde ısmarlama ikili yaklaşımların peşinden gitmek oldu.
15 Eylül günü Ramallah’ta Filistinliler tarafından düzenlenen protesto. Oslo kapsamında gitgide teknokratik bir hal alan devlet inşası projesinin başarısız olduğu noktada, başarı, haklar ve eşitliğe odaklanan bir Filistin mücadelesi ile yakalanabilirdi.
Bir Arap cephesinin İsrail’i Filistinlilere özgürlüklerini vermesine yetecek tehdidi sağlamakta isteksiz veya aciz olduğu ortaya çıktıktan sonra ise başka bir taktik kullanıldı. Bu, nihayetinde Mart 2002’de hayata geçirilen Arap Barış İnisiyatifi’nde ortaya konduğu üzere, işgalin sona erdirilmesi karşılığında, İsrail’e normalleşme yolunda teşvikler sunulması fikriydi. İsrail’in buna verdiği cevap, normalleşmenin, İsrail’in Filistin hak ve özgürlükleri şeklinde bir bedel ödemesine yetmeyecek bir teşvik olduğunu ortaya koydu.
Filistinlilerin bu yeni İsrail-Körfez anlaşmalarının kendilerini zayıf düşürdüğünü hissettiğine ve anlaşmaların Filistin’in kendi iç işlerinde daha yıkıcı bir müdahale tehdidini taşıdığına hiç şüphe yok. Ancak, istemeden de olsa geçen yüzyılın zombi Arap politikasını gömdükleri takdirde, gelecekte Filistinlilerin daha etkili siyasi strateji oluşturmasına katkıda bulunabilirler.
Oslo kapsamında gitgide teknokratik bir hal alan devlet inşası projesinin başarısız olduğu noktada, başarı, haklar ve eşitliğe odaklanan bir Filistin mücadelesi ile yakalanabilirdi. Her ne kadar bunun bölgede evrensel değerlere karşı duran rejimler nezdinde rağbet görmesi muhtemel olmasa da adalet, özgürlük ve eşitlik fikirleri, Filistinliler için de olmak üzere, gezegenimizin diğer her yerinde olduğu gibi Arap kamuoylarında da yankı buluyor. İsrail’in Arap dünyasının otoriter rejimleri ile girdiği danışıklı dövüş, işgal altındaki ve mülteci kamplarındaki Filistinlilerin vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmasını, kendileri de özgürlüklerinden yoksun bırakılan muazzam Arap halk kitlelerinin hak mahrumiyeti ile bir araya getiriyor. Siyahların Hayatı Değerlidir hareketinin Amerika’da düzenlediği gösterilerin de ortaya koyduğu gibi, adaletsizliğe dayanan ve adaletsizliği derinleştiren sistemler doğaları gereği, temel meydan okumalar ve ayaklanmalar yaratmaya meyillidir. Bu, Ortadoğu ve Filistin-İsrail gerçekliği için de aynı ölçüde doğru.
Filistin’in mevcut lider kadrosunun bölünmüş ve vizyon ve stratejiden yoksun olduğuna şüphe yok; ancak bu durum kimseyi Filistinlilerin ilelebet ikinci sınıf insan statüsünü kabul etmekte istekli olduğunu düşünme hatasına düşürmemeli. Filistinlilerin gerçekten dirençli olması İsrail’in iki devlet seçeneğinin içini boşaltmasını çok riskli bir kumar haline getiriyor.
İsrail’in, Batı Şeria’yı hukuken ilhak etmeyi BAE ile normalleşme karşılığında ertelemesine imzalanan anlaşmanın hiçbir yerinde bir taahhüt olarak atıfta bulunulmuyor. Anlaşma, İsrail’in fiili kontrol ve işgalinin sağlamlaştırılmasına devam edilmesini, yasaların ayrı ve eşitsiz şekilde uygulanmasını ve Filistinlilerin temel haklarından yoksun bırakılması gibi konuların üzerine eğilmek için de hiçbir şey yapmıyor. Uzun lafın kısası, anlaşmada İsraillilerin Filistinlilerin durumunu iyileştirmek üzere yapması gereken hiçbir şey yok. Tarih, İsrail ile barışçıl ilişkiler içindeki Arap devletlerinin Filistinlilerin davasında baskı yapmak ya da Filistinlileri daimi olarak boyun eğmeleri için bir anlaşma imzalamaya zorlamak için daha iyi bir konumda olduğu fikrini desteklemiyor.
Bu anlaşmanın İsrail içinde pazarlanmasını sağlayacak kilit bir nokta, İsrail’in Filistinlilere karşı asla tavizde bulunmama kabiliyetini daha da güçlendiriyor oluşu. Bu, Trump’ın Filistinlileri aşağılaması ve ırk ayrımı projesinin normalleştirilmesi ile dikkat çeken Ocak 2020’deki planını ileriye götürmek üzere tasarlanmış (BAE tarafından imzalanan anlaşmanın asıl metni de dahil olmak üzere). Bu anlaşmanın neticesi ise, İsrailli aşırılık yanlılarının daha da güçlendirilmesi.
Netanyahu’nun, “barış için toprak”ın yerini “barış için barış”ın aldığı iddiası muteber olmasa da artık İsraillilerin söyleminde çıkartılması zor olacak güçlü bir çarpıtma. Barış için toprak, İsrail ile Mısır arasındaki ilk anlaşmanın ve bir dereceye kadar da İsrail’in Ürdün ile imzaladığı barışın itici gücü olmuştu.
İsrailliler, zaman içinde Filistinliler ile “barış için toprak”ın alternatifinin “barış için barış” değil, “barış için eşitlik” olduğunu keşfedebilirler.
Anlaşmanın en çok öne çıkan özelliklerinden birini de başta ABD tarafından yapılanlar olmak üzere, söz konusu bölgesel güçlere yönelik saldırı silahı satışlarının daha da yüklü hale getirilmesini garanti etmesi, hatta aslında bu temele dayanması oluşturuyor. Bu durum ise, askeri-sınai kompleksin küpünü daha da dolduracağı gibi, kaçınılmaz olarak bölge genelinde daha fazla silaha ve potansiyel olarak bu silahların kullanılmasına olan iştahı da kabartacaktır.
Anlaşma, halihazırda son derece ihtilaflı bir bölgede sorunların çözümüne yönelik diplomasiyi ve gerilimi düşürmeyi güçlendirmek yerine, sıfır toplamlı oyun düşünüşünü ve tırmandırmayı hızlandırma riskini taşıyor. Bunun, bölgedeki farklı çatışmalara yönelik bir çözümü ilerletebileceği tek muhtemel senaryo, sonucu ABD’nin desteklediği İsrail-BAE-Suudi kampının mutlak zafer alması yönünde şekillendirmesi olacaktır. Bunun gerçekleşmesi ise son derece olasılık dışı ve ABD’nin doğrudan katılımı ile daha da muazzam bir ölçekte savaş ve kan dökülmesini gerektirecektir.
İran liderliğindeki eksenden veya Türkiye liderliğindeki eksenden bu hafta yaşanan gelişmelere bakarak, pes edip geri çekilmenin ve Versay Anlaşması tarzı bir teslimiyete razı olmanın kendileri açısından daha hayırlı olacağı sonucuna varmasını beklemek için ya Polyannacılık oynuyor olmak gerekir ya da bölgenin gerçeklerinden tamamen bihaber olmak.
Daha muhtemel olanı ise, bu anlaşmaların Körfez’deki ortakları ile Suudi müttefiklerinin bölgesel projelerinin İran ve Türkiye önderliğindeki muhalefet karşısında yalpalar göründüğü bir dönemde, bir Amerikan-İsrail sigorta poliçesine ihtiyaç duyuyor olmasıdır. Bir Arap NATO’su icat etmeye kalkışıp bunda başarısız olan Trump yönetimi, bu anlaşmanın yerel bir askeri ittifakın sağlamlaştırılmasına yardımcı olduğunu ve ABD’nin Ortadoğu’dan elini eteğini daha da çekmesinin öncesinde, İsrail için normalleşme sağladığını düşünüyor olabilir. Buna karşılık, özellikle İsrail ve BAE, başındaki yönetimden bağımsız olarak ABD’nin bölgeye yönelik taahhüdündeki bu zayıflama karşısında kendilerini konumlandırıyorlar ve birlikte, ABD’yi dizine kadar Ortadoğu bataklığına saplanmış halde tutmak konusunda daha iyi konumlandıklarını umuyorlar.
İşin ilginç yanı, gerek BAE gerekse İsrail, kucaklaştıkları bu yeni konumda bile en azından kendi riski dengeleme stratejilerini koruduklarının işaretlerini veriyorlar. BAE, güçlü komşusu İran ile iletişimini sürdürüyor. İsrail de kendi hesabına, Katar ile iletişim kanallarını açık tutuyor. Katarlılar, Gazze’deki müdahaleleri ile çatışma önlemeye gerçek bir katkıda bulunuyorlar ve İsrail buna bir ölçüde bağımlı hale geldi. Yeni İsrail-BAE ortaklığının belki de üzerinde en çok anlaşacağı şey, Türkiye’ye karşı duydukları ortak antipati olabilir.
Peki şayet bu hafta Beyaz Saray bahçesinde maskesiz düzenlenen gösterişli törenin altında yatan şey barışı tesis etme kaygısı değil idiyse, neydi? En azından bunun cevabı kolay. Seçime 50 günden az bir süresi kalan Başkan Trump, bu sayede kendi başarı hanesine bir çizik atıp ardından da yeterince muteber ve son derece istekli bir yardımcı kadro ile bunu fazlasıyla şişirebildi. Netanyahu, evde COVID karantinaları, protestoları ve yaklaşan mahkemelerden kaçarak ABD’deki muhafazakârlar, dispansasyonalist evanjelistler ve sağcı Yahudilerden oluşan hayran kulübünün katıksız dalkavukluğu ile geçen anların tadını çıkartabildi ve ülke içindeki tabanına neden halen işlerini görecek adamın kendisi olduğunu hatırlattı.
Demokratların ve deneyimli yorumcuların bu hilekarlıklara alkış tutanlar arasında yer almak isteme sebebi, Amerikan siyasi yaşamının kısmen aşınsa da halen devam eden bir özelliğinin altını çiziyor. İsrail ile ilgili her şeye, halen çok sıklıkla istisnacı bir gözlükten bakılıyor, ki bu insanı hayrete düşüren bir durum olduğu kadar boğucu da. Demokratların Donald Trump ve Jared Kushner’i bu çakma barış konusunda rahat bırakmaktaki isteklilikleri ancak bu istisnacılık ile açıklanabilir.
Bu hem ABD’nin ulusal güvenlik çıkarlarına hem de Ortadoğu’daki ara buluculuk çabalarına (samimi olanlardan bahsediyorum) zarar vermesi itibariyle fazlasıyla üzüntü verici bir durum.
Şayet herhangi bir kişi, Trump liderliğinde yeni ve daha barışçıl bir Ortadoğu müjdeleyen bir törene tanık olduğunu hayal ediyorsa, kendisine satabileceğim COVID’e karşı sihirli bir şifam var; nohut, tahin, limon ve zeytinyağının kullanıldığı bir tarife dayanıyor…
Bu yazı The American Prospect sitesinde yayınlanmış olup Bülent Çınar tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.